14 Aralık 2015 Pazartesi

Ermeni Tehciri Üzerine Tartışmalar

Baskın Oran

Ermeni Tehciri konusunda günümüzde üç büyük tartışma vardır.

Bunlardan birincisi, Osmanlı Devletinin çok sayıda Ermeni'nin
ölümünden sorumlu olup olmadığıdır. "Sorumludur" diyenler, bunun devlet tarafından Ermenileri ortadan kaldırmak için planlı biçimde düzenlendiğini ileri sürerler. "Sorumlu değildir" diyenlere göreyse, Ermeni Tehciri, özel bir atmosferde (1914-15 kışındaki Sarıkamış felaketi, Mart 1915 Çanakkale savunması, 1915 Van Ermeni ayaklanması, milliyetçi Ermeni çetelerinin Rus ordularına yardım etmesi; ve bütün bunların İmparatorluğun dağılmasını simgelediği psikolojisi) gerçekleşmiş olmakla birlikte, ne Meclis-i Mebusan'a (zaten 1 Mart 1915'te kapatılmıştı) ne de hükümete mal edilebilir. Doğrudan doğruya, Balkanlarda ve Orta Doğu’da Osmanlı'ya yer kalmadığını düşünerek İmparatorluğu Orta Asya Türklüğüyle birleştirerek kurtarmak isteyen ve bu ülküyü gerçekleştirmek için hükümete bile haber vermeden dünya savaşına girmiş olan İttihat ve Terakki'nin Merkez-i Umumisi içindeki bir çekirdeğin eseridir.

Hazırlıkları hükümete haber vermeden yapılan Tehcir, bir yasaya dayanır. İttihat ve Terakki hükümeti 24 Nisan 1915'de çıkardığı bir kararnameyle Ermeni liderlerini tutuklayarak örgütlerini kapatmış, ardından da 27 Mayısta üç maddelik bir "Geçici Tehcir Yasası" çıkarmıştır. Bu yasada "Ermeni" sözcüğü geçmez (Madde 1: "[Ordu) halk tarafından herhangi bir suretle hükümetin emirlerine ve memleketin savunmasını ve güvenliğini korumaya ilişkin uygulamalara karşı koyma, silahla saldırı ve mukavemet görürse hemen askeri kuvvet ile şiddetli bir biçimde cezalandırmaya ve saldırıyı yok etmeye yetkili ve mecburdur"; Madde 2: "[Ordu) askeri kurallara aykırı veya casusluk ve ihanetlerini hissettikleri köy ve kasabalar halkını ayrı ayrı veya topluca başka yerlere gönderebilir ve yerleştirebilirler”; Madde 3: "Bu kanun yayın' tarihinden itibaren geçerlidir”. 

Sorun, yine söz konusu çekirdeğin yönetimindeki gizli örgüt Teşkilat-ı Mahsusa'nın Anadolu'da özellikle Dr. Bahaettin Şakir yönetiminde yaptığı tehcir uygulamalarından çıkmıştır.

Bu nedenle, eğer olağan devlet mekanizması tarafından planlansaydı ve yönetilseydi büyük ölçüde tekdüzelik gösterecek olan yasa uygulaması, bu çekirdeğin etkili olması veya olamamasına göre bölgeden bölgeye ve kişiden kişiye büyük farklılıklar göstermiştir. Örneğin kimi yerlerde iki saat, kimi yerlerde on beş gün önceden tebligat yapılmıştır. Kimi yerlerde Ermenilerin mallarını satarak hazırlık yapmalarına izin verilmiştir, kimi yerlerde verilmemiştir. Kimi yerlerde Ermenilerin Müslümanlığı kabul ederek (ihtida) tehcirden kurtulmalarına olanak tanınmıştır, kimi yerlerde tanınmamıştır. Kimi yerlerde sürülen Ermenileri jandarma halka karşı korumuştur, kimi yerde onları halk bizzat korumuş ve idam tehdidine rağmen evinde saklamıştır. Kimi vilayetlerde, örneğin Vali Rahmi Bey'in engellediği İzmir’de ve (Ermeni liderleri dışında) İstanbul’da tehcir uygulaması yapılmamıştır.

Ermeni tehciri konusundaki ikinci büyük tartışma, soykırım amacının olup olmadığı üzerinedir. "Vardır" diyenler tehcirin İttihat ve Terakki'nin Türkleştirme politikasının bir parçası (yani, ideolojik) olduğunu, yalnızca doğudaki ve savaş alanlarındaki değil bütün Anadolu'daki ve hatta Trakya'daki Ermenilere uygulandığını, yalnız erkeklerin değil kadın ve çocukların da sürüldüğünü, yolda sürekli olarak infazların yapıldığını, bütün Anadolu'yu Mezopotamya'ya dek yürüyerek geçmenin özellikle yaşlılar ve çocuklar için zaten ölüm anlamına geldiğini, bu işin planlı ve sistematik olduğunu ileri sürerler.

"Yoktur" diyenler ise, bunun, doğuda isyan ederek savaş içinde orduyu arkadan vuran Ermenilerin zarar veremeyecekleri yerlere doğru bir yer değiştirmesi operasyonu olduğunu; planlı, programlı ve ideolojik bağlamlı olmadığını; nitekim yalnızca Rusya etkisindeki Gregoryen Ermenilerin sürüldüğünü; savaş içinde tren tahsisinin olanaksızlığını; ölümlerin o koşullarda salgın hastalıktan ileri geldiğini ve öldürmelerin istisnai olduğunu; savaş içindeki bu zorunlu önlemin bir soykırımla hiç ilgisi bulunmadığını; asıl öldürülenlerin Müslümanlar olduğunu; nitekim savaşta 1,5- 2 milyon Müslüman'ın hayatını kaybettiğini belirtirler.

Üçüncü büyük tartışma, Tehcir'de ölenlerin sayısı konusundadır. Savaş sonunda Anadolu Ermenilerinden hayatta kalanlar noktasında iki taraf arasında bir fikir birliği olduğu söylenebilir: 1.000.000. Tartışma, savaş öncesindeki Anadolu Ermeni nüfusu üzerindedir, çünkü ölen Ermenilerin sayısını verecek olan budur. Burada Türk kaynakları 1.300.000 rakamını verirken, Ermeni kaynakları 2.500.000 üzerinde ısrar etmekte, yabancı kaynaklar ise 1.500.000 ila 1.800.000 arasında durmaktadırlar. Sonuçta bir taraf 300.000 rakamına, diğer taraf 1.500.000 rakamına ulaşmaktadır. Diğer yandan, Sevres antlaşması yapılmadan hemen önce Müttefiklerin Osmanlı devletine gönderdikleri ültimatomda 1915-19 döneminde ölen Ermenilerin sayısı 800.000 olarak verilmiştir (bkz. s.123).

Bu üç tartışmanın sonucu ne olursa olsun, Türk-Ermeni çatışmasının iki taraf için de üzücü anılarının bugüne etkisi çok olumsuz olacaktır. 1990'larda Ermeni diasporası "soykırım"dan başka hiçbir şey dinlemek istemeyerek, Türk tarafı da olayı kendi içinde bile tartışmayarak ve yok sayarak diyalogu koparacaktır. Bundan hem uluslararası alanda durmadan sıkıştırılan Türkiye; hem ekonomik bakımdan İran’a, askeri bakımdan da Rusya'ya muhtaç olan Ermenistan Cumhuriyeti; hem de birincisini vatan ikincisini anavatan sayan Türkiye Ermenileri büyük zarar görecektir. Olaydan yararlanan yalnızca diaspora ve onun yaşadığı üçüncü ülkeler olacaktır. Çünkü bunlardan birincisi soykırım iddialarına o ülkelerde asimile olmalarını önleyecek bir "milli dava" olarak sarılacak; ikincisi ise bunları hem Ermeni kökenli oyları toplamak, hem Türkiye'yi sıkıştırmak, hem de Ermeni tasarılarını meclislerinden geçirmemek karşılığında Türkiye'den ihale koparmak amacıyla kullanacaktır.


Baskın Oran, Türk Dış Politikası, cilt 1, İletişim Yayınları 2001, s:102-103

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder