Prof. Dr.
Salih Özbaran
Toplumsal Tarih Dergisi
Şubat 2008
Toplumsal Tarih Dergisi
Şubat 2008
Suraiya
Faroqhi’nin kıyaslayabilen bir araştırıcılık çabası içine girdiğini sanıyorum;
Türkiye’de ve başka ülkelerde yakaladığı deneyimleriyle, yardımcı bilim ve
sanat kollarının sağladığı olanakları kullanarak Osmanlı tarihi üstüne yaptığı
çalışmalarıyla bu alana büyük yenilikler getirdiğini zannediyorum. Ve şimdi
onun, Türkçeye çevrilmiş yeni, daha önceleri yayınladıklarını adeta çerçeveye
alan, tamamlayan ve genişleten bir kitabıyla karşı karşıyayız; her zaman
tarihçiliğin evrensel ölçülerinde gezinebilmiş olan bir tarihçinin bilgeliği
ile yüz yüzeyiz.
Köprülü,
Barkan ve İnalcık gibi tarihçilerin açtıkları ufuklardan sonra, Akdağ,
Gökbilgin, Turan, Orhonlu, M. Kütükoğlu, M. Genç gibi tarihçilerin
belirledikleri yeni alanlarla birlikte ve nice bilgin kişilerin gayretleriyle
geliştirilmeye çalışılan tarihçiliğin Suraiya Faroqhi ile nerelere
getirildiğini kısaca saptamaya gayret ederken, bu son çalışmasının önderliğinde
Osmanlı sınırlarında dolaşmayı
deneyeceğim.
Osmanlı
tarihinin gündelik yaşama indirgenmiş ve kaynakları kıt bir mevzuu işlemek
kolay olamazdı; eksiklikler, erken genellemeler, bazı önyargılar kaçınılmazdı;
gündelik yaşamda yer tutan kalabalıklara ait yaşantıların daha net
görülebileceği bir eser yaratmak, bilgi kadar cesaret, yöntem kadar basiret
gerektirirdi. Böyle bir girişimin Faroqhi tarafından yapılmış olması, çok
önemli bir çaba sayılmalıdır.
Kimi
tarihçiler buldukları kanıtları, günün geçerli sayılabilecek teorilerine göre
yorumlar, bir şeyler yayınlarlar; kimileriyse, delillerini ve geçer akça
sayılan teorilerini saklamaya alır. Bernard Lewis’in kulaklarımda kalan
tavsiyesinde değindiği üzere, tarihçilerin inceleme sonuçlarını fazla
bekletmelerine gerek yoktur, sonradan yeni yayınlarla gereken düzeltme ve
eklemeleri yapabilirler.
“Ne olursa olsun Osmanlı olsun” düsturuyla “ölü mazi” canlandırılmak istendi. Tarihçiliğin kendi sanat, zanaat ve kuramlarının ortaya koymaya çalıştığı ve hiçbir zaman gerilerine düşmeyi tasavvur etmediği süreçlerini içeren yaklaşım tarzları tersine işletilir oldu. Tarih anlamsızlaştı, istismar edildi; politikacının ve menfaat çetelerinin beklentilerine merhem olan çirkin bir yazım ve söylem edebiyatına dönüştürülmek istendi.
“Ne olursa olsun Osmanlı olsun” düsturuyla “ölü mazi” canlandırılmak istendi. Tarihçiliğin kendi sanat, zanaat ve kuramlarının ortaya koymaya çalıştığı ve hiçbir zaman gerilerine düşmeyi tasavvur etmediği süreçlerini içeren yaklaşım tarzları tersine işletilir oldu. Tarih anlamsızlaştı, istismar edildi; politikacının ve menfaat çetelerinin beklentilerine merhem olan çirkin bir yazım ve söylem edebiyatına dönüştürülmek istendi.
Osmanlı
yağma ediliyor, şu günlerde, yıllarda; moda oldu nasılsa. Ancak bu moda,
Osmanlı’ya olan ve normal seyrinde beklenebilecek bir ilgiden, akademik
tarihçiliğin kuralları içinde ortaya çıkıp gelişen ve daha geniş ufuklarda
dolaşarak dünya tarihçiliğine ortaklık iddiasıyla boy gösteren bir aşama
olmaktan ziyade, “pax ottomana” formülü içine sokuşturulmuş, şu sıralar Türkiye
Cumhuriyeti iktidarını ellerinde bulunduranların da teşvikkâr tutumlarından
kaynaklanan ve adeta “özlem” edebiyatı akımına büründürülen bir hamlenin
yakıştırdığı bir moda. Tehlikeli olan da bu; tarihçiliği icra edenler için ve
ondan medet uman politikacılar, öğrenciler ve popüler anlamda beklentileri
olanlar için bir tehlike. Bir yandan 1999 yılında Osmanlı’nın 700. kuruluş
yılı kutlamaları çerçevesinde ivme kazandı böyle bir akım; bir yandan da Adalet
ve Kalkınma Partisi’nin ve onun 2002’de ve sonrasında kurduğu hükümetlerin
toplumun din duygularına hitaplarında işe yaradı; nice cumhuriyet hükümetlerinin
üstünden atlayıp Osmanlı’ya ulaşma yolları arandı; “empati” ile öyle tarih
bilinci edindirme yöntemleri denendi ki, devlet erkânının “saray-i hümayûn”u
canlandırmaya yeltenen tutumlarından, “medeniyet buluşmaları”ndaki arabuluculuk
meziyeti gösterilerinden tutunuz da, tesettürün Osmanlı iştihasıyla
kullanımına, düğünlerde şaşaalı manzaralara kadar geçmişe dönmeyi özendiren
yaklaşımları kamçılayan bir tarih yazım ve görsel sanat takdimi haline
getirildi.
Bir bakıma, tarihçilik kendi meşruiyeti ve keşifleri içinden
fışkıran atılımların ve evrimlerin yakaladığı gelişmelerle değil; politik,
sosyal, ekonomik ve ideolojik dürtülerin yönlendirdiği politikalara takılan
gidişatın peşinden giderek sadece günlük mesajlar çıkarma zorunluluğunu duydu.
“Ne olursa olsun Osmanlı olsun” düsturuyla “ölü mazi” canlandırılmak istendi.
Tarihçiliğin kendi sanat, zanaat ve kuramlarının ortaya koymaya çalıştığı ve
hiçbir zaman gerilerine düşmeyi tasavvur etmediği süreçlerini içeren yaklaşım
tarzları tersine işletilir oldu. Tarih anlamsızlaştı, istismar edildi;
politikacının ve menfaat çetelerinin beklentilerine merhem olan çirkin bir
yazım ve söylem edebiyatına dönüştürülmek istendi; “post-modernizm”in eğirip
büktüğü ve gövde tanımadığı yaklaşımlar dahi kenarda kaldı; belirli ölçüde de
amacına ulaştı. Güzelim sanat eserleri eşliğinde dahi sevimsizleştirildi tarih.
Oysa, arşivlerden ve başka kaynaklardan çıkarılan verilerin, başka dillerde
yayınlanan Osmanlı’ya ilişkin araştırmaların hızla Türkçeye tercümelerinin
sayıları son 15-20 yılda artmasına, taşra üniversitelerinde kurulan tarih
bölümlerinde incelenen ve öğretilen konuların çeşitlenmesine karşın, tarihçilik
merkezi kaldı, aranan/özlenen Osmanlı damgası yedi. Türk tarihçiliği dışa
açılma sorununda ilerlemeler kaydetti şüphesiz, eski çağlardaki kültürlerin
yansıtılmalarında hareketlilik kazandı belki; ancak Osmanlı tarihçiliği,
zihinsel kapalılığını büyük ölçüde sürdürdü birçok üniversitede ve taşrada;
“biz” sıfatının gerektirdiği sahiplenme ile “başka”sını tanımayan övgülü ve süslü
edebiyattan vazgeç(e)medi. Halbuki bu bilimsel/sanatsal bilgi dalı,
yazıldığı/kayda alındığı, hatta imgelendirildiği dönemden itibaren geriye doğru
bakarken, yakın olsun uzak olsun, geçmişi canlandırmayı değil, onu irdelemeyi
esas alır kendine; ne milliyetçiliğe ne dinsel bağlara ne de uluslararası
sermayenin (dikkat, evrensel olguların yönlendirdiği ölçüleri yok sayan) gücüne
esir olur. Cumhuriyeti aşıp Osmanlı yapılanmasına özendirme yolunu seçmez.
Tarihçi, içinde bulunduğu sürecin insanıdır; o süreçten bakar geçmiş yıllara, yüzyıllara; çünkü yaşadığı dönemin geriye dönüşü olmayan bir dönem olduğunu bilir; Osmanlı minyatürünü oradan izler, Selimiye Camii’ne oradan bakar; Osmanlı tarih kroniklerini, arşiv kaynaklarını oradan okur, savaşı ve günlük yaşamı oralardan belirler. Yorumlar, zevk alır, eleştirir tarihçi; ancak gerek Türkiye’nin cumhuriyet deneyimlerini, gerekse dünyanın son yüzyıl içinde tanık olduğu olayları/olguları yok saymaz; nostalji içine girebilir; ama geçmişi yeniden yaratamaz, geri getiremez.
Bu
Osmanlıcılık hevesiyle yazıp konuşanların bazen farkında olmadan sözcülüğünü
yapan, güya kayıp yılları, yüzyılları yeniden keşfeden, dolayısıyla geçmişin
incelenmesinde onunla barışık olunmayı -sanki tarihçi düşmanmış, tarihçilik de mazideki
olayları yeniden yaşatan bir bilgi dalı imiş gibi- öğütleyip tarihçilik
şampiyonluğuna oynayanların da dahli büyük oldu bu gidişatta. Onlar iktidarın
propagandası için geçmişin hammaddesini -bilinçli ya da tesadüfen- yaratma
girişimlerinde bulundular; tarihi, Osmanlı için övgü edebiyatına dönüştürürken,
iktidarın güya liberal düşünce kalıbına, din merhemini sürmeye olanak
sağlayacak öğeleri yerleştirmeye çalıştılar, kasten veya cahilce. Bir asır önce
biten Osmanlı egemenliğinin teferruatı “o anlı/şanlı günler”in özlemini süren
-nedense “anlı/şanlı” bir sosyal, ekonomik hayat, gündelik yaşam vb. konuları
işlemeyen- bir edebiyata dönüşürken, tarihçilik mesleği -bu özlemin
zorlamasıyla- hiç de hak etmediği yöntemlerle ele alınır olmaya başlandı. Hanedanı
sona erdiren ve Türkiye Cumhuriyeti’ni var eden süreci yok sayanlar, var
saydıklarında da onu kazaya uğramış addedenler ve “Osmanlı’dan sonra tufan”
düsturunu tarihçiliğin amentüsüne uyarlayanlar çıktı ortaya. Erken cumhuriyetin
kurumsallaşmasındaki “hata ve sevaplar”ın irdelenmesi kadar doğal olan
yaklaşımları bir tarihçi olarak reddetmek ve yok saymak gibi bir garabette
bulunmak istemem; ancak 2000’li yıllarda bile yakalayamadıkları insanlığın ve
hukukun hesabını Mustafa Kemal Atatürk döneminden sormak gibi bir anakronik
şaşkınlığının örneklerini verenleri anlayamadığımı, bu bağlamda Osmanlı’nın son
iki yüzyıldaki kazanımlarından söz ettiklerinde bile, yaşanılan geri
kalmışlığın vebalini kısa yoldan tamamen cumhuriyetin erken dönemine yükleme
insafsızlığını gösteren “müverrih”lerin ve “magazinci”lerin niyetlerini hiç
takdir etmediğimi, hatta kınadığımı, bu arada, belirtmeliyim.
Tarih son
yıllarda bir “öç alma” edebiyatına dönüştü sanki. Tarihin, tarihçiliğin
yargıçları fazlasıyla türeyiverdi; daha doğrusu hiçbir zaman kaybolmayan
özlemin iyice depreşmesine yol açıldı; bu tavırlarıyla da, güya, Osmanlı
egemenliğinden ayrılan ülkelerin yaşadıkları perişanlık ve Türkiye
Cumhuriyeti’nin alaşağı ettiği değer yargıları dile getirildi. Tarih,
akademisyenliğin göstergeleriyle değil, yeni dünya düzeni kurmak isteyen
sermayenin üstten komutlarıyla ve sadece “Tevarih-i Âl-i Osman”
canlandırılmasıyla yapılır olmaya başladı. “Tarih Okulları”nın ortaya koyduğu
aşamalar yerle bir edildi adeta. Türkiye dışındaki bazı “oryantalist”
akademisyenlerin andığım modaya uygun olarak verdikleri ürünlerle birlikte,
Osmanlı imgesini güncel sorunlar içine dercederek geçmişin versiyonlarını
resmeden politikacı ve edebiyatçıların amatörce yaptıkları “anakronik
keşif”leriyle bezendi. Osmanlı’nın “Ortadoğu”da yerleştiği alan ve uzandığı
“serhad”, günümüzdeki ABD yayılmasının getirileriyle ve bunun paralelinde
Osmanlı’ya övgüyle eşdeğer kabul edildi medya tellalları tarafından.
Tarihçiliğin onca gelişme ve çabaları hiçe sayıldı adeta. Bir zamanlar
Avrupa-merkezciliğin ve oryantalizmin kendi ekseninde oynattığı, ayrı
kategoriler içinde ve başkalaştırarak değerlendirdiği ve doğal olarak da
eleştirilere hedef olan Osmanlı’ya yönelik anlayış, şimdilerde tam tersi bir
görüntü içine girdi, övgülü tarihçiliğin merkezi haline getirildi -ne yazık ki,
“oksidentalizm”in gereğini yapamadan, başka bir ifadeyle söylersem, “Batı”yı
gözlem altına alan incelemeleri yaratamadan; Avrupa, ABD ve başka ülke ve
toplumların tarihine yönelik akademik çalışmalarda söz sahibi olamadan! Bu
arada “medya” çoğu zaman tüy dikti bu gidişata. Sıradan bir meraklı kişi de,
tarih bilgisindeki açlığını ve bir şeyler öğrenme arzusunu, iletişim
araçlarının pompaladığı tarih versiyonuyla baş başa kalarak gidermeye çalıştı
(Türkiye’de oynayan Brezilyalı ünlü futbolcu Roberto Carlos’a padişah giysisi
kuşandıran ve o görüntüyü yayan anlayış hoş görülebilir, “ne var bunda”
denilebilir; hatta Osmanlı sultanının imgesini Carlos’ta yaratmanın gurur
verici bir şey olduğunu söyleyenler anlayışla karşılanabilir. Ne var ki, tüm
bunların 21. yüzyılda hız alan ve yukarıda tanımlamaya çalıştığım tarih bilinci
yeşertmesine besin kaynağı yapılabileceği de gözden kaçırılır). Ancak,
tarihçiliğin son 40-50 yılı içinde, dünya boyutunda, tanık olduğu gelişmeleri,
hatta 19. yüzyılda dahi parıltıları görünen açılımları silip atmak hiç de kolay
olamazdı. Kısa yoldan, politik ve ideolojik kestirmeyle ortaya atılan metinler
ve söylemler, uzun süreçlerin arkasında kümelenmiş yorucu çalışmaların önünü
kesemezdi. Kimi tarihçiler Osmanlı geçmişini incelerken ve onu yorumlarken,
yukarıda andığım pompalanmış havaya girmediler; girmemekle kalmadılar, gerek
Türkiye’de, gerekse dünya genişliğinde tarihçilik adına müstesna işler
yaptılar. Suraiya Faroqhi’nin, işte böyle bir tarihçi olmaya gayret ettiğini
düşünüyorum.
Bu yazımda, Suraiya Faroqhi’nin (bundan sonra Süreyya Faruki veya sadece Faruki olarak anacağım kendisini), aslı 2004 yılında İngilizce olarak yayınlanan ve üç yılın ardından Osmanlı İmparatorluğu ve Etrafındaki Dünya (Kitap Yayınevi, Eylül 2007) adıyla çıkan bir çalışmasını dile getireceğim. Önce onun Osmanlı tarihçiliğinde nerede durduğunu, nasıl bir katkısı bulunduğunu, aslında dünya tarihçiliğinin nerelerinde gezindiğini birkaç cümleyle belirlemeye çalışacağım. Türkiye’de Osmanlı tarihçiliğinde belirli yerleri bulunan, öncü rolleri olan Fuat Köprülü, Ömer Lütfi Barkan ve Halil İnalcık gibi tarihçilerin açtıkları ufuklardan sonra, Mustafa Akdağ, Tayip Gökbilgin, Şerafettin Turan, Cengiz Orhonlu, Mübahat Kütükoğlu, Mehmet Genç gibi tarihçilerin belirledikleri yeni alanlarla birlikte ve onlardan sonra burada adlarını sayamayacağım nice bilgin kişilerin gayretleriyle geliştirilmeye çalışılan tarihçiliğin, Süreyya Faruki ile nerelere getirildiğini kısaca saptamaya gayret ederken, bu son çalışmasının önderliğinde Osmanlı sınırlarında dolaşmayı deneyeceğim.
1988 yılında
Tarih ve Toplum dergisinde (sayı 57), “Toplum Tarihine Doğru” başlığı altında
yazdığım bir yazıda Faruki’nin Ankara ve Kayseri ile ilgili bir kitabını
tanıtmıştım. Daha önce, 1984 yılında Cambridge Üniversitesi tarafından
yayınlanan (Türkçesi: Osmanlı’da Kentler ve Kentliler, [çev. Neyyir
Kalaycıoğlu] İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1993) kitabından sonra çıkan
bu eseri üzerine yazarın el attığı şu konuları dile getirmiştim: Ankara ve
Kayseri’de Müslüman ve Müslüman olmayan toplumlar arasındaki ilişkiler ile
ilgili ipuçları; şehir toplumunda kadınların yeri; Osmanlı İmparatorluğu’nda
toplumun değişme hızı; daha doğrusu değişmemiş olarak nitelendirilen bir
toplumda bu değişimin temposunun ve yönünün tespiti; 1600 yılından itibaren 300
yıl çöküş içinde kaldığı varsayılan Anadolu şehirlerinin buna nasıl dayandığı.
O günlerden
bu yana -tabii ki daha önceki yıllarda yapılanlarla birlikte- Osmanlı tarihine
ilişkin çalışmalar epeyce yol aldı; özellikle Barkan ve İnalcık’ın açmaya
çalıştıkları bu alanın günümüzdeki görüntüsüne ulaşıncaya kadar geçen evrelerde
rol alan kimi tarihçiler içinde şüphesiz ki Faruki’nin esaslı bir yeri vardır.
O sadece merkezi eyaletlerdeki Osmanlı kentlerinin evriminin tasviriyle
yetinmedi; 1980’li yıllarda, İzmir’de Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal ve
ekonomik tarihi üzerine dersler verirken imdadıma yetişen, kırsal kesim üstüne
yaptığı çalışmalarla da göz doldurdu; rehber sayılabilecek araştırmalara imza
attı. Kendisinden önceki tarihçilerin ortaya koydukları ve genellikle Osmanlı
tarihine kaynak sağlayan resmi metinlerin ayrıntılara giden yorumlarını yaptı;
temel ihtiyaç maddelerinin üretimini ve kurumlarını dile getirmeye çalışırken
tarih öğrencilerini toplumsal yaşamla daha yakından tanıştırdı; ticari hayatı
Anadolu’nun dar sınırlarında gezindirdiği kadar, ona deniz ve okyanus
ufuklarında yolculuk ettirdi. (Yıllar sonra Türkçeye aktarılan bu makaleler
Osmanlı Şehirleri ve Kırsal Hayatı [çev. Emine Sonnur Özcan, Ankara: Doğubatı
2006] ve Osmanlı Dünyasında Üretmek, Pazarlamak, Yaşamak [çev. Gül Çağalı Güven
ve Özgür Türesoy, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2003] başlıkları altında
Türkçe yayınlanmıştır). Faruki, ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’nda Hacc’ı ele
aldığı kitabında (Türkçesi: Hacılar ve Sultanlar (1517-1638), çev. Gül Çağalı
Güven, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995) Hacc’ın -dinsel bakış
açıları dışında- nasıl sosyal, ekonomik ve politik öğelerle işlenebileceğinin
güzel bir örneğini verdi. Genellikle bazı seyahatnamelerin ve İstanbul’daki
sultan fermanları kayıtlarının önderliğinde hac yol ve kervanlarının,
iletişimin, yiyecek ve içeceğin, Hicaz’ın kutsal kentlerinde gerekli finansın,
oralardaki inşaatların, dolayısıyla imparatorluğun bu kutsal yöre için
sahiplendiği meşruiyetinin yansımalarını saptamaya çalıştı. (Onun sosyal tarih
konularındaki diğer çalışmalarını burada dile getirmiyorum.)
Fransız
Annales tarih okulunun benimsediği yaklaşımları, başka bir deyişle, 20. yüzyıla
kadar sürüklenip gelen anlayışların dışına çıkıp, özellikle sosyoekonomik
konular ve kültürel benlikler olmak üzere ekonominin, coğrafyanın, edebiyatın,
antropolojinin, psikolojinin kapsayabildiği meseleleri de benimseyen bir okulun
ilkelerini Osmanlı İmparatorluğu’nda uygulama alanına sokmaya çalışanların
başında gelen bir tarihçi olarak sayabileceğim Süreyya Faruki’nin, 1995 yılında
Almanca olarak kaleme aldığı ve 1997 yılında da Türkçeye tercüme edilen
(Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam, çev. Elif Kılıç, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 1997) kitabında konu ettiği ve genellikle akademik disiplinden
yoksun birileri tarafından yansıtılmaya çalışılmış olan gündelik yaşam, benim
şahsen “sahici” bir tarihçiden hep beklediğim bir girişim olmuştur ve Faruki bu
işe bir yönüyle öncülük etmiştir. Osmanlı tarihinin gündelik yaşama indirgenmiş
ve kaynakları kıt bir mevzuu işlemek doğal olarak hiç de kolay olamazdı;
eksiklikler, erken genellemeler, bazı önyargılar kaçınılmazdı; gündelik yaşamda
yer tutan kalabalıklara ait yaşantıların daha net görülebileceği bir eser
yaratmak, hele hele kaynaklarının hiç cömert davranmadığı böyle bir konuyu
işlemek bilgi kadar cesaret, yöntem kadar basiret gerektirirdi. Ancak
Türkiye’de denemeleri yok denecek kadar az olan bir alanda böyle bir girişimin
Faruki tarafından yapılmış olması, buna cesaret edilmesi çok önemli bir çaba
sayılmalıdır. Daha önce ortaya koyduğu çalışmalar bunun isabetli olduğunu
gösteriyordu; zira insanlar arası iletişim ağlarını, devletin dışındaki
toplumsal dinamiği, komşu ziyaretlerinde dikkat edilmesi gereken nezaket
kurallarını, yemeklerin hazırlanışını, çocukların yetiştirilmelerini ve benzeri
sorunları, daha önce tarihçilerin pek girmedikleri labirentlerde dolaştırarak
hazırlamaya çalıştığı böyle bir kitap sonradan -Alman meraklılar ve okuyucular
için hazırlanmış olsa da- pek çok araştırıcıya örnek olmuş, öğrencilerin
sosyokültürel alana doğru dikkatlerini çekmek isteyen bir deneme olarak
tarihçilikte önemli yerini almıştır.
Tüm bu çabaların
ardından Faruki, 1999 yılında Cambridge Üniversitesi’nce yayımlanan ve 2001
yılında Osmanlı Tarihi Nasıl İncelenir? (çev. Zeynep Altok, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları) başlığı altında Türkçeleştirilen kitabıyla da Osmanlı
tarihçiliğindeki yetkinliğini, adeta, kanıtladı; hiç de “ihraç edilebilecek
türden fikirler” olarak görmediği yaklaşımları, yani cumhuriyetin erken
dönemlerindeki Osmanlı reddiyesi ile 1980’den sonraki içselleştirmeyi dile
getirirken şunları hatırlatma gereği duydu:
Ömer Lütfi Barkan gibi tarihçiler Türkiye Cumhuriyeti’ni Osmanlı İmparatorluğu’nun meşru mirasçısı olarak konumlandırıyorlardı. İsmail Hami Danişmend gibi daha uç fikirleri olan bazı tarihçiler ise işi 15. ve 16. yüzyılların devşirme devlet görevlilerini suçlamaya kadar vardırdı. Devşirmelerin Osmanlı İmparatorluğu’nun milli bir Türk devleti olarak işlemesini engelledikleri gibi kanıtlanamayacak ve anakronik bir sav ileri sürdü… Ama 1980’den sonra nostalji kültürünün çeşitli biçimlerinin ortaya çıkmasıyla, Türk tarihçileri arasında Osmanlı İmparatorluğu’nu “mazideki güzel günler”in sembolü olarak görme eğilimi yaygınlaştı. Türkiye’deki kamuoyunda da benzer bir his hâkim.
Ömer Lütfi Barkan gibi tarihçiler Türkiye Cumhuriyeti’ni Osmanlı İmparatorluğu’nun meşru mirasçısı olarak konumlandırıyorlardı. İsmail Hami Danişmend gibi daha uç fikirleri olan bazı tarihçiler ise işi 15. ve 16. yüzyılların devşirme devlet görevlilerini suçlamaya kadar vardırdı. Devşirmelerin Osmanlı İmparatorluğu’nun milli bir Türk devleti olarak işlemesini engelledikleri gibi kanıtlanamayacak ve anakronik bir sav ileri sürdü… Ama 1980’den sonra nostalji kültürünün çeşitli biçimlerinin ortaya çıkmasıyla, Türk tarihçileri arasında Osmanlı İmparatorluğu’nu “mazideki güzel günler”in sembolü olarak görme eğilimi yaygınlaştı. Türkiye’deki kamuoyunda da benzer bir his hâkim.
Faruki ile
Osmanlı Çevresinde Gezinti
Şimdi de Süreyya Faruki’nin Osmanlı İmparatorluğu ve Etrafındaki Dünya (çev. Ayşe Berktay, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2007) adlı kitabıyla karşı karşıyayız; Osmanlı kaynaklarının hiç de cömert olmadığı dış dünyaya bakmaya çalışan kitapla; “sınır” tarihçiliğinin biraz daha fazla işlenmeye başladığı bir zamanda ortaya çıkan bir çalışmayla. Kaynak sıkıntısının yanında, çağımızdaki Türk tarihçilerin Osmanlı sınırları içinde kalan konuların dışına çıkma cesareti ve yeteneğini nadiren gösterdikleri düşünüldüğünde, böyle bir girişimin açabileceği ufuklar kolayca anlaşılabilir. Yazarın da ifade ettiği gibi, Hıristiyan “kâfir”lerin veya “rafizi”, “mülhid”, “zındık” sayılan Şiilerin iç dünyalarına ait gerekli rapor ve kitapların yokluğu ya da sınırlılığı, burada ele alınan konu kadar, Osmanlı İmparatorluğu’nun dünyevi ilgisinin açıklanmasına da engel çıkarmaktadır.
Şimdi de Süreyya Faruki’nin Osmanlı İmparatorluğu ve Etrafındaki Dünya (çev. Ayşe Berktay, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2007) adlı kitabıyla karşı karşıyayız; Osmanlı kaynaklarının hiç de cömert olmadığı dış dünyaya bakmaya çalışan kitapla; “sınır” tarihçiliğinin biraz daha fazla işlenmeye başladığı bir zamanda ortaya çıkan bir çalışmayla. Kaynak sıkıntısının yanında, çağımızdaki Türk tarihçilerin Osmanlı sınırları içinde kalan konuların dışına çıkma cesareti ve yeteneğini nadiren gösterdikleri düşünüldüğünde, böyle bir girişimin açabileceği ufuklar kolayca anlaşılabilir. Yazarın da ifade ettiği gibi, Hıristiyan “kâfir”lerin veya “rafizi”, “mülhid”, “zındık” sayılan Şiilerin iç dünyalarına ait gerekli rapor ve kitapların yokluğu ya da sınırlılığı, burada ele alınan konu kadar, Osmanlı İmparatorluğu’nun dünyevi ilgisinin açıklanmasına da engel çıkarmaktadır.
Yazar,
“revaçta olan, imparatorluk ile gayrimüslim dünya arasındaki dini temellere
dayalı zıtlıkları ve Osmanlı dünya görüşünde dinin sahip olduğu belirleyici
yeri vurgulamak” istiyor; İslamiyetin etkili rolünü, tabii ki, reddetmiyor,
ancak padişahların ve Osmanlı seçkinlerinin siyaset oyunlarının “şeriata gün be
gün gönderme yapma ihtiyacı duyulmadan geliştirilmiş ve uygulamaya sokulmuş”
olduğunu açıklıyor; Sasani, dört halife dönemi ve Bizans idari kültürlerinin
dolaylı mirasçıları niteliğindeki konumlarını dile getiriyor. Dolayısıyla,
“Darülislam” ve “Darülharb” ülke ve imparatorluklarının aralarındaki kesin ve
keskin çizgilerin dışına çıkarak ve Osmanlı yönetimine haraç ödedikleri için
İslam dünyasının parçaları sayılan hükümdarlıkların merkezle olan ilişkilerini
esas alarak, hatta temasların İstanbul ile sınır boyları arasında, bir ticaret
merkezinde, bir elçi konağında ya da bir konsoloslukta veyahut fazla insanın
yaşamadığı engebeli ve güya “sınır taşlarıyla” işaretlenmiş bölgelerde
gerçekleşen bir “dış dünya” kategorisi belirtmek istiyor:
Burada benimsediğimiz “dış dünya” kategorisi, Osmanlı vakanüvisleri tarafından kabul edilmiş iki kategoriyi de içine almaktadır. Osmanlılar muhtemelen bir tarafta İstanbul’daki padişahın üstün konumunu tanıyan İslam âleminden, öteki tarafta da “Darülharb”in çeşitli hükümdarlarının hâkimiyet alanlarından söz ederlerdi. “İran sorunu” ise iki imparatorluk arasındaki çatışmalar dışında, diplomatik bir şekilde askıda bırakılmış olabilir.
Burada benimsediğimiz “dış dünya” kategorisi, Osmanlı vakanüvisleri tarafından kabul edilmiş iki kategoriyi de içine almaktadır. Osmanlılar muhtemelen bir tarafta İstanbul’daki padişahın üstün konumunu tanıyan İslam âleminden, öteki tarafta da “Darülharb”in çeşitli hükümdarlarının hâkimiyet alanlarından söz ederlerdi. “İran sorunu” ise iki imparatorluk arasındaki çatışmalar dışında, diplomatik bir şekilde askıda bırakılmış olabilir.
Faruki daha
geniş sınırlarda, özellikle Hıristiyan dünya ile, onun temsilcileriyle
karşılaştığı hasımları yansıtırken de uzun vadede, en azından belli Hıristiyan
Avrupa devletlerinin seçkinleriyle kurulan yakın ilişkileri konu ediyor; her
iki tarafın da çıkarına istikrarlı düzenlemelerin sürekli savaş haline
yeğlendiği durumlar yaratılmış olabileceğini düşünüyor; özellikle de
pragmatizmi gündemdeki yerine oturtuyor. Yazar daha da ileri gidiyor ve sözü
edilen dünyalarda yaşayan halkların arasındaki ilişkilerin düşünülenden çok
fazla olduğunu savunuyor, bu kadar kesin konuşabiliyor: “16. ve 17. yüzyıllarda
Osmanlılar ile Fransızlar, hatta Habsburg imparatorlarının tebaası arasındaki
mesafenin, kendilerinin düşünmüş olabileceğinden daha az olduğunu iddia
ediyorum.”
Faruki,
“hükümranlık ve tebaa”ya ilişkin bölümde imparatorluk sınırlarındaki genişleme
ve onları korumaya ait düşüncelerini -tabii ki simgesel sayılması lazım gelen-
1560, 1639, 1718 ve 1774 tarihleri arasındaki gelişmeleri irdeleyerek bir dizi
“zihinsel resim” çizmeye çalışıyor; mantıklı sayılabilecek böyle bir yaklaşımı
uygulayarak dış dünya ile siyasal, askeri ve kültürel ilişkilerde farklı görüntüleri
saptamak istiyor; verilen tarihlerin önünde ve ardında çok daha geniş zamanları
kapsaması gerektiğini de önemle kaydediyor. (Tabii, Osmanlı’yı imparatorluk
statüsünde ele alıp, verilen tarihlerden daha erken veya daha geç dönemlerin
dile getirilmemesi, dile getirildiğinde de sınırlı kalınması sorgulamaya
değer.)
Yazar,
önemli sayılabilecek bir konuda, yani Osmanlıların dünya ekonomisinin ne zaman
bir parçası haline geldikleri konusunda, Immanuel Wallerstein’in teorisine
karşı olarak, süreci daha sonraki zamanlara yaklaştırıyor ve 17. yüzyıl
sonlarında -en azından İzmir’i esas alarak- o yöndeki bir değişimin başlamış
olduğunu savunuyor; dolayısıyla, Osmanlıların dışarıdaki dünya ile -İstanbul’u
besleyen taşranın dışarısındakilerle- ilişkilerinin ekonomik bakımdan arttığını
vurguluyor. 17. ve 18. yüzyıllarda “Osmanlı siyasal seçkinlerinin 16.
yüzyıldakilere kıyasla yabancıların müdahalesine daha açık olduklarını” kabul
ediyor; ancak “geçirgen sınırlar” olgusunun daha eski dönemlerden de bilinen
bir şey olduğunu belirtme gereğini duyuyor. “Kâfir” devletlerle aynı anda başa
çıkmanın olanaksızlığından dolayı onlarla tek tek ittifaklar kurmalarını ve
mutabakatlar oluşturmalarını Osmanlı pragmatizmine bağlıyor. Avrupa siyaset
sistemiyle böyle bir çakışmanın; sultanların ve siyaset sınıflarının İslam
yurdunu genişletmek ve sınırları korumak için giriştikleri önemli bir politika
olduğunu, şeriatın böyle ittifakları geçici saymasına rağmen, Avrupa siyaset
sistemine benzerliğini dile getiriyor.
Faruki,
imparatorluğun sınır bölgelerindeki himaye edilen ve bağımlı
prenslikler/beylikler üstünde dururken, Halil İnalcık’ın yarım yüzyıl önce
yazdığı ve tarihçilikte çığır açtığına inanılan bir makalesinden hareket
ediyor, yani yeni fethedilen topraklara yerli ve seçkinlerin vali tayin
edilebildikleri görüşünü onaylıyor; ancak bunu kimi haller için değiştirme
gereğini duyuyor:
“Bağımsız veya az çok özerk bir prensliğin/beyliğin hiç kurulmayıp, fetihten hemen sonra dolaysız Osmanlı denetiminin kurulduğu örnekler de vardır. Buna karşılık, bir kez padişah tarafından tanındıktan sonra, asla merkezden yönetilen bir vilayete dönüştürülmeyen, yüzyıllarca bağımlı fakat özerk bir varlık sürdüren prensliklerin/beyliklerin de örnekleri vardı.”
“Bağımsız veya az çok özerk bir prensliğin/beyliğin hiç kurulmayıp, fetihten hemen sonra dolaysız Osmanlı denetiminin kurulduğu örnekler de vardır. Buna karşılık, bir kez padişah tarafından tanındıktan sonra, asla merkezden yönetilen bir vilayete dönüştürülmeyen, yüzyıllarca bağımlı fakat özerk bir varlık sürdüren prensliklerin/beyliklerin de örnekleri vardı.”
Kuzey Afrika’daki bölgeler, bu arada imparatorluk ekonomisinde çok önemli bir yeri bulunan Mısır, ona göre, çok şaşırtıcı örnekler oluşturmaktadır. Daha da ilginç bulduğu bir bölge Suriye’dir: O yörelerde “kimi gerçek birer kale olan müstahkem konutlarda yaşayan soylu aileler” bulunmaktadır; ve yazar Osmanlı merkezinin çöllere açılan ve hac yollarında bulunan bir bölgesini yüzyılı aşan bir süre için yerel seçkinlerin Osmanlı adına denetim altına alabilmiş olmalarına dikkat çekmektedir. Hacc’ın hamileri olarak meşruiyet üslenen Osmanlı yönetiminin Hicaz’a akıttığı kaynak ya da orduya ve İstanbul’a yiyecek sağlayan veyahut Frenk ülkelerine ve Adriyatik Denizi’ne açılan bir kapı ve vergi kaynağı olan Dubrovnik, hatırı sayılır haraç ve bu arada merkezi besleyen yiyecek ve hammadde sağlayan Boğdan, Faruki’nin sınır bölgelerindeki durumu yansıtması için çizdiği resmin parçalarıdır.
Süreyya
Faruki’nin başka bir başlık altında değindiği bir konu da sınırda savaşan
Osmanlı üstünedir; daha doğrusu son yıllarda savaşı konu eden birçok tarihçinin
verilerinden hareketle, Osmanlı etrafındaki dünyayı, yani Budapeşte’den
Basra’ya, Kırım’dan Yemen’e, kuzey Afrika’ya uzanan ve gerek merkeze, gerekse
yerel bütçelere ağır bedeller ödetmiş olan, bu arada da sivil halkın
çıkarlarını göz ardı eden savaş olgusuyla ilgilidir. Devasa bir imparatorluğun
“zaferden zafere” koşan kahramanlık ve fetih öyküleriyle doldurulmuş
tarihçiliğin dışına çıkarak, giderek daha fazla nakit paraya ihtiyaç gösteren
ve timarlı sipahilerden ziyade tüfenk taşıyan askerlerle yayılma ve savunma stratejisi
gerektiren sınır boylarını inceliyor. Sıradan sınır çatışması olarak ya da
gerçek savaşın başlangıcı olarak görülebileceği varsayılan baskınların yer
aldığı “gri bölge”leri dile getirdiği kadar, Macar arkeologların Osmanlı
istihkâmlarında yapmış oldukları kazılarda ortaya çıkardıkları İznik işi çanak
çömlek parçalarının tarihçiye sunduğu tanıklığı belirtmesi, kitabının
yansıttığı açılımı sergiliyor.
Faruki’nin,
Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi biriminin sınırları dışındaki dünya ile olan
ilişkisini açıklarken başlık açtığı bir konu da esirler, köleler, bunların
çalıştırılmaları ve fidye ödeyerek ya da başka yollarla kurtulmalarına
ilişkindir. Toplumsal bir kategori olarak nitelediği böyle bir konu hakkında
kaynak sıkıntısının ve çok geç başlayan ilginin üstünde durmakta, onu “kara
deliğe” düşmüş addederek böyle bir boşluğun doldurulması gereğine vurgu
yapmaktadır. Gerçekten bu kategoriye dahil ettiği ve çoğunlukla korsan
baskınlarında alınmış insanların yollarda çektikleri ıstırap, kadırga ve tersanelerde
gördükleri işler, her an kaçıp kurtulma duyguları ve gaddarlığın yanında onlara
karşı gösterilen hayırseverlik ve ev hizmetlileri olarak kullanılmaları,
Osmanlı sınırlarının şeffaf unsurları olarak dile getirilmektedir.
Bulunabilecek yeni kaynaklarla ya da mevcut kaynakların bu konuya eğilen bir
gözle incelenmeleriyle tarihçiliğin daha da ilerleyeceğini sanıyorum.
Süreyya
Faruki’nin Osmanlı İmparatorluğu ve çevresindeki dünya ile kurduğu ilişkilerde
en önemli öğelerden birisi de ticaretin yol açtığı tanışıklıklardır; yazar da
bu konu üstünde önemle durmaktadır. Ancak kitap, hakkında yeterince literatür
bulunmayan ve imparatorluk dışına giden Osmanlı uyruğunda olan tacirlerden
ziyade, imparatorluğa gelen yabancı tacirleri dile getirmektedir. Osmanlı egemenliğinde
bulunan ve Hint Okyanusu’na açılan eyaletlere büyük gemilerle gelip baharat,
drog, çivit, kereste, basma ve pamuklu Hint kumaşları satan Hintli tacirler;
İran ipek ticaretinde büyük rolleri bulunan Ermeniler; Osmanlı yönetiminin
ileri gelenlerinin ihtiyaç duydukları kürkü Moskova taraflarından getirenler;
Osmanlı el ürünlerini Polonya’ya taşıyanlar; Akdeniz dünyasından çeşitli
ticaret mallarını Osmanlı topraklarına taşıyan Venedikli, Fransız, İngiliz veya
Hollandalı tacirler: Bütün bunların özellikle savaş zamanları dışında gerek
sınırda, gerekse içerilerde yarattıkları ortam. Aynı zamanda bunlara paralel
olarak, daha doğru bir ifadeyle dış ticareti sınırlayan, daha açıkçası Osmanlı
yönetimi, saray, devlet ve bölge seçkinlerinin ihtiyaçlarını veya yiyecek ve
hammaddeleri karşılamaya yönelik tedbirler -ya da külçe altın ve gümüşün elden
çıkmaması için alınan önlemler- dışında pek varlık gösteremeyen bir Osmanlı
ticaret politikası. Sadece gümrük gelirlerine dayalı olarak elde edilmiş vergi
kaynaklarının o denli belirleyici olmadığı bir ticaret politikasından
kaynaklanan bilgi eksiklikleri, şüphesiz, Faruki’yi de bilgilenmesinde sınırlı
bırakmış olmalı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çevresindeki ülke ve toplumlarla kurduğu ilişkinin çok önemli unsurlarından biri de hacılar idi; bunlar da Fas ve Hindistan gibi ülkelerden Mekke’ye giden Müslüman, Irak’taki mabedleri ziyaret eden İran Şiileri ve kutsal saydıkları Kudüs gibi mekânlara gelen Hıristiyan ve Yahudiler idi. “Aynada silik bir görüntü gibi” saydığı ve Osmanlılar tarafından yazılmış olan kıt kaynaklara karşı Avrupalıların yazdığı seyahatname türündeki eserlerin -çoğu zaman tekrar içermesine ve yerli halkın yabancı ziyaretçilere nasıl baktıklarını pek yansıtmamış olmalarına rağmen- değerleri vurgulanmaktadır. Bu bağlamda kullanılabilecek kaynakların sayısı, özellikle henüz tarih literatürüne pek geçememiş pek azı yayınlanabilmiş kaynaklar -örneğin Osmanlı egemenliğindeki toprakları güney bölgelerinden aşıp geçen Portekizli elçi, görevli ya da din adamının oralardaki intibalarını kaleme aldıkları yapıtlar- düşünüldüğünde izlenimler, imgeler ve bilgilendirmeler artacaktır. Faruki’nin bu bağlamda yansıttığı sınırlı tanıklıklar ise de, konuya getirdiği boyutlar bakımından değerlidir.
Kitabın can alıcı bölümlerinden biri, bana göre, Osmanlıların 16.-18. yüzyıllarda kendi ülkelerinin, yani “memalik-i mahrusa”nın dışında kalan dünya ile ilgili olarak edindikleri ve ürettikleri bilgi kaynaklarına ait olanıdır. 21. yüzyıl başlarını ikmal ettiğimiz bu günlerde, Türkiye dışındaki dünyaya ilişkin tarih inceleme ve öğretiminin çok dar kalmış sınırları düşünüldüğünde, böyle bir konu başlığı daha da önem kazanmaktadır. Faruki, şöyle bağlamış bu soruna ilişkin sözlerini:
“Askeri cesaret ve beceri ile diplomatik ‘güç’ gösterilerinden başka bir şeye önem vermeyen daha önceki kuşaklardan araştırmacılar bu tür düşüncelere genellikle dudak bükmüştür. Ancak bizim durumumuzda öncelikler farklıdır. Zira biz Osmanlı padişahlarının, siyasal seçkinlerin fiilen parçası olmasa bile genellikle onlara yakın olan bir kısım tebaasının Osmanlı diyarı dışındaki ‘muadilleri’ ile nasıl bir etkileşim içinde olduklarıyla ilgileniyoruz. Böyle bir iletişimin gerçekleşmesi için gerekli ön koşullar yaratılmak zorundaydı: Kâtip Çelebi, Ahmed Resmi, Adiamantos Korias ve Ebubekir Râtip, hepsi çok farklı tarzlarıyla bu çaba içinde yer aldılar.”
Şüphesiz bu doğru bir saptamadır; ancak yanlış izlenim vermemelidir. İster bir değişimin göstergesi olarak benimsenen elçiliklerden Habsburg, İspanyol, Rus ya da İran devlet ve imparatorluklarına ilişkin gelen bilgiler, ister Seydi (ya da Seyyidi) Ali Reis gibi denizcilerin yansıttığı malumat, kimi zaman özgün kimi zaman gereksiz bilgilendirmelere rağmen, Osmanlıların dış dünyaya karşı merak ve öğrenme eksikliği, özellikle Avrupa’da daha 15. yüzyılda kurulan şark çalışmaları kurumlarına ve onları besleyen bilgi kaynaklarına alternatif müesseselerin yokluğu unutulmamalı; Faruki’nin değindiği çok belirli ve özel kişilerin gayretleri bizi şaşırtmamalıdır. Asırlar boyu kurumsallaşamamış ve günümüzde dahi “Batı”dan kopyalanan haberlerden ibaret kalan pek sınırlı “dış dünya” bilgilerimizin, kitaba konu olan yüzyıllarda var olanlar üzerine yapılabilecek detaylı araştırmaların, yazarın böyle geniş çerçeveli kitabında zikretmediği -ancak bildiğinden emin olduğum- çalışmaların, hatta günün birinde ortaya çıkabileceğini umut ettiğimiz mehazların, ışık kaynağı olabileceği ümidini taşıyabiliriz. Lakin Osmanlıların dış dünya ile kurdukları ilişkilerin ya da “gayrihi” kategorisine dahil ettikleri başka devlet ve toplumların yetersiz bir edebiyatla yansıtılmış olduğunu görmezlikten gelmek -örneğin Evliya Çelebi’nin “egzotik” anlatım tarzı içinde yer alan Hollanda hakkındaki bilgilerinin “ağyar”ı kurtardığını sanmak ya da Seydi Ali Reis’in Hindistan geçişinde aldırmadığı yapıları, âdetleri, doğayı yok sayarak Osmanlı şanını ve İstanbul’u veya sultanı vurgulamasını normal karşılamak- hoşgörülü bir tarihçinin dahi kabulleneceği türden bir şey olamayacağı düşüncesini ortadan kaldırmaz.
Faruki’nin
bu eseri üstüne eksik literatür saptama ya da yanlış belirleme gibi bir serüven
içine girmekten kaçındım; tüm bunları sıralamak en mükemmel bir araştırma veya
el kitabı için dahi yapılabilir. Böyle bir şey düşünmedim, hep kitabın durduğu
yere baktım ve takdir ettim. Ancak burada değinmekten kendimi alamayacağım
husus, miladi tarihlerin yanına -üstelik Hıristiyan veya Batı dünyasına ilişkin
olayların tarihlenmesinde bile- hicri tarihlerin yerleştirilmiş olmasıdır.
Öylesine sık, hatta her miladi tarih kullanımında yapılan bu tekrarın, kitabın
okunma akışını bozduğunu ve gereksiz bulduğumu
belirtmeliyim.
birkaç ek cümle
Süreyya Faruki, Osmanlı İmparatorluğu üstüne yapılan çalışmaların ve bu imparatorluğa ilişkin bilgi kaynaklarının dünya boyutlarında yankılanmasını sağlayan bir tarihçi olmuştur. Tarihçilik, eğer dar zamanlı ve çok dar coğrafyayı seslendirmedeki etki kadar çok geniş ölçeklerde bir şeyler ifade etmeyi gerektiriyorsa, “mikro” ile “makro” buluşmasını öngörüyorsa ve ileri sürülen bilgi kümeleri ve kuramlar başka ülke ve toplumlar için -benzer ya da zıt- önem kazanıyorsa; ister Kayseri’nin 17. yüzyıldaki evlerinin sosyal statülerine, Anadolu ve Rumeli’deki kentlere ve 16-17. yüzyıllardaki ziraat, ticaret ve gıda üretimi durumlarına ait saptamaları içersin, ister Osmanlı merkezinden çok uzaklarda, sınır boylarındaki yapılanma ve bunlara paralel olarak Hacc’ın ve onun kervanlarının sosyal konumlarıyla alakalı bilgilendirmelere ait kavramlarda gezinsin, görevini yerine getiriyor demektir. Faruki bu görevi yerine getirmiş tarihçilerin çok önemli isimlerinden biridir.
birkaç ek cümle
Süreyya Faruki, Osmanlı İmparatorluğu üstüne yapılan çalışmaların ve bu imparatorluğa ilişkin bilgi kaynaklarının dünya boyutlarında yankılanmasını sağlayan bir tarihçi olmuştur. Tarihçilik, eğer dar zamanlı ve çok dar coğrafyayı seslendirmedeki etki kadar çok geniş ölçeklerde bir şeyler ifade etmeyi gerektiriyorsa, “mikro” ile “makro” buluşmasını öngörüyorsa ve ileri sürülen bilgi kümeleri ve kuramlar başka ülke ve toplumlar için -benzer ya da zıt- önem kazanıyorsa; ister Kayseri’nin 17. yüzyıldaki evlerinin sosyal statülerine, Anadolu ve Rumeli’deki kentlere ve 16-17. yüzyıllardaki ziraat, ticaret ve gıda üretimi durumlarına ait saptamaları içersin, ister Osmanlı merkezinden çok uzaklarda, sınır boylarındaki yapılanma ve bunlara paralel olarak Hacc’ın ve onun kervanlarının sosyal konumlarıyla alakalı bilgilendirmelere ait kavramlarda gezinsin, görevini yerine getiriyor demektir. Faruki bu görevi yerine getirmiş tarihçilerin çok önemli isimlerinden biridir.
Osmanlı
tarihi üstüne uzman olanlardan kimileri, Faruki’nin tarihçiliğini “süratli”,
“aceleci” olarak değerlendirilebilirler; uzun vadeye hitap eden konular üstüne
yaptığı genellemeleri tam yerine oturmuş olarak görmeyebilirler. Bu düşüncede
olanların bazıları haklı da olabilir; tüm bunların değerlendirilmeleri gerekir.
Kimi tarihçiler, buldukları kanıtları günün geçerli sayılabilecek teorilerine göre
yorumlar, bir şeyler yayınlarlar; kimileriyse, delillerini ve geçer akça
sayılan teorilerini saklamaya alır. Bernard Lewis’in kulaklarımda kalan
tavsiyesinde değindiği üzere, tarihçilerin inceleme sonuçlarını fazla
bekletmelerine gerek yoktur, bulgularını -geçici dahi olsa- rafa
kaldırmalarının bir anlamı yoktur; sonradan yeni yayınlarla gereken düzeltme ve
eklemeleri yapabilirler. Cengiz Orhonlu’nun bizlere söylediklerinden
anımsadığım bir tavsiye ise, tarihçilerin, verilerinin “pişmesini” beklemeleri,
ama zamanı gelince de yayınlamaları yolundadır. (Bu arada ifade etmeliyim ki,
yakından tanıma imkânı bulduğum Orhonlu’nun pek fazla beklemeye tahammülü
yoktu; keşfettiklerini çabucak tarihçilik dünyasına aktarmış, belki de kısa
ömrünün gerektirdiği işi yapmıştı.)
Tarihçilik,
şüphesiz bir “şüphe” bilimidir; şüphelenmek ise -eğer dogmalara sığınılmıyorsa-
sonsuza kadar sürecek olan bir yaklaşımdır; bu nedenle de, çok sağlam olduğuna
kanaat getirilen bir tarih metninin bile bir başkası tarafından eleştirilebileceği
veya bazı bakımlardan çürütülebileceği kaçınılmazdır. Bu eleştiri yeni
tanıklıklara dayanılarak yapılabileceği gibi, yaklaşımların geçersizlikleri
üzerinden de gerçekleştirilebilir. Nereden ve nereye bakılırsa bakılsın,
tarihçiliğe kesin bir formül üretmek zordur, hatta
olanaksız.
Öyle ya da
böyle, Süreyya Faruki şu ana kadar ürettikleriyle Osmanlı tarihi üzerine
çalışanların -üstelik sayıları şimdiye kadar hiç tanık olunmamış derecede artan
tarihçilerin- en üst katında yer alanlar arasına girmiştir. Yazarın, “o kadim
hikmet”ler olarak hatırlattığı anlayış tarzlarının dışına çıktığı kesin; onun
dünyevi tarihçiliğinde belki “düzen” ve “sistem” eksikliği olabilir; işlediği
dönem ve coğrafyalara ilişkin önerilerinde hızla edinilmiş bilgilerin aktarımlarında
gedikler bulunabilir; hangi tarihçide bulunmamış ki! (Buraya hemen eklemeliyim:
Ben yeni kaynak ve araştırmalara dayanan çalışmaların Osmanlı tarihine
aktarılmaları, dile getirilmeleri veya eleştirilmeleri hususunda onun kadar
takipçi bir tarihçiye çok az rastladım.) Ancak unutmamak gereklidir ki, tarih
kitapları hitap ettikleri kitle ile de çok ilgilidir; kuramlar ve ayrıntılar
buna göre ayarlanır genellikle; Faruki de, her iki halde, bu kural çerçevesinde
değerlendirilmelidir. Kendisi, son yıllarda/on yıllarda ortaya konan
araştırmaların getirilerinden haberdar etti bizleri, ufuklarımızı açtı; katı
ekonomik, siyasal ve askeri saptamalarla “yumuşak” dediği anlayışlar arasındaki
alışverişi gözler önüne sermeye çalıştı. Osmanlı araştırmalarını, tam da
revaçta olan gereksiz böbürlenmelerden ve özlem dünyasından çıkarıp rayına
oturtma gayreti içinde oldu. En azından o “takım” içinde bulunmadı. Osmanlı
tarihçiliği şanslıdır onun gibi bir tarihçiye sahip olmaktan. Ben her zaman
yararlandım onun sergilediği açılımlardan.
Yazıma başladığım bir cümle ile bitireyim sözlerimi: “Osmanlı yağma ediliyor şu günlerde, yıllarda; moda oldu nasılsa.” Onu dedikodudan, gereksiz övgüden kurtarmaya çalışan, cumhuriyet düşmanlığı aşılamayan, evrensel ölçüler içinde irdelemeye gayret eden tarihçiler de var; Süreyya Faruki bu kategoride duruyor. Osmanlı tarihinde enine boyuna dolaşabiliyor; “Osmanlı tarihi” ile uğraşmasına rağmen, onunla aynı çağları paylaşan başka ülke, imparatorluk ve toplumların tarihlerinde gezinmesini çok iyi biliyor; disiplinler arasında bağlantıyı sağlıyor. Durum tespiti ve yorum yaparken gereksiz methiyelere, böbürlenmelere ya da yermelere girmiyor; tarihçiliğin son incelemelerinde belirlenen farklı yorum ve yaklaşımları yakalayabiliyor; kendi açıklamalarını öne sürüyor. Süreyya Faruki tarihçilik icra ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder