14 Aralık 2015 Pazartesi

Suraiya Faroqhı ile Osmanlı Sınırlarında Gezinti

Prof. Dr. Salih Özbaran
Toplumsal Tarih Dergisi
Şubat 2008

Suraiya Faroqhi’nin kıyaslayabilen bir araştırıcılık çabası içine girdiğini sanıyorum; Türkiye’de ve başka ülkelerde yakaladığı deneyimleriyle, yardımcı bilim ve sanat kollarının sağladığı olanakları kullanarak Osmanlı tarihi üstüne yaptığı çalışmalarıyla bu alana büyük yenilikler getirdiğini zannediyorum. Ve şimdi onun, Türkçeye çevrilmiş yeni, daha önceleri yayınladıklarını adeta çerçeveye alan, tamamlayan ve genişleten bir kitabıyla karşı karşıyayız; her zaman tarihçiliğin evrensel ölçülerinde gezinebilmiş olan bir tarihçinin bilgeliği ile yüz yüzeyiz.

Köprülü, Barkan ve İnalcık gibi tarihçilerin açtıkları ufuklardan sonra, Akdağ, Gökbilgin, Turan, Orhonlu, M. Kütükoğlu, M. Genç gibi tarihçilerin belirledikleri yeni alanlarla birlikte ve nice bilgin kişilerin gayretleriyle geliştirilmeye çalışılan tarihçiliğin Suraiya Faroqhi ile nerelere getirildiğini kısaca saptamaya gayret ederken, bu son çalışmasının önderliğinde Osmanlı sınırlarında dolaşmayı deneyeceğim. 
      
Osmanlı tarihinin gündelik yaşama indirgenmiş ve kaynakları kıt bir mevzuu işlemek kolay olamazdı; eksiklikler, erken genellemeler, bazı önyargılar kaçınılmazdı; gündelik yaşamda yer tutan kalabalıklara ait yaşantıların daha net görülebileceği bir eser yaratmak, bilgi kadar cesaret, yöntem kadar basiret gerektirirdi. Böyle bir girişimin Faroqhi tarafından yapılmış olması, çok önemli bir çaba sayılmalıdır.

Kimi tarihçiler buldukları kanıtları, günün geçerli sayılabilecek teorilerine göre yorumlar, bir şeyler yayınlarlar; kimileriyse, delillerini ve geçer akça sayılan teorilerini saklamaya alır. Bernard Lewis’in kulaklarımda kalan tavsiyesinde değindiği üzere, tarihçilerin inceleme sonuçlarını fazla bekletmelerine gerek yoktur, sonradan yeni yayınlarla gereken düzeltme ve eklemeleri yapabilirler.

“Ne olursa olsun Osmanlı olsun” düsturuyla “ölü mazi” canlandırılmak istendi. Tarihçiliğin kendi sanat, zanaat ve kuramlarının ortaya koymaya çalıştığı ve hiçbir zaman gerilerine düşmeyi tasavvur etmediği süreçlerini içeren yaklaşım tarzları tersine işletilir oldu. Tarih anlamsızlaştı, istismar edildi; politikacının ve menfaat çetelerinin beklentilerine merhem olan çirkin bir yazım ve söylem edebiyatına dönüştürülmek istendi.

Osmanlı yağma ediliyor, şu günlerde, yıllarda; moda oldu nasılsa. Ancak bu moda, Osmanlı’ya olan ve normal seyrinde beklenebilecek bir ilgiden, akademik tarihçiliğin kuralları içinde ortaya çıkıp gelişen ve daha geniş ufuklarda dolaşarak dünya tarihçiliğine ortaklık iddiasıyla boy gösteren bir aşama olmaktan ziyade, “pax ottomana” formülü içine sokuşturulmuş, şu sıralar Türkiye Cumhuriyeti iktidarını ellerinde bulunduranların da teşvikkâr tutumlarından kaynaklanan ve adeta “özlem” edebiyatı akımına büründürülen bir hamlenin yakıştırdığı bir moda. Tehlikeli olan da bu; tarihçiliği icra edenler için ve ondan medet uman politikacılar, öğrenciler ve popüler anlamda beklentileri olanlar için bir tehlike. Bir yandan 1999 yılında Osmanlı’nın 700. kuruluş yılı kutlamaları çerçevesinde ivme kazandı böyle bir akım; bir yandan da Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ve onun 2002’de ve sonrasında kurduğu hükümetlerin toplumun din duygularına hitaplarında işe yaradı; nice cumhuriyet hükümetlerinin üstünden atlayıp Osmanlı’ya ulaşma yolları arandı; “empati” ile öyle tarih bilinci edindirme yöntemleri denendi ki, devlet erkânının “saray-i hümayûn”u canlandırmaya yeltenen tutumlarından, “medeniyet buluşmaları”ndaki arabuluculuk meziyeti gösterilerinden tutunuz da, tesettürün Osmanlı iştihasıyla kullanımına, düğünlerde şaşaalı manzaralara kadar geçmişe dönmeyi özendiren yaklaşımları kamçılayan bir tarih yazım ve görsel sanat takdimi haline getirildi. 

Bir bakıma, tarihçilik kendi meşruiyeti ve keşifleri içinden fışkıran atılımların ve evrimlerin yakaladığı gelişmelerle değil; politik, sosyal, ekonomik ve ideolojik dürtülerin yönlendirdiği politikalara takılan gidişatın peşinden giderek sadece günlük mesajlar çıkarma zorunluluğunu duydu. “Ne olursa olsun Osmanlı olsun” düsturuyla “ölü mazi” canlandırılmak istendi. Tarihçiliğin kendi sanat, zanaat ve kuramlarının ortaya koymaya çalıştığı ve hiçbir zaman gerilerine düşmeyi tasavvur etmediği süreçlerini içeren yaklaşım tarzları tersine işletilir oldu. Tarih anlamsızlaştı, istismar edildi; politikacının ve menfaat çetelerinin beklentilerine merhem olan çirkin bir yazım ve söylem edebiyatına dönüştürülmek istendi; “post-modernizm”in eğirip büktüğü ve gövde tanımadığı yaklaşımlar dahi kenarda kaldı; belirli ölçüde de amacına ulaştı. Güzelim sanat eserleri eşliğinde dahi sevimsizleştirildi tarih. 

Oysa, arşivlerden ve başka kaynaklardan çıkarılan verilerin, başka dillerde yayınlanan Osmanlı’ya ilişkin araştırmaların hızla Türkçeye tercümelerinin sayıları son 15-20 yılda artmasına, taşra üniversitelerinde kurulan tarih bölümlerinde incelenen ve öğretilen konuların çeşitlenmesine karşın, tarihçilik merkezi kaldı, aranan/özlenen Osmanlı damgası yedi. Türk tarihçiliği dışa açılma sorununda ilerlemeler kaydetti şüphesiz, eski çağlardaki kültürlerin yansıtılmalarında hareketlilik kazandı belki; ancak Osmanlı tarihçiliği, zihinsel kapalılığını büyük ölçüde sürdürdü birçok üniversitede ve taşrada; “biz” sıfatının gerektirdiği sahiplenme ile “başka”sını tanımayan övgülü ve süslü edebiyattan vazgeç(e)medi. Halbuki bu bilimsel/sanatsal bilgi dalı, yazıldığı/kayda alındığı, hatta imgelendirildiği dönemden itibaren geriye doğru bakarken, yakın olsun uzak olsun, geçmişi canlandırmayı değil, onu irdelemeyi esas alır kendine; ne milliyetçiliğe ne dinsel bağlara ne de uluslararası sermayenin (dikkat, evrensel olguların yönlendirdiği ölçüleri yok sayan) gücüne esir olur. Cumhuriyeti aşıp Osmanlı yapılanmasına özendirme yolunu seçmez. 

Tarihçi, içinde bulunduğu sürecin insanıdır; o süreçten bakar geçmiş yıllara, yüzyıllara; çünkü yaşadığı dönemin geriye dönüşü olmayan bir dönem olduğunu bilir; Osmanlı minyatürünü oradan izler, Selimiye Camii’ne oradan bakar; Osmanlı tarih kroniklerini, arşiv kaynaklarını oradan okur, savaşı ve günlük yaşamı oralardan belirler. Yorumlar, zevk alır, eleştirir tarihçi; ancak gerek Türkiye’nin cumhuriyet deneyimlerini, gerekse dünyanın son yüzyıl içinde tanık olduğu olayları/olguları yok saymaz; nostalji içine girebilir; ama geçmişi yeniden yaratamaz, geri getiremez.         

Bu Osmanlıcılık hevesiyle yazıp konuşanların bazen farkında olmadan sözcülüğünü yapan, güya kayıp yılları, yüzyılları yeniden keşfeden, dolayısıyla geçmişin incelenmesinde onunla barışık olunmayı -sanki tarihçi düşmanmış, tarihçilik de mazideki olayları yeniden yaşatan bir bilgi dalı imiş gibi- öğütleyip tarihçilik şampiyonluğuna oynayanların da dahli büyük oldu bu gidişatta. Onlar iktidarın propagandası için geçmişin hammaddesini -bilinçli ya da tesadüfen- yaratma girişimlerinde bulundular; tarihi, Osmanlı için övgü edebiyatına dönüştürürken, iktidarın güya liberal düşünce kalıbına, din merhemini sürmeye olanak sağlayacak öğeleri yerleştirmeye çalıştılar, kasten veya cahilce. Bir asır önce biten Osmanlı egemenliğinin teferruatı “o anlı/şanlı günler”in özlemini süren -nedense “anlı/şanlı” bir sosyal, ekonomik hayat, gündelik yaşam vb. konuları işlemeyen- bir edebiyata dönüşürken, tarihçilik mesleği -bu özlemin zorlamasıyla- hiç de hak etmediği yöntemlerle ele alınır olmaya başlandı. Hanedanı sona erdiren ve Türkiye Cumhuriyeti’ni var eden süreci yok sayanlar, var saydıklarında da onu kazaya uğramış addedenler ve “Osmanlı’dan sonra tufan” düsturunu tarihçiliğin amentüsüne uyarlayanlar çıktı ortaya. Erken cumhuriyetin kurumsallaşmasındaki “hata ve sevaplar”ın irdelenmesi kadar doğal olan yaklaşımları bir tarihçi olarak reddetmek ve yok saymak gibi bir garabette bulunmak istemem; ancak 2000’li yıllarda bile yakalayamadıkları insanlığın ve hukukun hesabını Mustafa Kemal Atatürk döneminden sormak gibi bir anakronik şaşkınlığının örneklerini verenleri anlayamadığımı, bu bağlamda Osmanlı’nın son iki yüzyıldaki kazanımlarından söz ettiklerinde bile, yaşanılan geri kalmışlığın vebalini kısa yoldan tamamen cumhuriyetin erken dönemine yükleme insafsızlığını gösteren “müverrih”lerin ve “magazinci”lerin niyetlerini hiç takdir etmediğimi, hatta kınadığımı, bu arada, belirtmeliyim.

Tarih son yıllarda bir “öç alma” edebiyatına dönüştü sanki. Tarihin, tarihçiliğin yargıçları fazlasıyla türeyiverdi; daha doğrusu hiçbir zaman kaybolmayan özlemin iyice depreşmesine yol açıldı; bu tavırlarıyla da, güya, Osmanlı egemenliğinden ayrılan ülkelerin yaşadıkları perişanlık ve Türkiye Cumhuriyeti’nin alaşağı ettiği değer yargıları dile getirildi. Tarih, akademisyenliğin göstergeleriyle değil, yeni dünya düzeni kurmak isteyen sermayenin üstten komutlarıyla ve sadece “Tevarih-i Âl-i Osman” canlandırılmasıyla yapılır olmaya başladı. “Tarih Okulları”nın ortaya koyduğu aşamalar yerle bir edildi adeta. Türkiye dışındaki bazı “oryantalist” akademisyenlerin andığım modaya uygun olarak verdikleri ürünlerle birlikte, Osmanlı imgesini güncel sorunlar içine dercederek geçmişin versiyonlarını resmeden politikacı ve edebiyatçıların amatörce yaptıkları “anakronik keşif”leriyle bezendi. Osmanlı’nın “Ortadoğu”da yerleştiği alan ve uzandığı “serhad”, günümüzdeki ABD yayılmasının getirileriyle ve bunun paralelinde Osmanlı’ya övgüyle eşdeğer kabul edildi medya tellalları tarafından. Tarihçiliğin onca gelişme ve çabaları hiçe sayıldı adeta. Bir zamanlar Avrupa-merkezciliğin ve oryantalizmin kendi ekseninde oynattığı, ayrı kategoriler içinde ve başkalaştırarak değerlendirdiği ve doğal olarak da eleştirilere hedef olan Osmanlı’ya yönelik anlayış, şimdilerde tam tersi bir görüntü içine girdi, övgülü tarihçiliğin merkezi haline getirildi -ne yazık ki, “oksidentalizm”in gereğini yapamadan, başka bir ifadeyle söylersem, “Batı”yı gözlem altına alan incelemeleri yaratamadan; Avrupa, ABD ve başka ülke ve toplumların tarihine yönelik akademik çalışmalarda söz sahibi olamadan! Bu arada “medya” çoğu zaman tüy dikti bu gidişata. Sıradan bir meraklı kişi de, tarih bilgisindeki açlığını ve bir şeyler öğrenme arzusunu, iletişim araçlarının pompaladığı tarih versiyonuyla baş başa kalarak gidermeye çalıştı (Türkiye’de oynayan Brezilyalı ünlü futbolcu Roberto Carlos’a padişah giysisi kuşandıran ve o görüntüyü yayan anlayış hoş görülebilir, “ne var bunda” denilebilir; hatta Osmanlı sultanının imgesini Carlos’ta yaratmanın gurur verici bir şey olduğunu söyleyenler anlayışla karşılanabilir. Ne var ki, tüm bunların 21. yüzyılda hız alan ve yukarıda tanımlamaya çalıştığım tarih bilinci yeşertmesine besin kaynağı yapılabileceği de gözden kaçırılır). Ancak, tarihçiliğin son 40-50 yılı içinde, dünya boyutunda, tanık olduğu gelişmeleri, hatta 19. yüzyılda dahi parıltıları görünen açılımları silip atmak hiç de kolay olamazdı. Kısa yoldan, politik ve ideolojik kestirmeyle ortaya atılan metinler ve söylemler, uzun süreçlerin arkasında kümelenmiş yorucu çalışmaların önünü kesemezdi. Kimi tarihçiler Osmanlı geçmişini incelerken ve onu yorumlarken, yukarıda andığım pompalanmış havaya girmediler; girmemekle kalmadılar, gerek Türkiye’de, gerekse dünya genişliğinde tarihçilik adına müstesna işler yaptılar. Suraiya Faroqhi’nin, işte böyle bir tarihçi olmaya gayret ettiğini düşünüyorum.

Bu yazımda, Suraiya Faroqhi’nin (bundan sonra Süreyya Faruki veya sadece Faruki olarak anacağım kendisini), aslı 2004 yılında İngilizce olarak yayınlanan ve üç yılın ardından Osmanlı İmparatorluğu ve Etrafındaki Dünya (Kitap Yayınevi, Eylül 2007) adıyla çıkan bir çalışmasını dile getireceğim. Önce onun Osmanlı tarihçiliğinde nerede durduğunu, nasıl bir katkısı bulunduğunu, aslında dünya tarihçiliğinin nerelerinde gezindiğini birkaç cümleyle belirlemeye çalışacağım. Türkiye’de Osmanlı tarihçiliğinde belirli yerleri bulunan, öncü rolleri olan Fuat Köprülü, Ömer Lütfi Barkan ve Halil İnalcık gibi tarihçilerin açtıkları ufuklardan sonra, Mustafa Akdağ, Tayip Gökbilgin, Şerafettin Turan, Cengiz Orhonlu, Mübahat Kütükoğlu, Mehmet Genç gibi tarihçilerin belirledikleri yeni alanlarla birlikte ve onlardan sonra burada adlarını sayamayacağım nice bilgin kişilerin gayretleriyle geliştirilmeye çalışılan tarihçiliğin, Süreyya Faruki ile nerelere getirildiğini kısaca saptamaya gayret ederken, bu son çalışmasının önderliğinde Osmanlı sınırlarında dolaşmayı deneyeceğim. 
      
1988 yılında Tarih ve Toplum dergisinde (sayı 57), “Toplum Tarihine Doğru” başlığı altında yazdığım bir yazıda Faruki’nin Ankara ve Kayseri ile ilgili bir kitabını tanıtmıştım. Daha önce, 1984 yılında Cambridge Üniversitesi tarafından yayınlanan (Türkçesi: Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, [çev. Neyyir Kalaycıoğlu] İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1993) kitabından sonra çıkan bu eseri üzerine yazarın el attığı şu konuları dile getirmiştim: Ankara ve Kayseri’de Müslüman ve Müslüman olmayan toplumlar arasındaki ilişkiler ile ilgili ipuçları; şehir toplumunda kadınların yeri; Osmanlı İmparatorluğu’nda toplumun değişme hızı; daha doğrusu değişmemiş olarak nitelendirilen bir toplumda bu değişimin temposunun ve yönünün tespiti; 1600 yılından itibaren 300 yıl çöküş içinde kaldığı varsayılan Anadolu şehirlerinin buna nasıl dayandığı.

O günlerden bu yana -tabii ki daha önceki yıllarda yapılanlarla birlikte- Osmanlı tarihine ilişkin çalışmalar epeyce yol aldı; özellikle Barkan ve İnalcık’ın açmaya çalıştıkları bu alanın günümüzdeki görüntüsüne ulaşıncaya kadar geçen evrelerde rol alan kimi tarihçiler içinde şüphesiz ki Faruki’nin esaslı bir yeri vardır. O sadece merkezi eyaletlerdeki Osmanlı kentlerinin evriminin tasviriyle yetinmedi; 1980’li yıllarda, İzmir’de Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal ve ekonomik tarihi üzerine dersler verirken imdadıma yetişen, kırsal kesim üstüne yaptığı çalışmalarla da göz doldurdu; rehber sayılabilecek araştırmalara imza attı. Kendisinden önceki tarihçilerin ortaya koydukları ve genellikle Osmanlı tarihine kaynak sağlayan resmi metinlerin ayrıntılara giden yorumlarını yaptı; temel ihtiyaç maddelerinin üretimini ve kurumlarını dile getirmeye çalışırken tarih öğrencilerini toplumsal yaşamla daha yakından tanıştırdı; ticari hayatı Anadolu’nun dar sınırlarında gezindirdiği kadar, ona deniz ve okyanus ufuklarında yolculuk ettirdi. (Yıllar sonra Türkçeye aktarılan bu makaleler Osmanlı Şehirleri ve Kırsal Hayatı [çev. Emine Sonnur Özcan, Ankara: Doğubatı 2006] ve Osmanlı Dünyasında Üretmek, Pazarlamak, Yaşamak [çev. Gül Çağalı Güven ve Özgür Türesoy, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2003] başlıkları altında Türkçe yayınlanmıştır). Faruki, ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’nda Hacc’ı ele aldığı kitabında (Türkçesi: Hacılar ve Sultanlar (1517-1638), çev. Gül Çağalı Güven, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995) Hacc’ın -dinsel bakış açıları dışında- nasıl sosyal, ekonomik ve politik öğelerle işlenebileceğinin güzel bir örneğini verdi. Genellikle bazı seyahatnamelerin ve İstanbul’daki sultan fermanları kayıtlarının önderliğinde hac yol ve kervanlarının, iletişimin, yiyecek ve içeceğin, Hicaz’ın kutsal kentlerinde gerekli finansın, oralardaki inşaatların, dolayısıyla imparatorluğun bu kutsal yöre için sahiplendiği meşruiyetinin yansımalarını saptamaya çalıştı. (Onun sosyal tarih konularındaki diğer çalışmalarını burada dile getirmiyorum.)

Fransız Annales tarih okulunun benimsediği yaklaşımları, başka bir deyişle, 20. yüzyıla kadar sürüklenip gelen anlayışların dışına çıkıp, özellikle sosyoekonomik konular ve kültürel benlikler olmak üzere ekonominin, coğrafyanın, edebiyatın, antropolojinin, psikolojinin kapsayabildiği meseleleri de benimseyen bir okulun ilkelerini Osmanlı İmparatorluğu’nda uygulama alanına sokmaya çalışanların başında gelen bir tarihçi olarak sayabileceğim Süreyya Faruki’nin, 1995 yılında Almanca olarak kaleme aldığı ve 1997 yılında da Türkçeye tercüme edilen (Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam, çev. Elif Kılıç, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1997) kitabında konu ettiği ve genellikle akademik disiplinden yoksun birileri tarafından yansıtılmaya çalışılmış olan gündelik yaşam, benim şahsen “sahici” bir tarihçiden hep beklediğim bir girişim olmuştur ve Faruki bu işe bir yönüyle öncülük etmiştir. Osmanlı tarihinin gündelik yaşama indirgenmiş ve kaynakları kıt bir mevzuu işlemek doğal olarak hiç de kolay olamazdı; eksiklikler, erken genellemeler, bazı önyargılar kaçınılmazdı; gündelik yaşamda yer tutan kalabalıklara ait yaşantıların daha net görülebileceği bir eser yaratmak, hele hele kaynaklarının hiç cömert davranmadığı böyle bir konuyu işlemek bilgi kadar cesaret, yöntem kadar basiret gerektirirdi. Ancak Türkiye’de denemeleri yok denecek kadar az olan bir alanda böyle bir girişimin Faruki tarafından yapılmış olması, buna cesaret edilmesi çok önemli bir çaba sayılmalıdır. Daha önce ortaya koyduğu çalışmalar bunun isabetli olduğunu gösteriyordu; zira insanlar arası iletişim ağlarını, devletin dışındaki toplumsal dinamiği, komşu ziyaretlerinde dikkat edilmesi gereken nezaket kurallarını, yemeklerin hazırlanışını, çocukların yetiştirilmelerini ve benzeri sorunları, daha önce tarihçilerin pek girmedikleri labirentlerde dolaştırarak hazırlamaya çalıştığı böyle bir kitap sonradan -Alman meraklılar ve okuyucular için hazırlanmış olsa da- pek çok araştırıcıya örnek olmuş, öğrencilerin sosyokültürel alana doğru dikkatlerini çekmek isteyen bir deneme olarak tarihçilikte önemli yerini almıştır.

Tüm bu çabaların ardından Faruki, 1999 yılında Cambridge Üniversitesi’nce yayımlanan ve 2001 yılında Osmanlı Tarihi Nasıl İncelenir? (çev. Zeynep Altok, Tarih Vakfı Yurt Yayınları) başlığı altında Türkçeleştirilen kitabıyla da Osmanlı tarihçiliğindeki yetkinliğini, adeta, kanıtladı; hiç de “ihraç edilebilecek türden fikirler” olarak görmediği yaklaşımları, yani cumhuriyetin erken dönemlerindeki Osmanlı reddiyesi ile 1980’den sonraki içselleştirmeyi dile getirirken şunları hatırlatma gereği duydu:
Ömer Lütfi Barkan gibi tarihçiler Türkiye Cumhuriyeti’ni Osmanlı İmparatorluğu’nun meşru mirasçısı olarak konumlandırıyorlardı. İsmail Hami Danişmend gibi daha uç fikirleri olan bazı tarihçiler ise işi 15. ve 16. yüzyılların devşirme devlet görevlilerini suçlamaya kadar vardırdı. Devşirmelerin Osmanlı İmparatorluğu’nun milli bir Türk devleti olarak işlemesini engelledikleri gibi kanıtlanamayacak ve anakronik bir sav ileri sürdü… Ama 1980’den sonra nostalji kültürünün çeşitli biçimlerinin ortaya çıkmasıyla, Türk tarihçileri arasında Osmanlı İmparatorluğu’nu “mazideki güzel günler”in sembolü olarak görme eğilimi yaygınlaştı. Türkiye’deki kamuoyunda da benzer bir his hâkim.    

Faruki ile Osmanlı Çevresinde Gezinti
Şimdi de Süreyya Faruki’nin Osmanlı İmparatorluğu ve Etrafındaki Dünya (çev. Ayşe Berktay, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2007) adlı kitabıyla karşı karşıyayız; Osmanlı kaynaklarının hiç de cömert olmadığı dış dünyaya bakmaya çalışan kitapla; “sınır” tarihçiliğinin biraz daha fazla işlenmeye başladığı bir zamanda ortaya çıkan bir çalışmayla. Kaynak sıkıntısının yanında, çağımızdaki Türk tarihçilerin Osmanlı sınırları içinde kalan konuların dışına çıkma cesareti ve yeteneğini nadiren gösterdikleri düşünüldüğünde, böyle bir girişimin açabileceği ufuklar kolayca anlaşılabilir. Yazarın da ifade ettiği gibi, Hıristiyan “kâfir”lerin veya “rafizi”, “mülhid”, “zındık” sayılan Şiilerin iç dünyalarına ait gerekli rapor ve kitapların yokluğu ya da sınırlılığı, burada ele alınan konu kadar, Osmanlı İmparatorluğu’nun dünyevi ilgisinin açıklanmasına da engel çıkarmaktadır.
Yazar, “revaçta olan, imparatorluk ile gayrimüslim dünya arasındaki dini temellere dayalı zıtlıkları ve Osmanlı dünya görüşünde dinin sahip olduğu belirleyici yeri vurgulamak” istiyor; İslamiyetin etkili rolünü, tabii ki, reddetmiyor, ancak padişahların ve Osmanlı seçkinlerinin siyaset oyunlarının “şeriata gün be gün gönderme yapma ihtiyacı duyulmadan geliştirilmiş ve uygulamaya sokulmuş” olduğunu açıklıyor; Sasani, dört halife dönemi ve Bizans idari kültürlerinin dolaylı mirasçıları niteliğindeki konumlarını dile getiriyor. Dolayısıyla, “Darülislam” ve “Darülharb” ülke ve imparatorluklarının aralarındaki kesin ve keskin çizgilerin dışına çıkarak ve Osmanlı yönetimine haraç ödedikleri için İslam dünyasının parçaları sayılan hükümdarlıkların merkezle olan ilişkilerini esas alarak, hatta temasların İstanbul ile sınır boyları arasında, bir ticaret merkezinde, bir elçi konağında ya da bir konsoloslukta veyahut fazla insanın yaşamadığı engebeli ve güya “sınır taşlarıyla” işaretlenmiş bölgelerde gerçekleşen bir “dış dünya” kategorisi belirtmek istiyor:
Burada benimsediğimiz “dış dünya” kategorisi, Osmanlı vakanüvisleri tarafından kabul edilmiş iki kategoriyi de içine almaktadır. Osmanlılar muhtemelen bir tarafta İstanbul’daki padişahın üstün konumunu tanıyan İslam âleminden, öteki tarafta da “Darülharb”in çeşitli hükümdarlarının hâkimiyet alanlarından söz ederlerdi. “İran sorunu” ise iki imparatorluk arasındaki çatışmalar dışında, diplomatik bir şekilde askıda bırakılmış olabilir.

Faruki daha geniş sınırlarda, özellikle Hıristiyan dünya ile, onun temsilcileriyle karşılaştığı hasımları yansıtırken de uzun vadede, en azından belli Hıristiyan Avrupa devletlerinin seçkinleriyle kurulan yakın ilişkileri konu ediyor; her iki tarafın da çıkarına istikrarlı düzenlemelerin sürekli savaş haline yeğlendiği durumlar yaratılmış olabileceğini düşünüyor; özellikle de pragmatizmi gündemdeki yerine oturtuyor. Yazar daha da ileri gidiyor ve sözü edilen dünyalarda yaşayan halkların arasındaki ilişkilerin düşünülenden çok fazla olduğunu savunuyor, bu kadar kesin konuşabiliyor: “16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlılar ile Fransızlar, hatta Habsburg imparatorlarının tebaası arasındaki mesafenin, kendilerinin düşünmüş olabileceğinden daha az olduğunu iddia ediyorum.”

Faruki, “hükümranlık ve tebaa”ya ilişkin bölümde imparatorluk sınırlarındaki genişleme ve onları korumaya ait düşüncelerini -tabii ki simgesel sayılması lazım gelen- 1560, 1639, 1718 ve 1774 tarihleri arasındaki gelişmeleri irdeleyerek bir dizi “zihinsel resim” çizmeye çalışıyor; mantıklı sayılabilecek böyle bir yaklaşımı uygulayarak dış dünya ile siyasal, askeri ve kültürel ilişkilerde farklı görüntüleri saptamak istiyor; verilen tarihlerin önünde ve ardında çok daha geniş zamanları kapsaması gerektiğini de önemle kaydediyor. (Tabii, Osmanlı’yı imparatorluk statüsünde ele alıp, verilen tarihlerden daha erken veya daha geç dönemlerin dile getirilmemesi, dile getirildiğinde de sınırlı kalınması sorgulamaya değer.)

Yazar, önemli sayılabilecek bir konuda, yani Osmanlıların dünya ekonomisinin ne zaman bir parçası haline geldikleri konusunda, Immanuel Wallerstein’in teorisine karşı olarak, süreci daha sonraki zamanlara yaklaştırıyor ve 17. yüzyıl sonlarında -en azından İzmir’i esas alarak- o yöndeki bir değişimin başlamış olduğunu savunuyor; dolayısıyla, Osmanlıların dışarıdaki dünya ile -İstanbul’u besleyen taşranın dışarısındakilerle- ilişkilerinin ekonomik bakımdan arttığını vurguluyor. 17. ve 18. yüzyıllarda “Osmanlı siyasal seçkinlerinin 16. yüzyıldakilere kıyasla yabancıların müdahalesine daha açık olduklarını” kabul ediyor; ancak “geçirgen sınırlar” olgusunun daha eski dönemlerden de bilinen bir şey olduğunu belirtme gereğini duyuyor. “Kâfir” devletlerle aynı anda başa çıkmanın olanaksızlığından dolayı onlarla tek tek ittifaklar kurmalarını ve mutabakatlar oluşturmalarını Osmanlı pragmatizmine bağlıyor. Avrupa siyaset sistemiyle böyle bir çakışmanın; sultanların ve siyaset sınıflarının İslam yurdunu genişletmek ve sınırları korumak için giriştikleri önemli bir politika olduğunu, şeriatın böyle ittifakları geçici saymasına rağmen, Avrupa siyaset sistemine benzerliğini dile getiriyor.

Faruki, imparatorluğun sınır bölgelerindeki himaye edilen ve bağımlı prenslikler/beylikler üstünde dururken, Halil İnalcık’ın yarım yüzyıl önce yazdığı ve tarihçilikte çığır açtığına inanılan bir makalesinden hareket ediyor, yani yeni fethedilen topraklara yerli ve seçkinlerin vali tayin edilebildikleri görüşünü onaylıyor; ancak bunu kimi haller için değiştirme gereğini duyuyor:
“Bağımsız veya az çok özerk bir prensliğin/beyliğin hiç kurulmayıp, fetihten hemen sonra dolaysız Osmanlı denetiminin kurulduğu örnekler de vardır. Buna karşılık, bir kez padişah tarafından tanındıktan sonra, asla merkezden yönetilen bir vilayete dönüştürülmeyen, yüzyıllarca bağımlı fakat özerk bir varlık sürdüren prensliklerin/beyliklerin de örnekleri vardı.” 

Kuzey Afrika’daki bölgeler, bu arada imparatorluk ekonomisinde çok önemli bir yeri bulunan Mısır, ona göre, çok şaşırtıcı örnekler oluşturmaktadır. Daha da ilginç bulduğu bir bölge Suriye’dir: O yörelerde “kimi gerçek birer kale olan müstahkem konutlarda yaşayan soylu aileler” bulunmaktadır; ve yazar Osmanlı merkezinin çöllere açılan ve hac yollarında bulunan bir bölgesini yüzyılı aşan bir süre için yerel seçkinlerin Osmanlı adına denetim altına alabilmiş olmalarına dikkat çekmektedir. Hacc’ın hamileri olarak meşruiyet üslenen Osmanlı yönetiminin Hicaz’a akıttığı kaynak ya da orduya ve İstanbul’a yiyecek sağlayan veyahut Frenk ülkelerine ve Adriyatik Denizi’ne açılan bir kapı ve vergi kaynağı olan Dubrovnik, hatırı sayılır haraç ve bu arada merkezi besleyen yiyecek ve hammadde sağlayan Boğdan, Faruki’nin sınır bölgelerindeki durumu yansıtması için çizdiği resmin parçalarıdır.

Süreyya Faruki’nin başka bir başlık altında değindiği bir konu da sınırda savaşan Osmanlı üstünedir; daha doğrusu son yıllarda savaşı konu eden birçok tarihçinin verilerinden hareketle, Osmanlı etrafındaki dünyayı, yani Budapeşte’den Basra’ya, Kırım’dan Yemen’e, kuzey Afrika’ya uzanan ve gerek merkeze, gerekse yerel bütçelere ağır bedeller ödetmiş olan, bu arada da sivil halkın çıkarlarını göz ardı eden savaş olgusuyla ilgilidir. Devasa bir imparatorluğun “zaferden zafere” koşan kahramanlık ve fetih öyküleriyle doldurulmuş tarihçiliğin dışına çıkarak, giderek daha fazla nakit paraya ihtiyaç gösteren ve timarlı sipahilerden ziyade tüfenk taşıyan askerlerle yayılma ve savunma stratejisi gerektiren sınır boylarını inceliyor. Sıradan sınır çatışması olarak ya da gerçek savaşın başlangıcı olarak görülebileceği varsayılan baskınların yer aldığı “gri bölge”leri dile getirdiği kadar, Macar arkeologların Osmanlı istihkâmlarında yapmış oldukları kazılarda ortaya çıkardıkları İznik işi çanak çömlek parçalarının tarihçiye sunduğu tanıklığı belirtmesi, kitabının yansıttığı açılımı sergiliyor.
Faruki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi biriminin sınırları dışındaki dünya ile olan ilişkisini açıklarken başlık açtığı bir konu da esirler, köleler, bunların çalıştırılmaları ve fidye ödeyerek ya da başka yollarla kurtulmalarına ilişkindir. Toplumsal bir kategori olarak nitelediği böyle bir konu hakkında kaynak sıkıntısının ve çok geç başlayan ilginin üstünde durmakta, onu “kara deliğe” düşmüş addederek böyle bir boşluğun doldurulması gereğine vurgu yapmaktadır. Gerçekten bu kategoriye dahil ettiği ve çoğunlukla korsan baskınlarında alınmış insanların yollarda çektikleri ıstırap, kadırga ve tersanelerde gördükleri işler, her an kaçıp kurtulma duyguları ve gaddarlığın yanında onlara karşı gösterilen hayırseverlik ve ev hizmetlileri olarak kullanılmaları, Osmanlı sınırlarının şeffaf unsurları olarak dile getirilmektedir. Bulunabilecek yeni kaynaklarla ya da mevcut kaynakların bu konuya eğilen bir gözle incelenmeleriyle tarihçiliğin daha da ilerleyeceğini sanıyorum.
Süreyya Faruki’nin Osmanlı İmparatorluğu ve çevresindeki dünya ile kurduğu ilişkilerde en önemli öğelerden birisi de ticaretin yol açtığı tanışıklıklardır; yazar da bu konu üstünde önemle durmaktadır. Ancak kitap, hakkında yeterince literatür bulunmayan ve imparatorluk dışına giden Osmanlı uyruğunda olan tacirlerden ziyade, imparatorluğa gelen yabancı tacirleri dile getirmektedir. Osmanlı egemenliğinde bulunan ve Hint Okyanusu’na açılan eyaletlere büyük gemilerle gelip baharat, drog, çivit, kereste, basma ve pamuklu Hint kumaşları satan Hintli tacirler; İran ipek ticaretinde büyük rolleri bulunan Ermeniler; Osmanlı yönetiminin ileri gelenlerinin ihtiyaç duydukları kürkü Moskova taraflarından getirenler; Osmanlı el ürünlerini Polonya’ya taşıyanlar; Akdeniz dünyasından çeşitli ticaret mallarını Osmanlı topraklarına taşıyan Venedikli, Fransız, İngiliz veya Hollandalı tacirler: Bütün bunların özellikle savaş zamanları dışında gerek sınırda, gerekse içerilerde yarattıkları ortam. Aynı zamanda bunlara paralel olarak, daha doğru bir ifadeyle dış ticareti sınırlayan, daha açıkçası Osmanlı yönetimi, saray, devlet ve bölge seçkinlerinin ihtiyaçlarını veya yiyecek ve hammaddeleri karşılamaya yönelik tedbirler -ya da külçe altın ve gümüşün elden çıkmaması için alınan önlemler- dışında pek varlık gösteremeyen bir Osmanlı ticaret politikası. Sadece gümrük gelirlerine dayalı olarak elde edilmiş vergi kaynaklarının o denli belirleyici olmadığı bir ticaret politikasından kaynaklanan bilgi eksiklikleri, şüphesiz, Faruki’yi de bilgilenmesinde sınırlı bırakmış olmalı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun çevresindeki ülke ve toplumlarla kurduğu ilişkinin çok önemli unsurlarından biri de hacılar idi; bunlar da Fas ve Hindistan gibi ülkelerden Mekke’ye giden Müslüman, Irak’taki mabedleri ziyaret eden İran Şiileri ve kutsal saydıkları Kudüs gibi mekânlara gelen Hıristiyan ve Yahudiler idi. “Aynada silik bir görüntü gibi” saydığı ve Osmanlılar tarafından yazılmış olan kıt kaynaklara karşı Avrupalıların yazdığı seyahatname türündeki eserlerin -çoğu zaman tekrar içermesine ve yerli halkın yabancı ziyaretçilere nasıl baktıklarını pek yansıtmamış olmalarına rağmen- değerleri vurgulanmaktadır. Bu bağlamda kullanılabilecek kaynakların sayısı, özellikle henüz tarih literatürüne pek geçememiş pek azı yayınlanabilmiş kaynaklar -örneğin Osmanlı egemenliğindeki toprakları güney bölgelerinden aşıp geçen Portekizli elçi, görevli ya da din adamının oralardaki intibalarını kaleme aldıkları yapıtlar- düşünüldüğünde izlenimler, imgeler ve bilgilendirmeler artacaktır. Faruki’nin bu bağlamda yansıttığı sınırlı tanıklıklar ise de, konuya getirdiği boyutlar bakımından değerlidir.

Kitabın can alıcı bölümlerinden biri, bana göre, Osmanlıların 16.-18. yüzyıllarda kendi ülkelerinin, yani “memalik-i mahrusa”nın dışında kalan dünya ile ilgili olarak edindikleri ve ürettikleri bilgi kaynaklarına ait olanıdır. 21. yüzyıl başlarını ikmal ettiğimiz bu günlerde, Türkiye dışındaki dünyaya ilişkin tarih inceleme ve öğretiminin çok dar kalmış sınırları düşünüldüğünde, böyle bir konu başlığı daha da önem kazanmaktadır. Faruki, şöyle bağlamış bu soruna ilişkin sözlerini:
“Askeri cesaret ve beceri ile diplomatik ‘güç’ gösterilerinden başka bir şeye önem vermeyen daha önceki kuşaklardan araştırmacılar bu tür düşüncelere genellikle dudak bükmüştür. Ancak bizim durumumuzda öncelikler farklıdır. Zira biz Osmanlı padişahlarının, siyasal seçkinlerin fiilen parçası olmasa bile genellikle onlara yakın olan bir kısım tebaasının Osmanlı diyarı dışındaki ‘muadilleri’ ile nasıl bir etkileşim içinde olduklarıyla ilgileniyoruz. Böyle bir iletişimin gerçekleşmesi için gerekli ön koşullar yaratılmak zorundaydı: Kâtip Çelebi, Ahmed Resmi, Adiamantos Korias ve Ebubekir Râtip, hepsi çok farklı tarzlarıyla bu çaba içinde yer aldılar.”

Şüphesiz bu doğru bir saptamadır; ancak yanlış izlenim vermemelidir. İster bir değişimin göstergesi olarak benimsenen elçiliklerden Habsburg, İspanyol, Rus ya da İran devlet ve imparatorluklarına ilişkin gelen bilgiler, ister Seydi (ya da Seyyidi) Ali Reis gibi denizcilerin yansıttığı malumat, kimi zaman özgün kimi zaman gereksiz bilgilendirmelere rağmen, Osmanlıların dış dünyaya karşı merak ve öğrenme eksikliği, özellikle Avrupa’da daha 15. yüzyılda kurulan şark çalışmaları kurumlarına ve onları besleyen bilgi kaynaklarına alternatif müesseselerin yokluğu unutulmamalı; Faruki’nin değindiği çok belirli ve özel kişilerin gayretleri bizi şaşırtmamalıdır. Asırlar boyu kurumsallaşamamış ve günümüzde dahi “Batı”dan kopyalanan haberlerden ibaret kalan pek sınırlı “dış dünya” bilgilerimizin, kitaba konu olan yüzyıllarda var olanlar üzerine yapılabilecek detaylı araştırmaların, yazarın böyle geniş çerçeveli kitabında zikretmediği -ancak bildiğinden emin olduğum- çalışmaların, hatta günün birinde ortaya çıkabileceğini umut ettiğimiz mehazların, ışık kaynağı olabileceği ümidini taşıyabiliriz. Lakin Osmanlıların dış dünya ile kurdukları ilişkilerin ya da “gayrihi” kategorisine dahil ettikleri başka devlet ve toplumların yetersiz bir edebiyatla yansıtılmış olduğunu görmezlikten gelmek -örneğin Evliya Çelebi’nin “egzotik” anlatım tarzı içinde yer alan Hollanda hakkındaki bilgilerinin “ağyar”ı kurtardığını sanmak ya da Seydi Ali Reis’in Hindistan geçişinde aldırmadığı yapıları, âdetleri, doğayı yok sayarak Osmanlı şanını ve İstanbul’u veya sultanı vurgulamasını normal karşılamak- hoşgörülü bir tarihçinin dahi kabulleneceği türden bir şey olamayacağı düşüncesini ortadan kaldırmaz.

Faruki’nin bu eseri üstüne eksik literatür saptama ya da yanlış belirleme gibi bir serüven içine girmekten kaçındım; tüm bunları sıralamak en mükemmel bir araştırma veya el kitabı için dahi yapılabilir. Böyle bir şey düşünmedim, hep kitabın durduğu yere baktım ve takdir ettim. Ancak burada değinmekten kendimi alamayacağım husus, miladi tarihlerin yanına -üstelik Hıristiyan veya Batı dünyasına ilişkin olayların tarihlenmesinde bile- hicri tarihlerin yerleştirilmiş olmasıdır. Öylesine sık, hatta her miladi tarih kullanımında yapılan bu tekrarın, kitabın okunma akışını bozduğunu ve gereksiz bulduğumu belirtmeliyim.                    
                      
birkaç ek cümle
Süreyya Faruki, Osmanlı İmparatorluğu üstüne yapılan çalışmaların ve bu imparatorluğa ilişkin bilgi kaynaklarının dünya boyutlarında yankılanmasını sağlayan bir tarihçi olmuştur. Tarihçilik, eğer dar zamanlı ve çok dar coğrafyayı seslendirmedeki etki kadar çok geniş ölçeklerde bir şeyler ifade etmeyi gerektiriyorsa, “mikro” ile “makro” buluşmasını öngörüyorsa ve ileri sürülen bilgi kümeleri ve kuramlar başka ülke ve toplumlar için -benzer ya da zıt- önem kazanıyorsa; ister Kayseri’nin 17. yüzyıldaki evlerinin sosyal statülerine, Anadolu ve Rumeli’deki kentlere ve 16-17. yüzyıllardaki ziraat, ticaret ve gıda üretimi durumlarına ait saptamaları içersin, ister Osmanlı merkezinden çok uzaklarda, sınır boylarındaki yapılanma ve bunlara paralel olarak Hacc’ın ve onun kervanlarının sosyal konumlarıyla alakalı bilgilendirmelere ait kavramlarda gezinsin, görevini yerine getiriyor demektir. Faruki bu görevi yerine getirmiş tarihçilerin çok önemli isimlerinden biridir.

Osmanlı tarihi üstüne uzman olanlardan kimileri, Faruki’nin tarihçiliğini “süratli”, “aceleci” olarak değerlendirilebilirler; uzun vadeye hitap eden konular üstüne yaptığı genellemeleri tam yerine oturmuş olarak görmeyebilirler. Bu düşüncede olanların bazıları haklı da olabilir; tüm bunların değerlendirilmeleri gerekir. Kimi tarihçiler, buldukları kanıtları günün geçerli sayılabilecek teorilerine göre yorumlar, bir şeyler yayınlarlar; kimileriyse, delillerini ve geçer akça sayılan teorilerini saklamaya alır. Bernard Lewis’in kulaklarımda kalan tavsiyesinde değindiği üzere, tarihçilerin inceleme sonuçlarını fazla bekletmelerine gerek yoktur, bulgularını -geçici dahi olsa- rafa kaldırmalarının bir anlamı yoktur; sonradan yeni yayınlarla gereken düzeltme ve eklemeleri yapabilirler. Cengiz Orhonlu’nun bizlere söylediklerinden anımsadığım bir tavsiye ise, tarihçilerin, verilerinin “pişmesini” beklemeleri, ama zamanı gelince de yayınlamaları yolundadır. (Bu arada ifade etmeliyim ki, yakından tanıma imkânı bulduğum Orhonlu’nun pek fazla beklemeye tahammülü yoktu; keşfettiklerini çabucak tarihçilik dünyasına aktarmış, belki de kısa ömrünün gerektirdiği işi yapmıştı.)
Tarihçilik, şüphesiz bir “şüphe” bilimidir; şüphelenmek ise -eğer dogmalara sığınılmıyorsa- sonsuza kadar sürecek olan bir yaklaşımdır; bu nedenle de, çok sağlam olduğuna kanaat getirilen bir tarih metninin bile bir başkası tarafından eleştirilebileceği veya bazı bakımlardan çürütülebileceği kaçınılmazdır. Bu eleştiri yeni tanıklıklara dayanılarak yapılabileceği gibi, yaklaşımların geçersizlikleri üzerinden de gerçekleştirilebilir. Nereden ve nereye bakılırsa bakılsın, tarihçiliğe kesin bir formül üretmek zordur, hatta olanaksız.       
 
Öyle ya da böyle, Süreyya Faruki şu ana kadar ürettikleriyle Osmanlı tarihi üzerine çalışanların -üstelik sayıları şimdiye kadar hiç tanık olunmamış derecede artan tarihçilerin- en üst katında yer alanlar arasına girmiştir. Yazarın, “o kadim hikmet”ler olarak hatırlattığı anlayış tarzlarının dışına çıktığı kesin; onun dünyevi tarihçiliğinde belki “düzen” ve “sistem” eksikliği olabilir; işlediği dönem ve coğrafyalara ilişkin önerilerinde hızla edinilmiş bilgilerin aktarımlarında gedikler bulunabilir; hangi tarihçide bulunmamış ki! (Buraya hemen eklemeliyim: Ben yeni kaynak ve araştırmalara dayanan çalışmaların Osmanlı tarihine aktarılmaları, dile getirilmeleri veya eleştirilmeleri hususunda onun kadar takipçi bir tarihçiye çok az rastladım.) Ancak unutmamak gereklidir ki, tarih kitapları hitap ettikleri kitle ile de çok ilgilidir; kuramlar ve ayrıntılar buna göre ayarlanır genellikle; Faruki de, her iki halde, bu kural çerçevesinde değerlendirilmelidir. Kendisi, son yıllarda/on yıllarda ortaya konan araştırmaların getirilerinden haberdar etti bizleri, ufuklarımızı açtı; katı ekonomik, siyasal ve askeri saptamalarla “yumuşak” dediği anlayışlar arasındaki alışverişi gözler önüne sermeye çalıştı. Osmanlı araştırmalarını, tam da revaçta olan gereksiz böbürlenmelerden ve özlem dünyasından çıkarıp rayına oturtma gayreti içinde oldu. En azından o “takım” içinde bulunmadı. Osmanlı tarihçiliği şanslıdır onun gibi bir tarihçiye sahip olmaktan. Ben her zaman yararlandım onun sergilediği açılımlardan. 

Yazıma başladığım bir cümle ile bitireyim sözlerimi: “Osmanlı yağma ediliyor şu günlerde, yıllarda; moda oldu nasılsa.” Onu dedikodudan, gereksiz övgüden kurtarmaya çalışan, cumhuriyet düşmanlığı aşılamayan, evrensel ölçüler içinde irdelemeye gayret eden tarihçiler de var; Süreyya Faruki bu kategoride duruyor. Osmanlı tarihinde enine boyuna dolaşabiliyor; “Osmanlı tarihi” ile uğraşmasına rağmen, onunla aynı çağları paylaşan başka ülke, imparatorluk ve toplumların tarihlerinde gezinmesini çok iyi biliyor; disiplinler arasında bağlantıyı sağlıyor. Durum tespiti ve yorum yaparken gereksiz methiyelere, böbürlenmelere ya da yermelere girmiyor; tarihçiliğin son incelemelerinde belirlenen farklı yorum ve yaklaşımları yakalayabiliyor; kendi açıklamalarını öne sürüyor. Süreyya Faruki tarihçilik icra ediyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder