İlk Elden
bir Tanıklık
İngiltere’deki
Stalin Society’de Henry Metelmann tarafından
yapılan konuşma, Şubat 2003
-----------------------------------------------------------------------
"Stalin
Society’nin 23 Şubat 2003’deki yıllık toplantısında Henry Metelmann konuşmacı
olarak katılarak bizi şereflendirdi. Yaşamının Hitler Gençliği örgütündeki
gençlik yıllarından Stalingrad’da Alman ordusu saflarında savaşmasını da
kapsayan kısmının çarpıcı bir muhasebesini verdi. Nazi Almanya’sının
yayılmacı politikasıyla günümüzün Anglo-Amerikan Emperyalizminin Irak’a
saldırısı arasında güçlü koşutlukları ortaya koydu. Aşağıdaki yazı Metelmann'ın
toplantı esnasında anlattıklarının ancak kısa bir özetidir." (Stalin Society'nin notu)
http://omniatlas.com/maps/europe/19430319/ |
1991’deki tasfiyesine kadar Büyük Britanya Komünist Partisi üyesiydim.
Şunu
söylemek isterim ki ben kendimi bir tarihçi yerine koymuyorum. Almanya’da fakir
bir işçi ailesinden geliyorum. Yalnızca devlet eğitimi aldım, ve şimdi burada
ana dilimde konuşmadığımdan kendimi yeterince açık ifade edemezsem beni
hoşgörmenizi dilerim.
Harpal Brar
beni İmparatorluk Savaş Müzesi’nde yaptığım konuşmanın ardından aradığında, bir
Stalin Derneği’nin varlığından habersizdim. Böyle bir kurumun
varolduğunu duymak beni mutlu etti. Burada bulunmaktan sevinç duyuyorum. Bu
büyük bir onur.
Hayatımı ana
çizgisi, sizi, Schleswig Holstein’da bir çocuktan, Stalingrad’daki Napolyonvari
geri çekilişe götürecektir. Bazen kendime neden tarihten ders almadığımızı
soruyorum. Napolyon 1812 yılında Rusya’yı işgal etmişti. Doğu Prusya’dan
650.000 kişiyle yola çıktı ve Smolensk’le Moskova’nın üzerine yürüdü, ancak
geri çekilmek zorunda kaldı. Rus ordusu geriye kaçanları paramparça etti ve ordusu
Paris’e döndüğünde, Napolyon’un yanında yalnız 1400 asker kalmıştı. Hiç
kuşkusuz, 650,000’in tamamı asker değildi, ve ancak yarısı Fransızdı- geri
kalanı Alman ve Polonyalılardan oluşuyordu. Okumayazma bilmeyen bir çok köylü
Napolyon’un ordusuna katılmanın iyi fikir olduğunu zannetmişti. Kod adı
Barbarossa olan kampanyada Sovyetler Birliğini işgal ettiğimizde biz de en
güçlü ve en akıllı olduğumuzu zannediyorduk- ve sonra ne olduğu biliniyor!
1922’de
Schleswig Holstein’da doğdum. Babam bir vasıfsız işçiydi. 1866’ya kadar
Schleswig Holstein Danimarka’nın parçasıydı. Bismarck ve Prusya ordusu
Danimarka’yla sonunda Schleswig Holstein’in Almanya’nın olacağı bir savaş
başlattı. Ben Rusya’da askerken en soğuk günde hava sıcaklığı -54
dereceye kadar düştü.
Danimarkalıların
bu savaşı kazanmasını dilemiştim, öyle olsaydı 1942 kışında Rusya’da donmakta
olan bir Alman olmaktan kurtulacaktım. Sonradan hangi milletten olursak olalım
tek bir büyük ailenin üyeleri olduğumuzu anlarım, ancak o zamanlar bunun
kesinlikle ayırdında değildim hiç şüphesiz.
1930’larda
Almanya
10 yaşına
kadar (1922’den 1932’ye kadar), Kayzer’in 1919’da düşürülmesinden sonra
oluşturulan Weimar Cumhuriyetinde yaşadım. Bütün bu olaylara küçük bir
çocuk olarak tanık oldum. Tabi ki ne olup bittiğini anlamıyordum. Anne ve babam
sevgi dolu insanlardı ve benim için ellerinden ne geldiyse yaptılar, ama yine
de, 7 milyon insanın işsiz olduğu o dönemi, kargaşalı grevler, çatışmalar,
ekonomik durgunluk, sokaklarda kan, bunlarla hatırlıyorum. Hamburg’un dışında
insanların büyük zorlukla yaşadığı bir işçi mahallesinde büyüdüm. Kızıl
bayrakların taşındığı eylemler olurdu, kadınlar kucaklarında çocukları ve bebek
arabalarıyla “Bize ekmek verin, bize iş verin” diye, işçiler “devrim” ve
“yaşasın Lenin!” diye bağırırlardı.
Babam
oldukça solda düşünen birisiydi ve bana birçok şeyi açıklardı. Alman egemen
sınıfı durumdan oldukça korkuya kapılmıştı ve bir şeyler yapmak gerektiğine
ikna olmuştu. Kaçmak zorunda kaldığım bir çok sokak çatışmasına tanık oldum, bu
olaylar bana artık yaşamın doğal bir parçası gibi geliyordu.
1932
Noelinde 10 yaşındaydım. Birkaç gün sonra 30 Ocak 1933’de Reichstag’da bir
bomba patladı. Hitler tam o sıralarda Almanya Şansölyesi olarak atanmıştı.
Annem Hindenberg’in onun atanmasına nasıl izin verdiğini soruyordu, keza
hepimiz Nazilerin katiller olduklarını biliyorduk. İntikam ve halkı
tepelemekten söz edip duran ırkçıların bir partisi olduğunu biliyorduk.
Annem böyle
dese de, olanlar bana ilginç ve heyecan verici geliyordu. Sokaklarda yürüyen
kahverengi gömlekli SA üyelerini görmek istiyordum ve onların çok havalı
olduklarını düşünüyordum. Biz gençler onların marşlarını söylemeye çalışır ve
gururla arkalarından uygun adım yürürdük. SA yürüyüşçülerinin en arka üç sırasında
artçılar yürürdü, eğer kaldırımdakiler Nazi bayrağını selamlamazsa, artçılar
onları zorlardı. Sonra ben de Hitler Gençliğine katıldım, annem beni onların
arasında gördüğünde utanmıştım.
Hitler işçi
sınıfı isyanını ezmek üzere göreve getirildi
Hitler,
Reich şansölyesi olmuştu. On yıl öncesine kadar onu kimse tanımıyordu bile.
Nazi ismi (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin kısa söylenişi), ancak
geleneksel partilerden hayal kırıklığına uğramış birkaç kişiyi kendine
çekebiliyordu. Bazıları, Hitler’e, ondan öncekilerden daha kötü olamayacağını
düşünerek bir şans vermek gerektiğini düşünen kendince samimi sosyalistlerdi.
Hitler ve onun partisinin temsilcilerinin ağzından ise Almanya’yı büyütmek,
Yahudilere ve halkın diğer aşağı kesimlerine saldırmaktan başka bir laf
çıkmıyordu. Alman halkına bütün dünyayı Alman tarzında hizaya getirmek görevini
Tanrı vermişti, diğer halklar bunu istemeseler bile.
Seçim falan
olmuyordu. Hitler akşamdan sabaha göreve getirilmişti. Seçimler Hitler’i
iktidara getirebilmek için iptal edilmişti. Neden? Nazilerin hiçbir temeli
yoktu. Peki kim onları iktidara getirdi? Hindenberg Alman egemen sınıfının bir
sözcüsüydü, askeriye, silah üreticileri, Ruhr baronları, bankerler, Kilise ve
aristokrat toprak sahipleri. Babama göre Hitler zenginlerin bir uşağı olarak
iktidara gelmişti. Onu, işçi sınıfının kötü yaşam koşullarına isyanını ezmesi
için başa getirmişlerdi. Hitler, Alman vatandaşı bile değildi. Orduda bir
çavuştu, Viyana’da dolaşan bir serseriydi. Hiçbir eğitimi yoktu, yalnızca
"intikam!" diye bağırmasını biliyordu. Nasıl oluyor da Almanya gibi
gelişmiş bir ülkede böyle bir herif Alman Devletinin ve Alman Genel Kurmayı'nın
başına geçebiliyordu? Partisi bir hiçti. Onu yaratan Rus Devriminin bir
tekrarını engellemek isteyen para babalarından başkası değildi.
Yürütme erki
Hitler'in elindeydi ama o bir diktatör değildi. O sadece vitrindeki adamdı.
Alman devleti gibi karmaşık bir makineyi idare edecek kadar zeki değildi.
Naziler
toplama kampları kurdular. Babam her zaman biz işçilerin hakları için mücadele
etmek zorunda olduğumuzu, çünkü bu aşağılıkların bize ancak kar edebilecekleri
zaman iş verdiklerini ve devrime dönüşebilecek bir isyandan başka hiçbir şeyden
korkmadıklarını söylüyordu. Bir gün iki araba dolusu kahverengi gömlekli sabaha
karşı saat üçte çıkageldi ve sendika sekreteri olan komşularımızdan birini alıp
götürdüler. Onu bir toplama kampına götürdüler. Bu olaydan sonra babam, sesimi
çıkarmamamı, Naziler hakkında evde konuşulanları kimseye söylemememi bana sıkı
sıkı tembih etti, yoksa kendisini de toplama kampına götürebilirlerdi. Bizim
mahalleden tek bir kişiyi alıp götürmek bütün aileleri korkutmak ve tehdit
etmenin zekice bir yolu olmuştu. Babam elden hiçbir şey gelmeyeceğini ve sessiz
kalmak gerektiğine ikna olmuştu. Komünistler hatta rejimin aleyhinde konuşan
ilerici kilise üyeleri toplama kampına ilk götürülenler oluyordu. Eğer çeneni
kapamazsan kendini orada bulursun. Korku ve yıldırma Nazi iktidarının
temeliydi.
Hitler
Gençliği’nde
Hitler Gençliği’ne
katılışım şöyle gerçekleşti: Bir yasayla bütün gençlik hareketleri yasaklandı
ve yalnızca tek bir gençlik hareketi olabileceği ilan edildi ve böylece benim
üyesi bulunduğum kilise gençliği de Hitler Gençliği tarafından ele geçirildi.
Aslında benim hoşuma gitmişti. Bütün arkadaşlarım oradaydı. Babam da mevcut
koşullarda örgütü terk etmemin doğru olmayacağını, orada kalmamın daha iyi
olacağını söyledi.
15 yaşında
okulu terk ettim, bir demiryolu işçisi olan babam beni demiryolunda
çalışan bir çilingirin yanına çırak verdi. Bu işe başvuranlara ilk
sorulan soru şuydu: “Hitler Gençliği’ne ne zaman katıldınız?” Eğer üye
değilseniz büyük ihtimalle işe alınmıyordunuz – bir yasa olmasa da gençleri
Hitler gençliğine katılmaya zorlayan böyle bir dolaylı baskı vardı. Ama ben bu
üyeliği seve seve kabul etmiştim ve hoşuma gitmişti. Biz yoksulduk ve annemin
diktiği birkaç parçadan başka kıyafetimiz yoktu. Oysa Hitler gençliğinde bana
kahverengi bir gömlek verdiler. Babam bana bunu satın alamazdı, hatta ikinci
toplantıda bana eve götürmek için bir paket bile verdiler. İçinde iki tane
kahverengi gömlek vardı. Babam bunlardan ve benim bunları giydiğimi görmekten
nefret ediyordu. Bunun anlamını biliyordu. Biz, Hitler Gençliği, davullar ve
gamalı haçlı bayraklarla yürüyüşler düzenliyorduk ve bundan büyük gurur
duyuyorduk. Çok disiplinli bir ortamdı.
Türingen’de
bir kalede yaptığımız türden dostça geçen gençlik kamplarını seviyordum. Orada
bolca spor yapma fırsatımız oluyordu. Eski fakir mahallemizde futbol oynamak
istesek kimsenin top alacak parası olmazdı, ama Hitler Gençliği’nde ne istersek
bize sağlanıyordu. Bu para nereden geliyordu? Muhtemelen silah üreticilerinin
bağışlarından geliyordu. Hitler Almanya’yı ekonomik bir çöküşten kurtaracak bir
savaşı hazırlamak üzere oraya getirilmişti.
7 milyon
kişinin işsiz olduğu zamanları hatırlıyorum. Hitler’in iktidara gelişinin 18.
ayında neredeyse hiç işsiz kalmamıştı. Tersaneler savaş gemisi üretmeye
koyulmuştu – Bismarck, Eugene gemileri ve U-botlar. Almanya işçi sıkıntısı
çekmeye başlamıştı. İnsanlar bunun harika olduğunu düşünüyordu, ama babama göre
savaş hazırlığı için işe alınmışsan işler er ya da geç kötüye gidecekti.
Hitler
Gençliği'nde bize ateş etmeyi, bomba atmayı, siperlere saldırmayı ve ele
geçirmeyi öğrettiler. Büyük savaş oyunları oynadık. Büyük şenlik ateşlerinin
etrafında toplanarak Nazi şarkıları söylüyorduk: “Yahudi kanı bıçaklarımızdan
aktığında”, vb. Annem ve babamın toplumun barbarlığa geri dönüşü karşısında
kanları donuyordu. Ama ben bunu sorgulamıyordum. Biz bir savaşa hazırlanıyorduk.
Birkaç yıl
içinde Almanlar İngiltere'nin dört-beş katı büyüklüğünde toprağı ele
geçirdiler. Bu topraklar elde tutulabilirdi, çünkü Alman gençliği Hitler
Gençliği’nde bunun için eğitilmişti. Biz Almanların dünyanın pisliğini temizleyeceğine
inandığımı hatırlıyorum.
Panzer
Bölüğünde
18 yaşında
askere çağrıldım ve Panzer birliğine alındım. Bu kadar genç bir yaşta
Panzerlere alındığım için kendimle çok gurur duyuyordum. Eğitim çok ağırdı. Eve
üniformamla dönüyordum ve halimden de fazlasıyla memnundum. Eğitimcilerimiz
bize içimizdeki bütün bireyciliği yok edeceklerini ve bizi Nasyonal Sosyalist
ruhla yeniden inşa edeceklerini söylüyordu. Bunda başarılı oldular.
Stalingrad’a kadar öyle inanıyordum.
Wehrmacht’ta
subay sınıfımız neredeyse tamamen aristokrat toprak sahipleri, “von”lardan
oluşuyordu. Savaş propagandası sürekli artıyordu. "Dünyanın özgürlüğünün
savunmak için", Polonya’yla ilgili bir şeyler yapmamız gerektiğini, aksi
takdirde onların bize saldıracağını duyuyorduk. Tarih şimdi Bush’lar ve
Blair’lerle tekerrür ediyor. 1 Eylül 1939’de Polonya’ya saldırdık. Berlin’de
bir bomba patladığında, bize bunun, barış yanlısı olan halkımıza karşı terörizm
olduğu söylendi. Bugün de, uluslar, aynı propagandayla savaşa hazırlanıyor.
Şimdi de aynı atmosfer olduğunu görüyorum – yalanlar ve yanlış bilgilendirme.
22 Haziran
1941’de Barbarossa Harekatı başladı. Ben o sıralar henüz eğitimdeydim.
Sovyetler Birliği'nde savaş başladığında Panzerler Fransa’daydı. Başlangıçta,
Alman ordusu ve onun disiplini, askeri bakımdan diğer uluslara göre çok
üstündü. Birliklerimiz Sovyetler Birliği'ne nispeten kolayca girdiler. Benim
bağlı olduğum birlik 1941 kışına kadar oraya gönderilmedi. Fransa’da havalar
iyiydi ve kış olduğu halde yolculuğun ilk evresi oldukça güzel geçmişti.
Almanya daha soğuktu ve Polonya’da ise kar yağıyordu. Sovyetler Birliği'nde ise
her şey beyazdı.
Anavatan
için savaşarak ölmenin büyük bir onur olduğuna inanıyorduk. Sovyetler
Birliği'ne Tanenburg denilen bir kasabadan girdik. Burada önceden tankların
katıldığı bir çarpışma olmuştu. 18 yaşında insanlar olarak hiç hazır
olmadığımız bu sahneyi izliyorduk. Başımıza ne geleceğini bilmiyorduk, yalnızca
emirlere uymak gerektiğini biliyorduk. Yanan tankların büyük çoğunluğu Rus tankıydı,
ancak birisi aynı benimki gibi bir Alman tankıydı ve sürücüsünün onun içinden
nasıl çıktığını merak ettim, çok zor çıkmış olmalıydı. Ve sonra onun içinden
hiçbir zaman çıkamamış olduğunu birden anladım, orada ölmüş olmalıydı.
İlk kez
ölmek istemediğimi anladım. Büyük çarpışmalar hakkında konuşmak güzeldi ama ya
gerçekte? Benim Nasyonal Sosyalist ruhum havada uçuşan kurşunları durduramazdı.
İşte bu korkuyla kafamda ilk kez şüpheler uyanmaya başladı.
Mannestein’ın
11. ordusuna bağlı olarak Kırım’a ulaştık. Kışın sonları ve baharın başında
saldırımız başladı. İlk çarpışmamı burada yaşadım. Biz kazandık. Ama tankımı
sürerken ayıltıcı bir olay başımdan geçti. Bize hiçbir zaman tankı
durdurmamamız öğretilmişti. Durursan, ölürsün. Geçmek zorunda olduğum bir
köprüye yaklaşırken yaralı bir yoldaşlarını taşıyan üç Rus askeri gördük. Bizi
görünce yaralıyı bıraktılar ve kaçmaya başladılar. Ben de yaralının üzerine
sürmemek için tankı durdurdum. Komutanım ilerlememi emretti. İlerlemek
zorundaydım, yaralı adamı ezerek öldürdüm. Bir katil olmuştum. Çarpışmada
öldürmekte bir sorun olmadığını düşünüyordum ama savunmasız bir insanı
öldürmek. Bu çok kötü hissetmeme neden oldu. Ama sürekli bunu düşünürseniz
delirebilirdiniz. Çarpışmadan sonra hepimize madalyalar verdiler. Bu çok
hoşumuza gitmişti. Kırım’ı tamamen yakıp yıktık. Köyleri almak, bir orduyu
teslim almak çok heyecan vericiydi. Sonra General Paulus’la bulaşacağımız
noktaya trenlerle taşınarak ulaştık. 1942 baharıydı. Ordunun Volga nehrine
doğru yürüyüşü başladı. Timoşenko’yu mağlup ettik. Çarpışmaların çoğuna
katıldım. Sonra Stalingrad’a yaklaştık.
Yol üzerinde
bizden zaman zaman durum raporları veren politik komiserlerimiz vardı.
Komiserimiz birliğimizde üstümüzdü. Çimin üzerinde onun etrafında
toplanırdık. O geldiğinde selam durmamız gerekmediğini, rahat
davranmabileceğimizi söylerdi. Bize “Neden Rusya’da olduğunuzu biliyor
musunuz?” diye sormuştu. Birisi: “anavatanın onurunu savunmak için” diye
yanıtladı. Komiser bu lafların Goebbels’in çöplükleri olduğunu ve savaşın
sloganlar değil gerçekler üzerinde verildiğini söyledi. Proletaryanın çöpten ordusunu
yok ettiğimiz zaman, dedi bize, güneydeki savaş sona erecekti. Sonra nereye
gidecektik? Stalingrad’a 800 km mesafedeki Kafkasya ve Hazar petrol bölgelerine
diye cevap verdi. Oradan sonra? O konuda hiçbir şey bilmiyorduk. 700 km daha
doğuya gidersek Irak’a ulaşmış olurduk. Bu sırada Rommel, Nil Deltasında
savaşıyordu ve doğuya ilerlemek istiyordu. Komiserimize göre, başlıca petrol
sahalarını ele geçirmeden Almanya büyük bir güç olamazdı. Ve bugünkü duruma
bakıyorum da –yine her şey petrolle ilgili.
Bir Komünist
Tutsakla “Kafakarıştıran” Karşılaşma
Savaşta
hafif bir yara aldım. Cephede savaşamayacak durumda olduğumu beyan ettim ve
böylece beni hastaneye götürdüler.
Bu noktada,
yeni bir baskısı yapılan Hitler’in Cehennemi'nden (Spellmount, Staplehurst,
1990, s. 77-81) kitabımdan anlatmaya devam etmek istiyorum:
“Kamufle
edilmiş vagonlarda kısa bir tren yolculuğuyla bizi Stalino adlı bir kasabada
bir hastaneye götürdüler. Orada genellikle iyi zaman geçirdim. Cepheden birkaç
hafta uzakta dinlenmek altın değerindeydi.
“Hastane
personelinin büyük bölümü, baş cerrahlar da dahil olmak üzere Rus’tu. Savaş
koşullarına göre tedavi çok iyiydi, ve cepheye geri dönmeye hazır olduğumda,
bir Rus doktor bana şeytanca gülümseyerek şöyle dedi: “Tekrar doğuya git evlat,
zaten, bu yüzden burada değil misin?”. Cepheye geri dönmek istediğime emin
değildim. Zaten henüz yirmisinde bile değildim ve yaşamak istiyordum, ölmek
değil.
“Her ne
kadar hastaneyi terk edecek kadar iyileşmiş olsam da, henüz Rostov’a doğru
saldırıya geçmiş olan bölüğüme katılacak durumda değildim. Donetz ve Dinyeper
arasında bir esir kampını koruyan bir birliğe gönderildim. Dümdüz bir ülkede
kamp tamamen açık bir yere kurulmuştu. Binlerce mahkum üzerlerine örtecek
hiçbir şey verilmeden açıkta tutulduğu halde, mutfak, mühimmat, vs. hepsi çadır
beziyle kaplanmıştı. Tayınları bizimkiler kadar kötü olmasa da, çok zayıftı.
Yine de yazın hava güzeldi ve Ruslar, her koşulda yaşamaya alışmışlardı. Bütün
kamp daire şeklinde bir hendekle çevrelenmişti ve esirlerin bu hendeğe
yaklaşmalarına izin yoktu. Kampın içinde bir tarafta belli sayıda bina
barındıran bir Kolhoz bulunuyordu. Bütün Kolhoz dikenli tel yığınlarıyla
sarılmıştı ve nöbetçiler tarafından korunan tek bir girişi vardı. Benim gibi bir
düzine yarı-çürüğe çıkmışla de bu binalar topluluğunu korumakla
görevlendirildim.
“Askerlerin
çoğunluğuna göre nöbet görevi askerlerin çoğunluğu tarafından zihni öldüren bir
iş, bir tür ceza olarak görülüyordu. Her şeyden öte, aşırı derecede sıkıcıydı ve
Kolhoz binalarına gitmek kendi başına garip bir işti. İpucu, sanırım, Hitler’in
bütün siyasi tutsakların, Politruks’un (Siyasi Subaylar) ve Komünist Parti’nin
diğer üyelerinin vurulmasını içeren iğrenç “Kommissar Befehl”inde (Komisere
Emirler) bulunabilir. Yahudiler için “Nihai Çözüm” ne idiyse, Komünistler için
de “Kommissar Befehl” oydu. O zaman çoğumuz komünizmin bir suç olduğunu,
komünistlerin suçlu olduklarını düşünüyorduk ve bir komünistin komünist olması
onun bir suçlu olduğunu kanıtlamaya yetiyordu. Sonunda “komünizm şeytanını” yok
etmek için kurulmuş bir kampta görevlendirilmiş olduğum kafama dank etti.
“Kolhoz
binalarına götürülen hiç kimse geri gelmiyordu. Kaderlerinin ne olduğunu
önceden biliyorlar mıydı, emin değilim. Diğerleri tarafından dışlanan bazı
tutuklular da vardı ve bu şüpheli durumlarda bile, bunlar ister Partiye üye
olmadıklarını, isterse de Komünist dahi olmadıklarını açıklasınlar , –hatta
antikomünist olduklarını söyleyenler bile- infaz ediliyorlardı. Her esirin,
önce gelişigüzel bir ifadesi alınıyor, sonra infaz gerçekleştiriliyordu, her
zaman aynı yerde dışardan zorlukla görülebilen bir binanın isle kaplı bir
duvarı önünde. Cesetlerin ise biraz daha arkada kazılmış birkaç hendeğe
atılıyordu.
“Günlük
rutinimiz monotondu. Ya başka bir erle birlikte giriş bölümünde birkaç saat
durarak, ya da binalar arasında yürüyerek nöbet tutuyordunuz, makineli tüfek
daima omzunuzda hazır olmak zorundaydı. Bizim gözetimimizde 15-20 esir
oluyordu. “Evleri” bir domuz ağılından bozmaydı, buranın etrafı da dikenli
tellerle sarılmıştı. Bu bir hapishanenin içindeki bir hapishanenin içindeki bir
hapishaneydi desek yanlış olmaz. Nöbet sistemimiz onlara filen hiçbir kaçma
şansı bırakmıyordu ve çok az sorunumuz oluyordu. Bütün gün ve gece onların
arasında olduğumuz için, hepsinin simaları ve isimleriyle tanır hale gelmiştik,
ve tabi onları “sorgu”ya ve idam mangasının önüne götüren de bizler
oluyorduk.
“Tutsaklardan
birisi iyi sayılacak derecede Almanca biliyordu, okulda öğrenmiş. Soyadını
anımsayamıyorum ama adı Boris’ti. Benim de biraz tarzancaya kaysa da çat pat
Rusça konuşabildiğim için, onunla birçok konuda sohbet edebildik. Boris bir
subaydı, bir Politruk (siyasi komiser –ç.n.), benden aşağı yukarı iki yaş
büyüktü. İkimizin de çilingir işlerinden anladığımız ortaya çıktı, o bunu
Gorlovka-Artemovsk Region’da, ben ise Hambur Demiryolu atölyesinde öğrenmiştik.
Ordunun yürüyüşü sırasında onun kasabasından da geçmiştim. Sarışın, 1.90
boylarındaydı ve bu umutsuz durumda bile dostça pırıltısını kaybetmemiş
gülümseyen mavi gözleri vardı. Sık sık, özellikle geceleri onunla sohbet etmek
için yanına gitme ihtiyacı duyuyordum. Kolayca arkadaş olmamıza biz de
şaşırmıştık. Çoğunlukla ailelerimizden, evden, okulumuzdan ve çıraklık
günlerimizden konuşurduk. Onun erkek ve kız kardeşlerini, kaç yaşında
olduklarını, anne babasının nasıl yaşadıklarını, ve hatta bazı kişisel
alışkanlıklarını dahi öğrenmiştim. O tabi ki, Alman işgali altında ailesinin
başına neler gelmiş olabileceği konusunda çok endişeliydi ve benim de onu
avutabilecek hiçbir şey söyleyemiyordum. Hatta bana adreslerini bile verdi ve
onun kasabasına tekrar gidersem onları sormamı ve onlara söylememi istedi. “Ama
neyi söyleyecektim?”, ben de o da biliyorduk ki bir daha oraya hiç
gitmeyecektim, ve sevdikleri Boris’e ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceklerdi.
O da benim ailemi ve kalbimde yeri olan her şeyi öğrenmişti.
“Boris’e
geride bıraktığım kız arkadaşımdan ve ona ne kadar büyük bir aşkla bağlı
olduğumdan da söz ettim. Anlayışla gülümsedi ve kendisinin de şimdi
üniversitede okuyan bir kız arkadaşı olduğunu anlattı. Böyle anlarda
birbirimizi çok yakın hissediyorduk – ta ki bir an gelip aramızda bir uçurum
olduğunu, benim burada omzumda bir tüfekle oturduğum onun ise bir tutsak olduğu
gerçeği kendisini birden hatırlatıncaya kadar. Bir daha hiçbir zaman bir kızı
kollarında tutamayacağını biliyordum, ama onun bunu bildiğinden emin değildim.
Onun tek suçunun bir asker ve bir Politruk olmak olduğunu biliyordum ve içimden
bir ses bana bu işte bir adaletsizlik olduğunu söylüyordu.
“İlginçtir,
ordudaki hayat hakkında çok az konuşmuştuk, ve politika konusunda da aramızda
birbirimizi anlayabileceğimiz hiçbir ortak zemin olmadığını hatta en ufak ortak
bir payda dahi olmadığını fark ediyorduk. İnsanca konuların bir çoğunda bu
kadar yakın olduğumuz halde, bu konular açıldığında farklı dünyalara ait
olduğumuzu görüyorduk.
“Sonunda
Boris’in son gecesi geldi çattı. Birliktekilerden vurulma sırasının ona
geldiğini öğrendim. Akşamüzeri onu “sorguya” götürdüler, onu dövdüklerini ve
yüzüne vurduklarını gördüm. Yaralandı, ama neden olduğu hakkında hiçbir şey
söylemedi, - ben de ona hiçbir şey sormadım. Şafakta kurşuna dizileceği ona
söylenmiş miydi bilmiyorum, ve ben de ona bunu kesinlikle söylemedim. Ama
akıllı bir insan olarak, sorguya götürülen yoldaşlarının geri
gelmeyişinden mutlaka bir sonuç çıkarmıştı.
“Gece ikiden
dörde kadar nöbetim vardı, ve gece güzel, ılık ve sessizdi. Hava doğanın
müziğiyle doluydu. Boris domuz ağılından bozma yerin dışında sırtını duvara
vermişti ve küçük mızıkasını çalıyordu. Bu onun elinde kalan tek varlığıydı, diğer
her şeyini almışlardı. Tipik bir hüzünlü Rus melodisi çalıyordu, geniş
bozkırlar ve aşk hakkında bir şey. Ama sonra tutsak yoldaşlarından birisi
bağırdı, ona susmasını söyledi. Boris bana baktı, onu umursamayıp çalmayı
sürdüreyim mi der gibi. Ben omzumu silktim, o da mızıkasını avucunun içine
vurarak, omzuma elini koydu ve “Niçevo (boşver –ç.n.) , hadi gel konuşalım”
dedi. İçimde büyük bir gerilim vardı ve ne hakkında konuşacağımı da
bilemiyordum. Üzgündüm, onunla dost olmak hatta ona yardım etmek isterdim – ama
nasıl? Neden böyle olmuştu, gerçekten bilmiyordum, bana sorgulayan gözlerle
baktı, ve ilk defa konuşmamız siyasi konulara kaydı. Belki de derinde ona bu
geç saatte bir açıklama yapma isteği vardı içimde, onun bu kadar inançla bağlı
olduğu davanın ne olduğunu bilmek istiyordum – ya da yalnızca en azından kendi
kendimi onun inancının yanlış olduğuna inandırmak.
“Peki sizin
Dünya Devriminiz ne oldu?” dedim, “şimdi tamamen sona erdi, yanılıyor muyum, ve
zaten bir saçmalıktı – başından beri özgürlük ve barışa karşı kurulmuş bir
komploydu.” O anda Almanya’nın Rusya’yı yenmesinin an meselesi sayıldığını
hatırlatmak isterim. Bir süre sessizce durdu, öylece saman yığınlarının
üzerinde oturuyordu, küçük mızıkasına bakıyordu. Bana tepki gösterseydi, rahatlayacaktım
aslında. Ve yavaşça ayağa kalkıp yanıma geldiğinde ve doğrudan gözlerimin içine
baktığında aslında ne kadar öfkelenmiş olduğunu gördüm. Sesi sakindi, hatta
belli bir hüzün ve hayalkırıklığı vardı, ama kendisi için değil – benim adıma.
“Bayım” dedi! “ Bana bütün hayatını anlattın, sen de benim gibi fakir halktan,
işçi sınıfından geliyorsun. Dostcanlısısın ve aptal da değilsin – ama öbür
yandan oldukça aptalsın çünkü hayattan hiçbir şey öğrenmemişsin. Öyle görünüyor
ki beyinyıkayıcıların çok iyi bir iş yapmışlar, keza kafana soktukları
propagandayı tamamen benimsemişsin. Asıl trajik olan, senin kendi en temel
çıkarlarına karşı yönelmiş olan fikirlerin bir destekleyicisi durumuna gelmiş
olman, o şeytanların elinde gönüllü olarak zavallı bir alete dönüşmüş olmandır.
Dünya devrimi sürmekte olan bir tarihsel gerçekliktir. Siz savaşı kazansanız
bile, ki ben bunu başarabileceğinizi düşünmüyorum, Dünya Devrimi askeri
önlemlerle durduralamayacak ve durdurulamaz. Senin şu çok güçlü ordun bize çok
büyük zararlar verebilir, halkımızın çoğunu öldürebilir – ama fikirleri
öldüremez! O fikirlerin hareketi sana şimdi uyku halinde görünebilir, ama hala
buradadır ve yeniden tarih sahnesine çıkacak ve yoksul halkı, Afrika’dan
Amerika’ya, Asya’dan Avrupa’ya, bütün ezilen halkları er ya da geç harekete
geçirecektir. Halk kitleleri günü geldiğinde sermaye gücünün kendilerini
yalnızca soymakla ve ezmekle kalmadığını, aynı zamanda bütün insani
potansiyellerini sömürdüğünü, onları sırtlarından kar elde etmek için
kullandığını ya da bir kenara attığını anlayacaklar. Halk bir kez onu
kavradığında bu fikir sürekli başka yerlere sıçrayarak yayılan bir alev gibi,
halk ayaklanmalarıyla neredeyse maddi bir güç halini alacak ve insanlık için
yapılması gerekeni yapacaktır. Bunu onlar için Rusya yapmayacak, her ne kadar
Rus halkı emekçi halklar içinde köleliğin zincirlerini ilk kıran olsa da. Dünya
halkları bunu kendileri için, kendi ülkelerinde, kendi sömürücülerine karşı,
zamanı geldikçe kendi bildikleri yolla yapacaklar!”
“Öfkesi onun
ne sözünü kesmeme ne karşı fikir yürütmeme izin vermiyordu. Her ne kadar
sessizce konuşuyorduysa da, sözleri beni derinden sarsmıştı. Daha önce kimse
benim kafamda bu kadar büyük ayılmaya yol açmamıştı, kendimi onun sözleri
karşısında tamamen çaresiz ve savunmasız hissettim. Ve son bir tokat atarak
beni uykumdan uyandırmak için silahımı gösterdi ve “şu şey”, o fikirler
karşısında hiçbir şey yapamaz dedi. “Ve eğer bana cevap verecek düşünce
yeterliliğin olduğuna inanıyorsan, lütfen şu ülke, özgürlük ve Tanrı üzerine
aptalca sloganları kullanmak boşuna için zahmet etme.”
“İçimde,
neredeyse bunaltıcı bir öfke belirdi. Doğal tepkim onu olduğu yerde bırakıp
gitmek olurdu. Ama bir an, onun birkaç saat sonra öldürüleceğini hatırladım, ve
belki de bu şekilde son kez bana bir uyandırıcı darbe vurarak biraz olsun
avunuyordu. Nöbet zamanım sona ermişti. Ona veda etmek, son bir “dasvidanya” ya
da “Auf Wiedersehn” demek istemedim, ona son bir kez baktım, yüzüme yansıyan
öfke ve hüznün karışımı duyguda o, belki de yok olmakta olan bir insanlığın son
zerrelerini gördüğünü düşünmüştür. Sonra arkamı döndüm ve karargahımızın
aralarında olduğu binalara doğru yürüdüm. Boris hiç kıpırdamadı bile, arkamdan
seslenmedi ve ben de arkama bakmadan yoluma devam ettim. Ama ondan uzaklaşırken
dikkatle bana ve sırtımdaki gülünç tüfeğe baktığını hissediyordum.
“Ve uzakta
günün ilk ışığı göründü.
“Biz
nöbetçiler de samanların üzerinde uyuyorduk, her zaman nöbetten sonraki uykuyu
severdim. Ama o gece gözüme uyku girmedi. Soyunamadım bile, uzanıp öylece
kaldım ve şafağın söküşünü içim ürpererek izledim. Hem Boris, hem de kendim
için üzüldüm. Olanları anlayamıyordum. Ve güneş yeni yükselmişti ki, bir el
ateş edildiğini duydum, küçük bir ses, hepsi o kadar.
“Kalktım ve
mezarların hazır olduğu yere doğru yürüdüm. Bütün saf güzelliğiyle sabah vakti
gelmişti ve kuşlar sanki hiçbir şey olmamış gibi şarkı söylüyordu. Tüfekleriyle
birlikte geri dönen idam mangasıyla karşılaştım, canları sıkılmış
görünüyorlardı. Beni görünce yalnızca başlarını salladılar, neden o yöne doğru
gittiğimi merak etmişlerdi. Toprağın üzerinde başka iki ya da üç mahkumun
cesetleri daha duruyordu. Boris’in yanında üç kişi daha yatıyordu, üzerleri
örtülüydü. Yine de onu tanıyabiliyordum, ceketi buruşmuştu ve botlarını da
almışlardı, ama deri kemeri üzerinde duruyordu ve üzerindeki kanı
görebiliyordum. Mezar kazıcılar bana baktılar, burada ne işim olduğunu merak
ediyorlardı. Suratları asıktı ama gözlerinde korku ve nefreti de
görebiliyordum. Boris’in mızıkasına ne olduğunu sormak istedim, almışlar mıydı,
yoksa hala ceketinin cebinde miydi? Ama sonra ölünün eşyalarını çalmak
istediğimi zannedeceklerini düşünerek vazgeçtim ve kaldığım yere döndüm ve
uyumaya çalıştım.
“Bir zaman
sonra tekrar “cephe hizmetine uygun” raporu aldım ve tekrar birliğime katılmak
üzere cepheye geri gönderildim. Burada işler daha tek düzeydi. Hayat her
zamanki gibi zor olsa da, insanın aklını ve bilincini karıştıran deneyimler
yoktu.
“Gençler
beni tekrar aralarında gördüklerine sevinmişlerdi. Volga şimdi çok yakındaydı
ve Ruslar ordularının hangi demirden dövüldüğünü gösterircesine şiddetle
çarpışıyordu. Birliğimdeki bir çok asker, hepsi yakın dostlarımdı, öldüler.
Komutanımız, Oberleutnant Steffan, kafasından vuruldu. Ne kadar üzülsem de bunları
anlayabiliyordum. Ama Boris’in idamı – neden? Bu bana İsa’yı bir kez daha
çarmıha çıkarmak gibi geliyordu.
Stalingrad’a
Yaklaşırken
1942 yazının
bize zafer getireceğini düşünüyorduk. Kızıl Orduyu defalarca kıskaca almayı
denedik ama her seferinde geri çekildiler. Korkak olduklarını düşünüyorduk, ama
işin iç yüzü öyle değildi.
Don Bas
bölgesinde, fabrikaların olduğu bir kasabaya ulaştık. Sovyetler bütün
makineleri sökmüş ve hepsini Urallar’ın doğusuna kaçırmışlardı. T-34’ün seri
üretimi bu makinelerle yapılıyordu. T-34 tarihteki en başarılı tank modeliydi.
Bizim zafer ümitlerimizi mağlubiyetimize dönüştürecek olan T-34’lerin üretimi
olacaktı.
Ordunun
içinde ekonomik uzmanlar vardı, bunlar yeşil üniforma giyiyordu. Bu fabrikaları
ve bütün makinelerin tamamen sökülmüş olduğunu gördüklerinde mosmor oldular.
Ele geçirilecek bu makinelere büyük ümitler bağlamışlardı.
Stalingrad’a
ilk defa geliyordum. Rus askerlerini yakalayamıyorduk çünkü partizanların
arasına kaynamışlardı. Bizim tarafımızda yabancı birliklerimiz vardı,
Romanyalılar gibi. Bu yabancıları Stalingrad’ın ardındaki kanatlarımızı korumak
için kullanıyorduk ama müttefiklerimiz bizim kadar disiplinli ya da bizim kadar
iyi silahlanmış değillerdi, o yüzden kolayca saldırıya uğruyorlardı. Bizim
birliğimiz Romanya ordusunun arkasından geliyor ve Ruslar Romanyalı saflarını yardıkça
onlarla biz çarpışıyorduk. 1942 Kasım’ıydı. Nöbet sırasında garip bir şeyler
olduğunu hissettik. Rus T-34’leri ikinci dünya savaşının en iyi tanklarıydı ve
dizel motorlarının sesini nerede duysam tanırdım. Bir an onlardan bir çoğunun
geldiğini duyar gibi oldum. Üstlerimiz bize onların kaçtıklarını söyledi.
Rusların işinin bittiğini ve bizim boşuna korktuğumuzu söylediler.
Oysa her şey
daha yeni başlıyordu. Top atışı bir an sustu ve tankların yaklaşmakta olduğunu
duyduk. Tan ağarırken üzerlerinde spot lambalarıyla geldiler ve ateş etmeye
başladılar. Bizim için gelmişlerdi. Bize yüzlerce takın yaklaşmadığını,
yalnızca tek bir tankın geri çekilmekte olduğunu söyleyen subayın yüzü gözümün
önüne geldi. Önümüzde bir koyak uzanıyordu. Rus tankları oraya daldılar ve
çıktıklarında her şeyin bittiğini biliyordum. Bir korkak gibi can havliyle
yakındaki bir korunağa atladım, ve tankların beni ezemeyeceği bir köşeye
büzüldüm. Tam üzerimize doğru sürdüler. Büyük bir çatışma oldu – Rusların
bağrışları, birkaç Romanyalının sesi. Yerimden kımıldayamadım bile. Saat
sabahın 6’sıydı. Saat 8-8:30 gibi sessizlik çöktü. Arkadaşlarımdan biri, Fritz,
ölmüştü. Yaralıların can çekişen çığlıkları duyuluyordu. Ruslar ölülerini ve
yaralılarını aldılar, Almanlar ve Romanyalılar hala orada yatıyordu. 20
yaşındaydım ve ne yapacağımı bilmiyordum.
Yaralılar
benden yardım istiyordu. Hiçbir tıbbi bilgim yoktu, ne de malzemem vardı ve
ümitsiz durumda olduklarını da görebiliyordum. Onlardan uzağa kaçtım. 15-20
yaralı vardı. Bir Alman arkamdan "domuz!" diye bağırdı. Yine de onlar
için hiçbir şey yapamayacağımı anlamıştım, bir an evvel buradan uzaklaşmaya
odaklanmak zorundaydım. Korunağa geldim, orada bir soba vardı. Etraftan biraz
yakacak buldum. İki subay beni gördü, geri adım attım. Benim Alman üniforması
giyen bir Rus askeri olduğumu düşünmüş olacaklar. Sobayı yaktım, ve gün batana
kadar uyudum. Uyanmaya korkuyordum. Şimdi ne olacaktı?
Karanlıkta
yürümeye çalıştım. Hitler Gençliği’ndeyken yön bulmayı öğrenmiştik ve Kuzey
yıldızına bakarak yönümü bulmasını biliyordum. Ne olduğunu bilmiyordum, Ruslar
Stalingrad’ı almış mıydı, Alman 6. ordusu teslim mi olmuştu? Doğruca
çarpışmanın olduğu yere doğru yürüdüm.
Sonunda
yolda karşılaştığım başka bir askerle beraber yürüyerek Alman hatlarına
ulaştık. Ancak hatları geçerken az kalsın vurulacaktım, çünkü birliğime ne
olduğunu bilmediğim için benim bir kaçak olduğumu zannetmişlerdi.
Lindemann
savaş grubunda görevlendirildim. Birlik veya alay diye bir şey kalmamıştı.
Hepsini kaybetmiştik. Geriye kalan tek şey Hitler’in dünyayı yakıp yıkma
planıydı. 7-8 kulübeden oluşan küçük bir köye ulaştık, Lindemann bütün
kulübeleri ele geçirmemizi ve hepsini yakmamızı emretti. Bunlar fakir,
tabanları dahi olmayan kulübelerdi. Onlardan birinin kapısını açtım. İçerisi
kadınlar, çocuklar ve yaşlılarla doluydu. Fakirlik, yoksulluk içindeydiler.
İnsanlar yerde oturuyorlardı. Onlara kulübeden çıkmalarını emrettim,
"hepimizi öldürecekler!" diye bağrışmaya başladılar. Kucağında bebeği
olan bir kadın bana, "Alman askeri, senin annen yok mu?" diye sordu.
Yanında küçük bir çocuk olan yaşlı bir adam vardı. Çocuğu ondan çekip aldım ve
silahımı ona doğrulttum, ve eğer herkes dışarı çıkmazsa çocuğu vuracağımı
söyledim. Yaşlı adam çocuğun yerine kendisini öldürmemi istedi. Lindemann, evi
içerdekiler çıkmasa bile yakmamı emretti. Bana söylenileni yaptım. Sonra
insanlar kapıyı açtılar ve çığlıklar atarak dışarı kaçıştılar. Eminin ki
hiçbirisi sağ bırakılmadı, orada hepsi öldürüldü.
Kısa süre
sonda, Ruslar tekrar saldırdı. Benden bile genç olanlar vardı, kaçarak bizim
birliklere katılmak için karda yürüyorlardı. Rus Stormovik uçakları gün
ağarınca sökün ettiler, biz karda yürüdükçe izlerimizi takip ederek peşimizden
geliyorlardı. Bizi kuşatmaya çalışıyorlardı. Durumumuz ümitsizdi. İçimizden
birisi vuruldu –Willi. İyi bir dosttu. Durumu ümitsizdi. Onu ne bırakabilirdik,
ne de yanımızda götürebiliyorduk. En yaşlı olarak benim karar vermem
gerekiyordu. Dizlerimin üzerine çöktüm, kafasına vurdum ve üzerini karla
örttüm. Bir kez daha katil olmuştum, ama başka ne yapabilirdim?
Tekrar
yaralandım (üçüncü kez). Yakalandım ama kaçmayı başardım. 1944’de beni
Westphalia’daki bir Alman hastanesine götürdüler. 1945 başında Amerikalılarla
savaşmak üzere batı cephesine yolladılar. Ruslarla savaşmaktan iyiydi. Çünkü
Rusya’da çok ağır suçlar işlemiştik, Ruslar bizden gerçekten nefret ediyordu,
onların eline geçmemek için deli gibi savaşmak gerekiyordu.
Normandiya
çıkarmasından sonra Ren hattını korumaya gönderildik. Patton’un ordusu Paris’e
doğru harekete geçti. 17 Mart 1945’te Alman Ordusu teslim olduktan sonra,
trenle Cherbourg’a götürüldük. Bizi açık kömür trenlerine koydular –binlerce
Alman askeri. Yolda tuvalete dahi gitmemize izin vermediler ama bol yiyeceğimiz
vardı.
Doğudan batıya
kadar dehşeti ve yıkımı gördüm. Ne yapmıştık! Felaket gibi bir yıkımı gördüm.
50 milyon insan ölmüştü! Toprak istemiştik, hem de ne toprak, Rusya tüm
dünyanın ham maddelerinin yüzde ellisine sahipti. Her şey bununla ilgiliydi.
Şimdi dönüp
geriye baktığımda Kızıl Ordu’nun insanlığı Hitler’den kurtarışı önünde saygıyla
eğiliyorum. Onlar bizden daha çok insan kaybı verdiler. İkinci dünya savaşında
ölen tüm Alman askerlerinin onda dokuzu Rusya’da öldü. Beni İmparatorluk Savaş
Müzesinde düzenlenecek olan anmaya katılmak için çağırdılar. Orada Kızıl
Ordu’ya saygımı dile getiren küçük bir konuşma yaptım. Bu yüzden Irak’taki
savaşa karşı Mart ayında düzenlenen mitinge de katılmak zorundaydım. Bu insanı
dirilten bir deneyimdi benim için.
Biz Almanlar
dünyadaki en büyük askeri güç olduğumuzu düşünmüştük, ama bakın işte bize ne
oldu – Amerikalılar bunu hatırlamalı. Boris’in düşündüğü biçimde olmasa bile
dünyanın dört bir yanında bir gün devrim gerçek olacak. Yeni bir uyanış mutlaka
gerçekleşecek.
(ilk
kez Stalin Arşivi tarafından Türkçeleştirilmiştir.)
-----------------------------------------------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder