9 Aralık 2015 Çarşamba

Stalingrad Savaşı'nda Alman Panzerleri İçinde

İlk Elden bir Tanıklık
İngiltere’deki Stalin Society’de Henry Metelmann tarafından yapılan konuşma, Şubat 2003
-----------------------------------------------------------------------

"Stalin Society’nin 23 Şubat 2003’deki yıllık toplantısında Henry Metelmann konuşmacı olarak katılarak bizi şereflendirdi. Yaşamının Hitler Gençliği örgütündeki gençlik yıllarından Stalingrad’da Alman ordusu saflarında savaşmasını da kapsayan kısmının  çarpıcı bir muhasebesini verdi. Nazi Almanya’sının yayılmacı politikasıyla günümüzün Anglo-Amerikan Emperyalizminin Irak’a saldırısı arasında güçlü koşutlukları ortaya koydu. Aşağıdaki yazı Metelmann'ın toplantı esnasında anlattıklarının ancak kısa bir özetidir." (Stalin Society'nin notu)


http://omniatlas.com/maps/europe/19430319/

1991’deki tasfiyesine kadar Büyük Britanya Komünist Partisi üyesiydim.


Şunu söylemek isterim ki ben kendimi bir tarihçi yerine koymuyorum. Almanya’da fakir bir işçi ailesinden geliyorum. Yalnızca devlet eğitimi aldım, ve şimdi burada ana dilimde konuşmadığımdan kendimi yeterince açık ifade edemezsem beni hoşgörmenizi dilerim. 

Harpal Brar beni İmparatorluk Savaş Müzesi’nde yaptığım konuşmanın ardından aradığında, bir Stalin Derneği’nin varlığından habersizdim. Böyle bir kurumun varolduğunu duymak beni mutlu etti. Burada bulunmaktan sevinç duyuyorum. Bu büyük bir onur. 

Hayatımı ana çizgisi, sizi, Schleswig Holstein’da bir çocuktan, Stalingrad’daki Napolyonvari geri çekilişe götürecektir. Bazen kendime neden tarihten ders almadığımızı soruyorum.  Napolyon 1812 yılında Rusya’yı işgal etmişti. Doğu Prusya’dan 650.000 kişiyle yola çıktı ve Smolensk’le Moskova’nın üzerine yürüdü, ancak geri çekilmek zorunda kaldı. Rus ordusu geriye kaçanları paramparça etti ve ordusu Paris’e döndüğünde, Napolyon’un yanında yalnız 1400 asker kalmıştı. Hiç kuşkusuz, 650,000’in tamamı asker değildi, ve ancak yarısı Fransızdı- geri kalanı Alman ve Polonyalılardan oluşuyordu. Okumayazma bilmeyen bir çok köylü Napolyon’un ordusuna katılmanın iyi fikir olduğunu zannetmişti. Kod adı Barbarossa olan kampanyada Sovyetler Birliğini işgal ettiğimizde biz de en güçlü ve en akıllı olduğumuzu zannediyorduk- ve sonra ne olduğu biliniyor!

1922’de Schleswig Holstein’da doğdum. Babam bir vasıfsız işçiydi. 1866’ya kadar Schleswig Holstein Danimarka’nın parçasıydı. Bismarck ve Prusya ordusu Danimarka’yla sonunda Schleswig Holstein’in Almanya’nın olacağı bir savaş başlattı. Ben Rusya’da askerken en soğuk günde hava sıcaklığı  -54 dereceye kadar düştü. 
Danimarkalıların bu savaşı kazanmasını dilemiştim, öyle olsaydı 1942 kışında Rusya’da donmakta olan bir Alman olmaktan kurtulacaktım. Sonradan hangi milletten olursak olalım tek bir büyük ailenin üyeleri olduğumuzu anlarım, ancak o zamanlar bunun kesinlikle ayırdında değildim hiç şüphesiz.

1930’larda Almanya

10 yaşına kadar (1922’den 1932’ye kadar), Kayzer’in 1919’da düşürülmesinden sonra  oluşturulan Weimar Cumhuriyetinde yaşadım. Bütün bu olaylara küçük bir çocuk olarak tanık oldum. Tabi ki ne olup bittiğini anlamıyordum. Anne ve babam sevgi dolu insanlardı ve benim için ellerinden ne geldiyse yaptılar, ama yine de, 7 milyon insanın işsiz olduğu o dönemi, kargaşalı grevler, çatışmalar, ekonomik durgunluk, sokaklarda kan, bunlarla hatırlıyorum. Hamburg’un dışında insanların büyük zorlukla yaşadığı bir işçi mahallesinde büyüdüm. Kızıl bayrakların taşındığı eylemler olurdu, kadınlar kucaklarında çocukları ve bebek arabalarıyla “Bize ekmek verin, bize iş verin” diye, işçiler “devrim” ve “yaşasın Lenin!” diye bağırırlardı.  

Babam oldukça solda düşünen birisiydi ve bana birçok şeyi açıklardı. Alman egemen sınıfı durumdan oldukça korkuya kapılmıştı ve bir şeyler yapmak gerektiğine ikna olmuştu. Kaçmak zorunda kaldığım bir çok sokak çatışmasına tanık oldum, bu olaylar bana artık yaşamın doğal bir parçası gibi geliyordu.

1932 Noelinde 10 yaşındaydım. Birkaç gün sonra 30 Ocak 1933’de Reichstag’da bir bomba patladı. Hitler tam o sıralarda Almanya Şansölyesi olarak atanmıştı. Annem Hindenberg’in onun atanmasına nasıl izin verdiğini soruyordu, keza hepimiz Nazilerin katiller olduklarını biliyorduk. İntikam ve halkı tepelemekten söz edip duran ırkçıların bir partisi olduğunu biliyorduk. 

Annem böyle dese de, olanlar bana ilginç ve heyecan verici geliyordu. Sokaklarda yürüyen kahverengi gömlekli SA üyelerini görmek istiyordum ve onların çok havalı olduklarını düşünüyordum. Biz gençler onların marşlarını söylemeye çalışır ve gururla arkalarından uygun adım yürürdük. SA yürüyüşçülerinin en arka üç sırasında artçılar yürürdü, eğer kaldırımdakiler Nazi bayrağını selamlamazsa, artçılar onları zorlardı. Sonra ben de Hitler Gençliğine katıldım, annem beni onların arasında gördüğünde utanmıştım.

Hitler işçi sınıfı isyanını ezmek üzere göreve getirildi

Hitler, Reich şansölyesi olmuştu. On yıl öncesine kadar onu kimse tanımıyordu bile. Nazi ismi (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin kısa söylenişi), ancak geleneksel partilerden hayal kırıklığına uğramış birkaç kişiyi kendine çekebiliyordu. Bazıları, Hitler’e, ondan öncekilerden daha kötü olamayacağını düşünerek bir şans vermek gerektiğini düşünen kendince samimi sosyalistlerdi. Hitler ve onun partisinin temsilcilerinin ağzından ise Almanya’yı büyütmek, Yahudilere ve halkın diğer aşağı kesimlerine saldırmaktan başka bir laf çıkmıyordu. Alman halkına bütün dünyayı Alman tarzında hizaya getirmek görevini Tanrı vermişti, diğer halklar bunu istemeseler bile.

Seçim falan olmuyordu. Hitler akşamdan sabaha göreve getirilmişti. Seçimler Hitler’i iktidara getirebilmek için iptal edilmişti. Neden? Nazilerin hiçbir temeli yoktu. Peki kim onları iktidara getirdi? Hindenberg Alman egemen sınıfının bir sözcüsüydü, askeriye, silah üreticileri, Ruhr baronları, bankerler, Kilise ve aristokrat toprak sahipleri. Babama göre Hitler zenginlerin bir uşağı olarak iktidara gelmişti. Onu, işçi sınıfının kötü yaşam koşullarına isyanını ezmesi için başa getirmişlerdi. Hitler, Alman vatandaşı bile değildi. Orduda bir çavuştu, Viyana’da dolaşan bir serseriydi. Hiçbir eğitimi yoktu, yalnızca "intikam!" diye bağırmasını biliyordu. Nasıl oluyor da Almanya gibi gelişmiş bir ülkede böyle bir herif Alman Devletinin ve Alman Genel Kurmayı'nın başına geçebiliyordu? Partisi bir hiçti. Onu yaratan Rus Devriminin bir tekrarını engellemek isteyen para babalarından başkası değildi.  

Yürütme erki Hitler'in elindeydi ama o bir diktatör değildi. O sadece vitrindeki adamdı. Alman devleti gibi karmaşık bir makineyi idare edecek kadar zeki değildi.

Naziler toplama kampları kurdular. Babam her zaman biz işçilerin hakları için mücadele etmek zorunda olduğumuzu, çünkü bu aşağılıkların bize ancak kar edebilecekleri zaman iş verdiklerini ve devrime dönüşebilecek bir isyandan başka hiçbir şeyden korkmadıklarını söylüyordu. Bir gün iki araba dolusu kahverengi gömlekli sabaha karşı saat üçte çıkageldi ve sendika sekreteri olan komşularımızdan birini alıp götürdüler. Onu bir toplama kampına götürdüler. Bu olaydan sonra babam, sesimi çıkarmamamı, Naziler hakkında evde konuşulanları kimseye söylemememi bana sıkı sıkı tembih etti, yoksa kendisini de toplama kampına götürebilirlerdi. Bizim mahalleden tek bir kişiyi alıp götürmek bütün aileleri korkutmak ve tehdit etmenin zekice bir yolu olmuştu. Babam elden hiçbir şey gelmeyeceğini ve sessiz kalmak gerektiğine ikna olmuştu. Komünistler hatta rejimin aleyhinde konuşan ilerici kilise üyeleri toplama kampına ilk götürülenler oluyordu. Eğer çeneni kapamazsan kendini orada bulursun. Korku ve yıldırma Nazi iktidarının temeliydi.

Hitler Gençliği’nde

Hitler Gençliği’ne katılışım şöyle gerçekleşti: Bir yasayla bütün gençlik hareketleri yasaklandı ve yalnızca tek bir gençlik hareketi olabileceği ilan edildi ve böylece benim üyesi bulunduğum kilise gençliği de Hitler Gençliği tarafından ele geçirildi. Aslında benim hoşuma gitmişti. Bütün arkadaşlarım oradaydı. Babam da mevcut koşullarda örgütü terk etmemin doğru olmayacağını, orada kalmamın daha iyi olacağını söyledi.

15 yaşında okulu terk ettim, bir  demiryolu işçisi olan babam beni demiryolunda çalışan bir çilingirin yanına çırak verdi.  Bu işe başvuranlara ilk sorulan soru şuydu: “Hitler Gençliği’ne ne zaman katıldınız?” Eğer üye değilseniz büyük ihtimalle işe alınmıyordunuz – bir yasa olmasa da gençleri Hitler gençliğine katılmaya zorlayan böyle bir dolaylı baskı vardı. Ama ben bu üyeliği seve seve kabul etmiştim ve hoşuma gitmişti. Biz yoksulduk ve annemin diktiği birkaç parçadan başka kıyafetimiz yoktu. Oysa Hitler gençliğinde bana kahverengi bir gömlek verdiler. Babam bana bunu satın alamazdı, hatta ikinci toplantıda bana eve götürmek için bir paket bile verdiler. İçinde iki tane kahverengi gömlek vardı. Babam bunlardan ve benim bunları giydiğimi görmekten nefret ediyordu. Bunun anlamını biliyordu. Biz, Hitler Gençliği, davullar ve gamalı haçlı bayraklarla yürüyüşler düzenliyorduk ve bundan büyük gurur duyuyorduk. Çok disiplinli bir ortamdı.

Türingen’de bir kalede yaptığımız türden dostça geçen gençlik kamplarını seviyordum. Orada bolca spor yapma fırsatımız oluyordu. Eski fakir mahallemizde futbol oynamak istesek kimsenin top alacak parası olmazdı, ama Hitler Gençliği’nde ne istersek bize sağlanıyordu. Bu para nereden geliyordu? Muhtemelen silah üreticilerinin bağışlarından geliyordu. Hitler Almanya’yı ekonomik bir çöküşten kurtaracak bir savaşı hazırlamak üzere oraya getirilmişti.

7 milyon kişinin işsiz olduğu zamanları hatırlıyorum. Hitler’in iktidara gelişinin 18. ayında neredeyse hiç işsiz kalmamıştı. Tersaneler savaş gemisi üretmeye koyulmuştu – Bismarck, Eugene gemileri ve U-botlar. Almanya işçi sıkıntısı çekmeye başlamıştı. İnsanlar bunun harika olduğunu düşünüyordu, ama babama göre savaş hazırlığı için işe alınmışsan işler er ya da geç kötüye gidecekti.

Hitler Gençliği'nde bize ateş etmeyi, bomba atmayı, siperlere saldırmayı ve ele geçirmeyi öğrettiler. Büyük savaş oyunları oynadık. Büyük şenlik ateşlerinin etrafında toplanarak Nazi şarkıları söylüyorduk: “Yahudi kanı bıçaklarımızdan aktığında”, vb. Annem ve babamın toplumun barbarlığa geri dönüşü karşısında kanları donuyordu. Ama ben bunu sorgulamıyordum. Biz bir savaşa hazırlanıyorduk.
 
Birkaç yıl içinde Almanlar İngiltere'nin dört-beş katı büyüklüğünde toprağı ele geçirdiler. Bu topraklar elde tutulabilirdi, çünkü Alman gençliği Hitler Gençliği’nde bunun için eğitilmişti. Biz Almanların dünyanın pisliğini temizleyeceğine inandığımı hatırlıyorum.


Panzer Bölüğünde

18 yaşında askere çağrıldım ve Panzer birliğine alındım. Bu kadar genç bir yaşta Panzerlere alındığım için kendimle çok gurur duyuyordum. Eğitim çok ağırdı. Eve üniformamla dönüyordum ve halimden de fazlasıyla memnundum. Eğitimcilerimiz bize içimizdeki bütün bireyciliği yok edeceklerini ve bizi Nasyonal Sosyalist ruhla yeniden inşa edeceklerini söylüyordu. Bunda başarılı oldular. Stalingrad’a kadar öyle inanıyordum.

Wehrmacht’ta subay sınıfımız neredeyse tamamen aristokrat toprak sahipleri, “von”lardan oluşuyordu. Savaş propagandası sürekli artıyordu. "Dünyanın özgürlüğünün savunmak için", Polonya’yla ilgili bir şeyler yapmamız gerektiğini, aksi takdirde onların bize saldıracağını duyuyorduk. Tarih şimdi Bush’lar ve Blair’lerle tekerrür ediyor. 1 Eylül 1939’de Polonya’ya saldırdık. Berlin’de bir bomba patladığında, bize bunun, barış yanlısı olan halkımıza karşı terörizm olduğu söylendi. Bugün de, uluslar, aynı propagandayla savaşa hazırlanıyor. Şimdi de aynı atmosfer olduğunu görüyorum – yalanlar ve yanlış bilgilendirme.

22 Haziran 1941’de Barbarossa Harekatı başladı. Ben o sıralar henüz eğitimdeydim. Sovyetler Birliği'nde savaş başladığında Panzerler Fransa’daydı. Başlangıçta, Alman ordusu ve onun disiplini, askeri bakımdan diğer uluslara göre çok üstündü. Birliklerimiz Sovyetler Birliği'ne nispeten kolayca girdiler. Benim bağlı olduğum birlik 1941 kışına kadar oraya gönderilmedi. Fransa’da havalar iyiydi ve kış olduğu halde yolculuğun ilk evresi oldukça güzel geçmişti. Almanya daha soğuktu ve Polonya’da ise kar yağıyordu. Sovyetler Birliği'nde ise her şey beyazdı.

Anavatan için savaşarak ölmenin büyük bir onur olduğuna inanıyorduk. Sovyetler Birliği'ne Tanenburg denilen bir kasabadan girdik. Burada önceden tankların katıldığı bir çarpışma olmuştu. 18 yaşında insanlar olarak hiç hazır olmadığımız bu sahneyi izliyorduk. Başımıza ne geleceğini bilmiyorduk, yalnızca emirlere uymak gerektiğini biliyorduk. Yanan tankların büyük çoğunluğu Rus tankıydı, ancak birisi aynı benimki gibi bir Alman tankıydı ve sürücüsünün onun içinden nasıl çıktığını merak ettim, çok zor çıkmış olmalıydı. Ve sonra onun içinden hiçbir zaman çıkamamış olduğunu birden anladım, orada ölmüş olmalıydı.

İlk kez ölmek istemediğimi anladım. Büyük çarpışmalar hakkında konuşmak güzeldi ama ya gerçekte? Benim Nasyonal Sosyalist ruhum havada uçuşan kurşunları durduramazdı. İşte bu korkuyla kafamda ilk kez şüpheler uyanmaya başladı.

Mannestein’ın 11. ordusuna bağlı olarak Kırım’a ulaştık. Kışın sonları ve baharın başında saldırımız başladı. İlk çarpışmamı burada yaşadım. Biz kazandık. Ama tankımı sürerken ayıltıcı bir olay başımdan geçti. Bize hiçbir zaman tankı durdurmamamız öğretilmişti. Durursan, ölürsün. Geçmek zorunda olduğum bir köprüye yaklaşırken yaralı bir yoldaşlarını taşıyan üç Rus askeri gördük. Bizi görünce yaralıyı bıraktılar ve kaçmaya başladılar. Ben de yaralının üzerine sürmemek için tankı durdurdum. Komutanım ilerlememi emretti. İlerlemek zorundaydım, yaralı adamı ezerek öldürdüm. Bir katil olmuştum. Çarpışmada öldürmekte bir sorun olmadığını düşünüyordum ama savunmasız bir insanı öldürmek. Bu çok kötü hissetmeme neden oldu. Ama sürekli bunu düşünürseniz delirebilirdiniz. Çarpışmadan sonra hepimize madalyalar verdiler. Bu çok hoşumuza gitmişti. Kırım’ı tamamen yakıp yıktık. Köyleri almak, bir orduyu teslim almak çok heyecan vericiydi. Sonra General Paulus’la bulaşacağımız noktaya trenlerle taşınarak ulaştık. 1942 baharıydı. Ordunun Volga nehrine doğru yürüyüşü başladı. Timoşenko’yu mağlup ettik. Çarpışmaların çoğuna katıldım. Sonra Stalingrad’a yaklaştık.

Yol üzerinde bizden zaman zaman durum raporları veren politik komiserlerimiz vardı. Komiserimiz birliğimizde üstümüzdü.  Çimin üzerinde onun etrafında toplanırdık. O geldiğinde selam durmamız gerekmediğini, rahat davranmabileceğimizi söylerdi. Bize “Neden Rusya’da olduğunuzu biliyor musunuz?” diye sormuştu. Birisi: “anavatanın onurunu savunmak için” diye yanıtladı. Komiser bu lafların Goebbels’in çöplükleri olduğunu ve savaşın sloganlar değil gerçekler üzerinde verildiğini söyledi. Proletaryanın çöpten ordusunu yok ettiğimiz zaman, dedi bize, güneydeki savaş sona erecekti. Sonra nereye gidecektik? Stalingrad’a 800 km mesafedeki Kafkasya ve Hazar petrol bölgelerine diye cevap verdi. Oradan sonra? O konuda hiçbir şey bilmiyorduk. 700 km daha doğuya gidersek Irak’a ulaşmış olurduk. Bu sırada Rommel, Nil Deltasında savaşıyordu ve doğuya ilerlemek istiyordu. Komiserimize göre, başlıca petrol sahalarını ele geçirmeden Almanya büyük bir güç olamazdı. Ve bugünkü duruma bakıyorum da –yine her şey petrolle ilgili.


Bir Komünist Tutsakla “Kafakarıştıran” Karşılaşma


Savaşta hafif bir yara aldım. Cephede savaşamayacak durumda olduğumu beyan ettim ve böylece beni hastaneye götürdüler.

Bu noktada, yeni bir baskısı yapılan Hitler’in Cehennemi'nden (Spellmount, Staplehurst, 1990, s. 77-81) kitabımdan anlatmaya devam etmek istiyorum: 

“Kamufle edilmiş vagonlarda kısa bir tren yolculuğuyla bizi Stalino adlı bir kasabada bir hastaneye götürdüler. Orada genellikle iyi zaman geçirdim. Cepheden birkaç hafta uzakta dinlenmek altın değerindeydi.

“Hastane personelinin büyük bölümü, baş cerrahlar da dahil olmak üzere Rus’tu. Savaş koşullarına göre tedavi çok iyiydi, ve cepheye geri dönmeye hazır olduğumda, bir Rus doktor bana şeytanca gülümseyerek şöyle dedi: “Tekrar doğuya git evlat, zaten, bu yüzden burada değil misin?”. Cepheye geri dönmek istediğime emin değildim. Zaten henüz yirmisinde bile değildim ve yaşamak istiyordum, ölmek değil.

“Her ne kadar hastaneyi terk edecek kadar iyileşmiş olsam da, henüz Rostov’a doğru saldırıya geçmiş olan bölüğüme katılacak durumda değildim. Donetz ve Dinyeper arasında bir esir kampını koruyan bir birliğe gönderildim. Dümdüz bir ülkede kamp tamamen açık bir yere kurulmuştu. Binlerce mahkum üzerlerine örtecek hiçbir şey verilmeden açıkta tutulduğu halde, mutfak, mühimmat, vs. hepsi çadır beziyle kaplanmıştı. Tayınları bizimkiler kadar kötü olmasa da, çok zayıftı. Yine de yazın hava güzeldi ve Ruslar, her koşulda yaşamaya alışmışlardı. Bütün kamp daire şeklinde bir hendekle çevrelenmişti ve esirlerin bu hendeğe yaklaşmalarına izin yoktu. Kampın içinde bir tarafta belli sayıda bina barındıran bir Kolhoz bulunuyordu. Bütün Kolhoz dikenli tel yığınlarıyla sarılmıştı ve nöbetçiler tarafından korunan tek bir girişi vardı. Benim gibi bir düzine yarı-çürüğe çıkmışla de bu binalar topluluğunu korumakla görevlendirildim.

“Askerlerin çoğunluğuna göre nöbet görevi askerlerin çoğunluğu tarafından zihni öldüren bir iş, bir tür ceza olarak görülüyordu. Her şeyden öte, aşırı derecede sıkıcıydı ve Kolhoz binalarına gitmek kendi başına garip bir işti. İpucu, sanırım, Hitler’in bütün siyasi tutsakların, Politruks’un (Siyasi Subaylar) ve Komünist Parti’nin diğer üyelerinin vurulmasını içeren iğrenç “Kommissar Befehl”inde (Komisere Emirler) bulunabilir. Yahudiler için “Nihai Çözüm” ne idiyse, Komünistler için de “Kommissar Befehl” oydu. O zaman çoğumuz komünizmin bir suç olduğunu, komünistlerin suçlu olduklarını düşünüyorduk ve bir komünistin komünist olması onun bir suçlu olduğunu kanıtlamaya yetiyordu. Sonunda “komünizm şeytanını” yok etmek için kurulmuş bir kampta görevlendirilmiş olduğum kafama dank etti.

“Kolhoz binalarına götürülen hiç kimse geri gelmiyordu. Kaderlerinin ne olduğunu önceden biliyorlar mıydı, emin değilim. Diğerleri tarafından dışlanan bazı tutuklular da vardı ve bu şüpheli durumlarda bile, bunlar ister Partiye üye olmadıklarını, isterse de Komünist dahi olmadıklarını açıklasınlar , –hatta antikomünist olduklarını söyleyenler bile- infaz ediliyorlardı. Her esirin, önce gelişigüzel bir ifadesi alınıyor, sonra infaz gerçekleştiriliyordu, her zaman aynı yerde dışardan zorlukla görülebilen bir binanın isle kaplı bir duvarı önünde. Cesetlerin ise biraz daha arkada kazılmış birkaç hendeğe atılıyordu.

“Günlük rutinimiz monotondu. Ya başka bir erle birlikte giriş bölümünde birkaç saat durarak, ya da binalar arasında yürüyerek nöbet tutuyordunuz, makineli tüfek daima omzunuzda hazır olmak zorundaydı. Bizim gözetimimizde 15-20 esir oluyordu. “Evleri” bir domuz ağılından bozmaydı, buranın etrafı da dikenli tellerle sarılmıştı. Bu bir hapishanenin içindeki bir hapishanenin içindeki bir hapishaneydi desek yanlış olmaz. Nöbet sistemimiz onlara filen hiçbir kaçma şansı bırakmıyordu ve çok az sorunumuz oluyordu. Bütün gün ve gece onların arasında olduğumuz için, hepsinin simaları ve isimleriyle tanır hale gelmiştik, ve tabi onları “sorgu”ya ve idam mangasının önüne götüren de bizler oluyorduk.    

“Tutsaklardan birisi iyi sayılacak derecede Almanca biliyordu, okulda öğrenmiş. Soyadını anımsayamıyorum ama adı Boris’ti. Benim de biraz tarzancaya kaysa da çat pat Rusça konuşabildiğim için, onunla birçok konuda sohbet edebildik. Boris bir subaydı, bir Politruk (siyasi komiser –ç.n.), benden aşağı yukarı iki yaş büyüktü. İkimizin de çilingir işlerinden anladığımız ortaya çıktı, o bunu Gorlovka-Artemovsk Region’da, ben ise Hambur Demiryolu atölyesinde öğrenmiştik. Ordunun yürüyüşü sırasında onun kasabasından da geçmiştim. Sarışın, 1.90 boylarındaydı ve bu umutsuz durumda bile dostça pırıltısını kaybetmemiş gülümseyen mavi gözleri vardı. Sık sık, özellikle geceleri onunla sohbet etmek için yanına gitme ihtiyacı duyuyordum. Kolayca arkadaş olmamıza biz de şaşırmıştık. Çoğunlukla ailelerimizden, evden, okulumuzdan ve çıraklık günlerimizden konuşurduk. Onun erkek ve kız kardeşlerini, kaç yaşında olduklarını, anne babasının nasıl yaşadıklarını, ve hatta bazı kişisel alışkanlıklarını dahi öğrenmiştim. O tabi ki, Alman işgali altında ailesinin başına neler gelmiş olabileceği konusunda çok endişeliydi ve benim de onu avutabilecek hiçbir şey söyleyemiyordum. Hatta bana adreslerini bile verdi ve onun kasabasına tekrar gidersem onları sormamı ve onlara söylememi istedi. “Ama neyi söyleyecektim?”, ben de o da biliyorduk ki bir daha oraya hiç gitmeyecektim, ve sevdikleri Boris’e ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceklerdi. O da benim ailemi ve kalbimde yeri olan her şeyi öğrenmişti. 

“Boris’e geride bıraktığım kız arkadaşımdan ve ona ne kadar büyük bir aşkla bağlı olduğumdan da söz ettim. Anlayışla gülümsedi ve kendisinin de şimdi üniversitede okuyan bir kız arkadaşı olduğunu anlattı. Böyle anlarda birbirimizi çok yakın hissediyorduk – ta ki bir an gelip aramızda bir uçurum olduğunu, benim burada omzumda bir tüfekle oturduğum onun ise bir tutsak olduğu gerçeği kendisini birden hatırlatıncaya kadar. Bir daha hiçbir zaman bir kızı kollarında tutamayacağını biliyordum, ama onun bunu bildiğinden emin değildim. Onun tek suçunun bir asker ve bir Politruk olmak olduğunu biliyordum ve içimden bir ses bana bu işte bir adaletsizlik olduğunu söylüyordu.

“İlginçtir, ordudaki hayat hakkında çok az konuşmuştuk, ve politika konusunda da aramızda birbirimizi anlayabileceğimiz hiçbir ortak zemin olmadığını hatta en ufak ortak bir payda dahi olmadığını fark ediyorduk. İnsanca konuların bir çoğunda bu kadar yakın olduğumuz halde, bu konular açıldığında farklı dünyalara ait olduğumuzu görüyorduk.

“Sonunda Boris’in son gecesi geldi çattı. Birliktekilerden vurulma sırasının ona geldiğini öğrendim. Akşamüzeri onu “sorguya” götürdüler, onu dövdüklerini ve yüzüne vurduklarını gördüm. Yaralandı, ama neden olduğu hakkında hiçbir şey söylemedi, - ben de ona hiçbir şey sormadım. Şafakta kurşuna dizileceği ona söylenmiş miydi bilmiyorum, ve ben de ona bunu kesinlikle söylemedim. Ama akıllı bir insan olarak, sorguya götürülen  yoldaşlarının geri gelmeyişinden mutlaka bir sonuç çıkarmıştı.

“Gece ikiden dörde kadar nöbetim vardı, ve gece güzel, ılık ve sessizdi. Hava doğanın müziğiyle doluydu. Boris domuz ağılından bozma yerin dışında sırtını duvara vermişti ve küçük mızıkasını çalıyordu. Bu onun elinde kalan tek varlığıydı, diğer her şeyini almışlardı. Tipik bir hüzünlü Rus melodisi çalıyordu, geniş bozkırlar ve  aşk hakkında bir şey. Ama sonra tutsak yoldaşlarından birisi bağırdı, ona susmasını söyledi. Boris bana baktı, onu umursamayıp çalmayı sürdüreyim mi der gibi. Ben omzumu silktim, o da mızıkasını avucunun içine vurarak, omzuma elini koydu ve “Niçevo (boşver –ç.n.) , hadi gel konuşalım” dedi. İçimde büyük bir gerilim vardı ve ne hakkında konuşacağımı da bilemiyordum. Üzgündüm, onunla dost olmak hatta ona yardım etmek isterdim – ama nasıl? Neden böyle olmuştu, gerçekten bilmiyordum, bana sorgulayan gözlerle baktı, ve ilk defa konuşmamız siyasi konulara kaydı. Belki de derinde ona bu geç saatte bir açıklama yapma isteği vardı içimde, onun bu kadar inançla bağlı olduğu davanın ne olduğunu bilmek istiyordum – ya da yalnızca en azından kendi kendimi onun inancının yanlış olduğuna inandırmak.

“Peki sizin Dünya Devriminiz ne oldu?” dedim, “şimdi tamamen sona erdi, yanılıyor muyum, ve zaten bir saçmalıktı – başından beri özgürlük ve barışa karşı kurulmuş bir komploydu.” O anda Almanya’nın Rusya’yı yenmesinin an meselesi sayıldığını hatırlatmak isterim. Bir süre sessizce durdu, öylece saman yığınlarının üzerinde oturuyordu, küçük mızıkasına bakıyordu. Bana tepki gösterseydi, rahatlayacaktım aslında. Ve yavaşça ayağa kalkıp yanıma geldiğinde ve doğrudan gözlerimin içine baktığında aslında ne kadar öfkelenmiş olduğunu gördüm. Sesi sakindi, hatta belli bir hüzün ve hayalkırıklığı vardı, ama kendisi için değil – benim adıma. “Bayım” dedi! “ Bana bütün hayatını anlattın, sen de benim gibi fakir halktan, işçi sınıfından geliyorsun. Dostcanlısısın ve aptal da değilsin – ama öbür yandan oldukça aptalsın çünkü hayattan hiçbir şey öğrenmemişsin. Öyle görünüyor ki beyinyıkayıcıların çok iyi bir iş yapmışlar, keza kafana soktukları propagandayı tamamen benimsemişsin. Asıl trajik olan, senin kendi en temel çıkarlarına karşı yönelmiş olan fikirlerin bir destekleyicisi durumuna gelmiş olman, o şeytanların elinde gönüllü olarak zavallı bir alete dönüşmüş olmandır. Dünya devrimi sürmekte olan bir tarihsel gerçekliktir. Siz savaşı kazansanız bile, ki ben bunu başarabileceğinizi düşünmüyorum, Dünya Devrimi askeri önlemlerle durduralamayacak ve durdurulamaz. Senin şu çok güçlü ordun bize çok büyük zararlar verebilir, halkımızın çoğunu öldürebilir – ama fikirleri öldüremez! O fikirlerin hareketi sana şimdi uyku halinde görünebilir, ama hala buradadır ve yeniden tarih sahnesine çıkacak ve yoksul halkı, Afrika’dan Amerika’ya, Asya’dan Avrupa’ya, bütün ezilen halkları er ya da geç harekete geçirecektir. Halk kitleleri günü geldiğinde sermaye gücünün kendilerini yalnızca soymakla ve ezmekle kalmadığını, aynı zamanda bütün insani potansiyellerini sömürdüğünü, onları sırtlarından kar elde etmek için kullandığını ya da bir kenara attığını anlayacaklar. Halk bir kez onu kavradığında bu fikir sürekli başka yerlere sıçrayarak yayılan bir alev gibi, halk ayaklanmalarıyla neredeyse maddi bir güç halini alacak ve insanlık için yapılması gerekeni yapacaktır. Bunu onlar için Rusya yapmayacak, her ne kadar Rus halkı emekçi halklar içinde köleliğin zincirlerini ilk kıran olsa da. Dünya halkları bunu kendileri için, kendi ülkelerinde, kendi sömürücülerine karşı, zamanı geldikçe kendi bildikleri yolla yapacaklar!”  

“Öfkesi onun ne sözünü kesmeme ne karşı fikir yürütmeme izin vermiyordu. Her ne kadar sessizce konuşuyorduysa da, sözleri beni derinden sarsmıştı. Daha önce kimse benim kafamda bu kadar büyük ayılmaya yol açmamıştı, kendimi onun sözleri karşısında tamamen çaresiz ve savunmasız hissettim. Ve son bir tokat atarak beni uykumdan uyandırmak için silahımı gösterdi ve “şu şey”, o fikirler karşısında hiçbir şey yapamaz dedi. “Ve eğer bana cevap verecek düşünce yeterliliğin olduğuna inanıyorsan, lütfen şu ülke, özgürlük ve Tanrı üzerine aptalca sloganları kullanmak boşuna için zahmet etme.”

“İçimde, neredeyse bunaltıcı bir öfke belirdi. Doğal tepkim onu olduğu yerde bırakıp gitmek olurdu. Ama bir an, onun birkaç saat sonra öldürüleceğini hatırladım, ve belki de bu şekilde son kez bana bir uyandırıcı darbe vurarak biraz olsun avunuyordu. Nöbet zamanım sona ermişti. Ona veda etmek, son bir “dasvidanya” ya da “Auf Wiedersehn” demek istemedim, ona son bir kez baktım, yüzüme yansıyan öfke ve hüznün karışımı duyguda o, belki de yok olmakta olan bir insanlığın son zerrelerini gördüğünü düşünmüştür. Sonra arkamı döndüm ve karargahımızın aralarında olduğu binalara doğru yürüdüm. Boris hiç kıpırdamadı bile, arkamdan seslenmedi ve ben de arkama bakmadan yoluma devam ettim. Ama ondan uzaklaşırken dikkatle bana ve sırtımdaki gülünç tüfeğe baktığını hissediyordum.

“Ve uzakta günün ilk ışığı göründü.

“Biz nöbetçiler de samanların üzerinde uyuyorduk, her zaman nöbetten sonraki uykuyu severdim. Ama o gece gözüme uyku girmedi. Soyunamadım bile, uzanıp öylece kaldım ve şafağın söküşünü içim ürpererek izledim. Hem Boris, hem de kendim için üzüldüm. Olanları anlayamıyordum. Ve güneş yeni yükselmişti ki, bir el ateş edildiğini duydum, küçük bir ses, hepsi o kadar.

“Kalktım ve mezarların hazır olduğu yere doğru yürüdüm. Bütün saf güzelliğiyle sabah vakti gelmişti ve kuşlar sanki hiçbir şey olmamış gibi şarkı söylüyordu. Tüfekleriyle birlikte geri dönen idam mangasıyla karşılaştım, canları sıkılmış görünüyorlardı. Beni görünce yalnızca başlarını salladılar, neden o yöne doğru gittiğimi merak etmişlerdi. Toprağın üzerinde başka iki ya da üç mahkumun cesetleri daha duruyordu. Boris’in yanında üç kişi daha yatıyordu, üzerleri örtülüydü. Yine de onu tanıyabiliyordum, ceketi buruşmuştu ve botlarını da almışlardı, ama deri kemeri üzerinde duruyordu ve üzerindeki kanı görebiliyordum. Mezar kazıcılar bana baktılar, burada ne işim olduğunu merak ediyorlardı. Suratları asıktı ama gözlerinde korku ve nefreti de görebiliyordum. Boris’in mızıkasına ne olduğunu sormak istedim, almışlar mıydı, yoksa hala ceketinin cebinde miydi? Ama sonra ölünün eşyalarını çalmak istediğimi zannedeceklerini düşünerek vazgeçtim ve kaldığım yere döndüm ve uyumaya çalıştım.

“Bir zaman sonra tekrar “cephe hizmetine uygun” raporu aldım ve tekrar birliğime katılmak üzere cepheye geri gönderildim. Burada işler daha tek düzeydi. Hayat her zamanki gibi zor olsa da, insanın aklını ve bilincini karıştıran deneyimler yoktu.

“Gençler beni tekrar aralarında gördüklerine sevinmişlerdi. Volga şimdi çok yakındaydı ve Ruslar ordularının hangi demirden dövüldüğünü gösterircesine şiddetle çarpışıyordu. Birliğimdeki bir çok asker, hepsi yakın dostlarımdı, öldüler. Komutanımız, Oberleutnant Steffan, kafasından vuruldu. Ne kadar üzülsem de bunları anlayabiliyordum. Ama Boris’in idamı – neden? Bu bana İsa’yı bir kez daha çarmıha çıkarmak gibi geliyordu.


Stalingrad’a Yaklaşırken

1942 yazının bize zafer getireceğini düşünüyorduk. Kızıl Orduyu defalarca kıskaca almayı denedik ama her seferinde geri çekildiler. Korkak olduklarını düşünüyorduk, ama işin iç yüzü öyle değildi.

Don Bas bölgesinde, fabrikaların olduğu bir kasabaya ulaştık. Sovyetler bütün makineleri sökmüş ve hepsini Urallar’ın doğusuna kaçırmışlardı. T-34’ün seri üretimi bu makinelerle yapılıyordu. T-34 tarihteki en başarılı tank modeliydi. Bizim zafer ümitlerimizi mağlubiyetimize dönüştürecek olan T-34’lerin üretimi olacaktı.

Ordunun içinde ekonomik uzmanlar vardı, bunlar yeşil üniforma giyiyordu. Bu fabrikaları ve bütün makinelerin tamamen sökülmüş olduğunu gördüklerinde mosmor oldular. Ele geçirilecek bu makinelere büyük ümitler bağlamışlardı. 

Stalingrad’a ilk defa geliyordum. Rus askerlerini yakalayamıyorduk çünkü partizanların arasına kaynamışlardı. Bizim tarafımızda yabancı birliklerimiz vardı, Romanyalılar gibi. Bu yabancıları Stalingrad’ın ardındaki kanatlarımızı korumak için kullanıyorduk ama müttefiklerimiz bizim kadar disiplinli ya da bizim kadar iyi silahlanmış değillerdi, o yüzden kolayca saldırıya uğruyorlardı. Bizim birliğimiz Romanya ordusunun arkasından geliyor ve Ruslar Romanyalı saflarını yardıkça onlarla biz çarpışıyorduk. 1942 Kasım’ıydı. Nöbet sırasında garip bir şeyler olduğunu hissettik. Rus T-34’leri ikinci dünya savaşının en iyi tanklarıydı ve dizel motorlarının sesini nerede duysam tanırdım. Bir an onlardan bir çoğunun geldiğini duyar gibi oldum.  Üstlerimiz bize onların kaçtıklarını söyledi. Rusların işinin bittiğini ve bizim boşuna korktuğumuzu söylediler.

Oysa her şey daha yeni başlıyordu. Top atışı bir an sustu ve tankların yaklaşmakta olduğunu duyduk. Tan ağarırken üzerlerinde spot lambalarıyla geldiler ve ateş etmeye başladılar. Bizim için gelmişlerdi. Bize yüzlerce takın yaklaşmadığını, yalnızca tek bir tankın geri çekilmekte olduğunu söyleyen subayın yüzü gözümün önüne geldi. Önümüzde bir koyak uzanıyordu. Rus tankları oraya daldılar ve çıktıklarında her şeyin bittiğini biliyordum. Bir korkak gibi can havliyle yakındaki bir korunağa atladım, ve tankların beni ezemeyeceği bir köşeye büzüldüm. Tam üzerimize doğru sürdüler. Büyük bir çatışma oldu – Rusların bağrışları, birkaç Romanyalının sesi. Yerimden kımıldayamadım bile. Saat sabahın 6’sıydı. Saat 8-8:30 gibi sessizlik çöktü. Arkadaşlarımdan biri, Fritz, ölmüştü. Yaralıların can çekişen çığlıkları duyuluyordu. Ruslar ölülerini ve yaralılarını aldılar, Almanlar ve Romanyalılar hala orada yatıyordu. 20 yaşındaydım ve ne yapacağımı bilmiyordum.
  
Yaralılar benden yardım istiyordu. Hiçbir tıbbi bilgim yoktu, ne de malzemem vardı ve ümitsiz durumda olduklarını da görebiliyordum. Onlardan uzağa kaçtım. 15-20 yaralı vardı. Bir Alman arkamdan "domuz!" diye bağırdı. Yine de onlar için hiçbir şey yapamayacağımı anlamıştım, bir an evvel buradan uzaklaşmaya odaklanmak zorundaydım. Korunağa geldim, orada bir soba vardı. Etraftan biraz yakacak buldum. İki subay beni gördü, geri adım attım. Benim Alman üniforması giyen bir Rus askeri olduğumu düşünmüş olacaklar. Sobayı yaktım, ve gün batana kadar uyudum. Uyanmaya korkuyordum. Şimdi ne olacaktı?

Karanlıkta yürümeye çalıştım. Hitler Gençliği’ndeyken yön bulmayı öğrenmiştik ve Kuzey yıldızına bakarak yönümü bulmasını biliyordum. Ne olduğunu bilmiyordum, Ruslar Stalingrad’ı almış mıydı, Alman 6. ordusu teslim mi olmuştu? Doğruca çarpışmanın olduğu yere doğru yürüdüm.

Sonunda yolda karşılaştığım başka bir askerle beraber yürüyerek Alman hatlarına ulaştık. Ancak hatları geçerken az kalsın vurulacaktım, çünkü birliğime ne olduğunu bilmediğim için benim bir kaçak olduğumu zannetmişlerdi.

Lindemann savaş grubunda görevlendirildim. Birlik veya alay diye bir şey kalmamıştı. Hepsini kaybetmiştik. Geriye kalan tek şey Hitler’in dünyayı yakıp yıkma planıydı. 7-8 kulübeden oluşan küçük bir köye ulaştık, Lindemann bütün kulübeleri ele geçirmemizi ve hepsini yakmamızı emretti. Bunlar fakir, tabanları dahi olmayan kulübelerdi. Onlardan birinin kapısını açtım. İçerisi kadınlar, çocuklar ve yaşlılarla doluydu. Fakirlik, yoksulluk içindeydiler. İnsanlar yerde oturuyorlardı. Onlara kulübeden çıkmalarını emrettim, "hepimizi öldürecekler!" diye bağrışmaya başladılar. Kucağında bebeği olan bir kadın bana, "Alman askeri, senin annen yok mu?" diye sordu. Yanında küçük bir çocuk olan yaşlı bir adam vardı. Çocuğu ondan çekip aldım ve silahımı ona doğrulttum, ve eğer herkes dışarı çıkmazsa çocuğu vuracağımı söyledim. Yaşlı adam çocuğun yerine kendisini öldürmemi istedi. Lindemann, evi içerdekiler çıkmasa bile yakmamı emretti. Bana söylenileni yaptım. Sonra insanlar kapıyı açtılar ve çığlıklar atarak dışarı kaçıştılar. Eminin ki hiçbirisi sağ bırakılmadı, orada hepsi öldürüldü.

Kısa süre sonda, Ruslar tekrar saldırdı. Benden bile genç olanlar vardı, kaçarak bizim birliklere katılmak için karda yürüyorlardı. Rus Stormovik uçakları gün ağarınca sökün ettiler, biz karda yürüdükçe izlerimizi takip ederek peşimizden geliyorlardı. Bizi kuşatmaya çalışıyorlardı. Durumumuz ümitsizdi. İçimizden birisi vuruldu –Willi. İyi bir dosttu. Durumu ümitsizdi. Onu ne bırakabilirdik, ne de yanımızda götürebiliyorduk. En yaşlı olarak benim karar vermem gerekiyordu. Dizlerimin üzerine çöktüm, kafasına vurdum ve üzerini karla örttüm. Bir kez daha katil olmuştum, ama başka ne yapabilirdim?

Tekrar yaralandım (üçüncü kez). Yakalandım ama kaçmayı başardım. 1944’de beni Westphalia’daki bir Alman hastanesine götürdüler. 1945 başında Amerikalılarla savaşmak üzere batı cephesine yolladılar. Ruslarla savaşmaktan iyiydi. Çünkü Rusya’da çok ağır suçlar işlemiştik, Ruslar bizden gerçekten nefret ediyordu, onların eline geçmemek için deli gibi savaşmak gerekiyordu.

Normandiya çıkarmasından sonra Ren hattını korumaya gönderildik. Patton’un ordusu Paris’e doğru harekete geçti. 17 Mart 1945’te Alman Ordusu teslim olduktan sonra, trenle Cherbourg’a götürüldük. Bizi açık kömür trenlerine koydular –binlerce Alman askeri. Yolda tuvalete dahi gitmemize izin vermediler ama bol yiyeceğimiz vardı.

Doğudan batıya kadar dehşeti ve yıkımı gördüm. Ne yapmıştık! Felaket gibi bir yıkımı gördüm. 50 milyon insan ölmüştü! Toprak istemiştik, hem de ne toprak, Rusya tüm dünyanın ham maddelerinin yüzde ellisine sahipti. Her şey bununla ilgiliydi.

Şimdi dönüp geriye baktığımda Kızıl Ordu’nun insanlığı Hitler’den kurtarışı önünde saygıyla eğiliyorum. Onlar bizden daha çok insan kaybı verdiler. İkinci dünya savaşında ölen tüm Alman askerlerinin onda dokuzu Rusya’da öldü. Beni İmparatorluk Savaş Müzesinde düzenlenecek olan anmaya katılmak için çağırdılar. Orada Kızıl Ordu’ya saygımı dile getiren küçük bir konuşma yaptım. Bu yüzden Irak’taki savaşa karşı Mart ayında düzenlenen mitinge de katılmak zorundaydım. Bu insanı dirilten bir deneyimdi benim için.

Biz Almanlar dünyadaki en büyük askeri güç olduğumuzu düşünmüştük, ama bakın işte bize ne oldu – Amerikalılar bunu hatırlamalı. Boris’in düşündüğü biçimde olmasa bile dünyanın dört bir yanında bir gün devrim gerçek olacak. Yeni bir uyanış mutlaka gerçekleşecek.

 http://www.sosyalistforum.net/showthread.php?t=14304 
 
 (ilk kez Stalin Arşivi tarafından Türkçeleştirilmiştir.)

-----------------------------------------------------------------------------

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder