Baskın Oran
Ermeni Tehciri konusunda günümüzde
üç büyük tartışma vardır.
Bunlardan birincisi, Osmanlı Devletinin çok sayıda
Ermeni'nin
ölümünden
sorumlu olup olmadığıdır. "Sorumludur"
diyenler, bunun devlet tarafından Ermenileri ortadan kaldırmak için planlı
biçimde düzenlendiğini ileri sürerler. "Sorumlu değildir" diyenlere göreyse, Ermeni Tehciri, özel bir
atmosferde (1914-15 kışındaki Sarıkamış felaketi, Mart 1915 Çanakkale savunması,
1915 Van Ermeni ayaklanması, milliyetçi Ermeni çetelerinin Rus ordularına
yardım etmesi; ve bütün bunların İmparatorluğun dağılmasını simgelediği
psikolojisi) gerçekleşmiş olmakla birlikte, ne Meclis-i Mebusan'a (zaten 1 Mart
1915'te kapatılmıştı) ne de hükümete mal edilebilir. Doğrudan doğruya,
Balkanlarda ve Orta Doğu’da Osmanlı'ya yer kalmadığını düşünerek İmparatorluğu
Orta Asya Türklüğüyle birleştirerek kurtarmak isteyen ve bu ülküyü
gerçekleştirmek için hükümete bile haber vermeden dünya savaşına girmiş olan İttihat
ve Terakki'nin Merkez-i Umumisi içindeki bir çekirdeğin eseridir.
Hazırlıkları
hükümete haber vermeden yapılan Tehcir, bir yasaya dayanır. İttihat ve Terakki hükümeti
24 Nisan 1915'de çıkardığı bir kararnameyle Ermeni liderlerini tutuklayarak
örgütlerini kapatmış, ardından da 27 Mayısta üç maddelik bir "Geçici
Tehcir Yasası" çıkarmıştır. Bu yasada "Ermeni" sözcüğü geçmez
(Madde 1: "[Ordu) halk tarafından herhangi bir suretle hükümetin
emirlerine ve memleketin savunmasını ve güvenliğini korumaya ilişkin
uygulamalara karşı koyma, silahla saldırı ve mukavemet görürse hemen askeri kuvvet
ile şiddetli bir biçimde cezalandırmaya ve saldırıyı yok etmeye yetkili ve mecburdur";
Madde 2: "[Ordu) askeri kurallara aykırı veya casusluk ve ihanetlerini
hissettikleri köy ve kasabalar halkını ayrı ayrı veya topluca başka yerlere
gönderebilir ve yerleştirebilirler”; Madde 3: "Bu kanun yayın' tarihinden
itibaren geçerlidir”.
Sorun, yine söz konusu çekirdeğin yönetimindeki gizli
örgüt Teşkilat-ı Mahsusa'nın Anadolu'da özellikle Dr. Bahaettin Şakir
yönetiminde yaptığı tehcir uygulamalarından çıkmıştır.
Bu nedenle,
eğer olağan devlet mekanizması tarafından planlansaydı ve yönetilseydi büyük
ölçüde tekdüzelik gösterecek olan yasa uygulaması, bu çekirdeğin etkili olması
veya olamamasına göre bölgeden bölgeye ve kişiden kişiye büyük farklılıklar
göstermiştir. Örneğin kimi yerlerde iki saat, kimi yerlerde on beş gün önceden
tebligat yapılmıştır. Kimi yerlerde Ermenilerin mallarını satarak hazırlık
yapmalarına izin verilmiştir, kimi yerlerde verilmemiştir. Kimi yerlerde
Ermenilerin Müslümanlığı kabul ederek (ihtida) tehcirden kurtulmalarına olanak
tanınmıştır, kimi yerlerde tanınmamıştır. Kimi yerlerde sürülen Ermenileri
jandarma halka karşı korumuştur, kimi yerde onları halk bizzat korumuş ve idam
tehdidine rağmen evinde saklamıştır. Kimi vilayetlerde, örneğin Vali Rahmi
Bey'in engellediği İzmir’de ve (Ermeni liderleri dışında) İstanbul’da tehcir
uygulaması yapılmamıştır.
Ermeni
tehciri konusundaki ikinci büyük
tartışma, soykırım amacının olup olmadığı üzerinedir. "Vardır" diyenler tehcirin İttihat ve Terakki'nin
Türkleştirme politikasının bir parçası (yani, ideolojik) olduğunu, yalnızca doğudaki
ve savaş alanlarındaki değil bütün Anadolu'daki ve hatta Trakya'daki Ermenilere
uygulandığını, yalnız erkeklerin değil kadın ve çocukların da sürüldüğünü,
yolda sürekli olarak infazların yapıldığını, bütün Anadolu'yu Mezopotamya'ya
dek yürüyerek geçmenin özellikle yaşlılar ve çocuklar için zaten ölüm anlamına
geldiğini, bu işin planlı ve
sistematik olduğunu ileri sürerler.
"Yoktur" diyenler ise, bunun, doğuda isyan ederek
savaş içinde orduyu arkadan vuran Ermenilerin zarar veremeyecekleri yerlere doğru
bir yer değiştirmesi operasyonu olduğunu; planlı, programlı ve ideolojik bağlamlı
olmadığını; nitekim yalnızca Rusya etkisindeki Gregoryen Ermenilerin sürüldüğünü;
savaş içinde tren tahsisinin olanaksızlığını; ölümlerin o koşullarda salgın
hastalıktan ileri geldiğini ve öldürmelerin istisnai olduğunu; savaş içindeki
bu zorunlu önlemin bir soykırımla hiç ilgisi bulunmadığını; asıl öldürülenlerin
Müslümanlar olduğunu; nitekim savaşta 1,5- 2 milyon Müslüman'ın hayatını
kaybettiğini belirtirler.
Üçüncü büyük tartışma, Tehcir'de ölenlerin sayısı
konusundadır. Savaş sonunda Anadolu Ermenilerinden hayatta kalanlar noktasında
iki taraf arasında bir fikir birliği olduğu söylenebilir: 1.000.000. Tartışma,
savaş öncesindeki Anadolu Ermeni nüfusu üzerindedir, çünkü ölen Ermenilerin
sayısını verecek olan budur. Burada Türk kaynakları 1.300.000 rakamını
verirken, Ermeni kaynakları 2.500.000 üzerinde ısrar etmekte, yabancı kaynaklar
ise 1.500.000 ila 1.800.000 arasında durmaktadırlar. Sonuçta bir taraf 300.000
rakamına, diğer taraf 1.500.000 rakamına ulaşmaktadır. Diğer yandan, Sevres antlaşması
yapılmadan hemen önce Müttefiklerin Osmanlı devletine gönderdikleri ültimatomda
1915-19 döneminde ölen Ermenilerin sayısı 800.000 olarak verilmiştir (bkz. s.123).
Bu üç tartışmanın
sonucu ne olursa olsun, Türk-Ermeni çatışmasının iki taraf için de üzücü
anılarının bugüne etkisi çok olumsuz olacaktır. 1990'larda Ermeni diasporası
"soykırım"dan başka hiçbir şey dinlemek istemeyerek, Türk tarafı da
olayı kendi içinde bile tartışmayarak ve yok sayarak diyalogu koparacaktır.
Bundan hem uluslararası alanda durmadan sıkıştırılan Türkiye; hem ekonomik
bakımdan İran’a, askeri bakımdan da Rusya'ya muhtaç olan Ermenistan
Cumhuriyeti; hem de birincisini vatan ikincisini anavatan sayan Türkiye
Ermenileri büyük zarar görecektir. Olaydan yararlanan yalnızca diaspora ve onun
yaşadığı üçüncü ülkeler olacaktır. Çünkü bunlardan birincisi soykırım
iddialarına o ülkelerde asimile olmalarını önleyecek bir "milli dava"
olarak sarılacak; ikincisi ise bunları hem Ermeni kökenli oyları toplamak, hem
Türkiye'yi sıkıştırmak, hem de Ermeni tasarılarını meclislerinden geçirmemek karşılığında
Türkiye'den ihale koparmak amacıyla kullanacaktır.
Baskın Oran, Türk
Dış Politikası, cilt 1, İletişim Yayınları 2001, s:102-103
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder