14 Aralık 2015 Pazartesi

Said Mehmet Efendi: Matbaa, Aydınlanma ve Diplomasi

Taner Timur

Osmanlı Devleti'ne matbaanın girmesi ile ilgili olarak akla gelen ilk isim, kuşkusuz, İbrahim Müteferrika'dır. Macar asıllı Osmanlı aydının büyük hizmeti Türkiye'de tarihle az çok ilgili her kez tarafından bilinir. Oysa bu fikri ilk benimseyen, İbrahim Müteferrika'ya telkin eden devlet adamı ve diplomat sıfatıyla da ülkede önemli rol oynayan Said Mehmed Efendi'nin adı çoktan unutulmuştur.
https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/f/fe/Mehmed_Said_Efendi_in_Paris_1742.jpg
Bu yazıda Said Efendi'yi tanıtmaya; daha genel planda da, onun elçiliği ve “aydınlanmacı” kişiliği vesilesiyle, 18. yüzyılın ilk yarısında önemli değişiklikler geçiren Osmanlı-Fransız gelişmelerine ışık tutmaya çalışacağım.
Aslında Osmanlı matbaacılığının ortaya çıkışında Said Mehmed Efendi'nin rolü bilinmeyen bir şey değildir. O dönemin vakanüsvisi Ahmet Vasıf Efendi'nin “mehasinü' Asar”ından günümüz yazarlarına kadar, matbaacılık tarihimizden söz eden bütün yazarlar Said Efendi'nin bu konuda oynadığı hayati role işaret etmişlerdir. Fakat bu bilgiler, devlet adamları tahrik etmemiş görünüyor.
Gerçekten kimdi Mehmed Efendi, 1720'de elçi olarak gönderilen Yirmi Sekiz Çelebi Mehmed Efendi'nin oğluydu. O zaman 23-24 yaşlarında olan Said Efendi bu diplomatik misyona babasıyla beraber katılmış ve Fransa'da açık fikirliliği, tecessüsü ve rahatlığıyla dikkatleri çekmiştir.

Çelebi Mehmet Efendi'nin olağan üstü elçiliği, özellikle de kaleme almış olduğu Sefaretname, Osmanlıların dış dünyayla ilişkilerinde tarihi bir önem taşır. Batı, “aydınlanma” yüzyılını yaşarken Osmanlılarda “Lale Devri”nin batı'ya farklı bir arayış içinde bakan, yaşam zevkiyle dolu, fakat çekingen ve ikircikli ruh hali içindeydiler. Çelebi'nin sefaretname'si Osmanlı yazınında Batının üstün yanlarını gören, Osmanlılarda kendilerine olan mutlak güveni sarsan Hıristiyan dünyasına karşı bağnaz küçümseme duygularını törpüleyen yönleriyle çarpıcı bir belge olarak değerlendirilmiştir. Osmanlı tarihinde bir geçiş dönemini yansıtan içeriğiyle Fransız basınında da büyük yankılar uyandırmış ve belge her yönüyle incelenmiştir. İlginçtir ki o zaman Fransa'da yazılanlar arasında, elçinin oğlu Said Mehmed Efendi ile ilgili gözlem bilgilerde bol miktarda yer almıştır.

1720'deki Fransa seyahatinde Said Mehmed Efendi, bir bakıma asıl odağı olan babasından, daha özgür hareket etme olanağı bulmuştur. Çoğu kez yalnız başına dolaşmış; Sete şehrinde şeker imalathanesini ziyaret etmiş; Paris'te operaya gitmiş ve Clichy'de Prens Conti'nin şerefine düzenlediği davete katılmıştır. Bu arada “şarklı” insanları sadece cinsel fantazmların aynasında gören kimi soylu kadınların ilgi konusu olmaktan da kurtulamamıştı. Orleans Düşesi Charlott Elisabeth'in bir mektubunda yazdığına göre yüksek tabakadan üç kadın kendisini sarhoş etmişler ve onunla birlikte Versay sarayı'nın dehlizlerinde kaybolmuşlardı.

Said Mehmed Efendi'nin ilk Paris gezisinin en ilginç yönü kuşkusuz onun bir takım uçarı davranışları değildi. Genç Osmanlı, genel olarak Paris bilim ve sanat hayatına, özel olarak da matbaacılığa gösterdiği ilgi ve bu bağlamda Fransız dilini öğrenmek için sarf ettiği çabalarla dikkat çekmiştir.

Franz Babinger' in yazdığı gibi “diğer bir çok yaralı şeyin yanı sıra, kitapların matbaada, akıllıca ve kolay bir yoldan nasıl çoğaltıldığına burada şahit olmuş ve bu sanatı kendi vatandaşlarına da anlatmaya karalı bir şekilde memleketine dönmüştür."

Sait Mehmed Efendi Paris'ten İstanbul'a döndükten sonra Divan-ı Hümayum'da “mektupçu” görevine tayin edilmiş ve bundan böyle sadaret kethüdalığı, İsveç elçiliği ve sadrazamlık da dahil çeşitli görevlerde bulunarak daima Osmanlı yönetici zümresinin üst kademelerinde dolaşmıştır, Bu durum ve Fransızlarla kurduğu yakın ilişkiler doğal olarak o sıralarda yeni bir “Doğu Politikası” gelişmekte olan Fransa yönetici zümresinin de gözünden kaçmıyordu. Onlar da, Osmanlı başkentindeki temsilcileri aracılığıyla ,Said Efendi'yle ilişkileri pekiştirmeye ve ellerinden geldiği ölçüde onun yükselmesinde yardımcı olmaya çalışmışlardır. Bu çabaları daha iyi anlayabilmek için burada bir parantez açalım; gözlerimizi Fransa'ya çevirelim ve 18. yüzyılın ilk yarısında bu ülkede yaşananlarla ilgili bazı gözlemlerde bulunalım.

Fransa ve Doğu Politikasıı
Çelebi Mehmed Efendi'nin diplomatik misyonu, Fransa'da, XV. Louis'nin yaşının küçüklüğü dolayısıyla XIV. Louis'in yeğeni Phillippe d' Orleans'ın hüküm sürdüğü bir zamana rastlamıştı. Ne var ki XV. Louis büyüyünce de iktidara sahip olamadı. 1723'de rüştüne erdikten sonra Bourbon Dükü'nün etkisi altına düşmüş, 1726'da da iktidarı Kardinal de Fleury'ye teslim etmişti. Yine de bu dönem Fransa'nın, “Eski rejim” içinde, en parlak günlerine tanık oldu. Aynı şey Osmanlılar için de geçerliydi. O dönemin diplomasisini inceleyen bir Fransız bilim adamının ifade ettiği gibi, “bu dönem Osmanlı gücünün son bir yükselişine, Fransa'da da eski rejimin son başarılarına denk düşüyordu”

Fransa'nın Doğu politikasının temelleri XIV. Louis zamanında atılmıştı. “Güneş-Kral”ın “haşmet politikası”, Doğu'da İsveç, Polonya ve Osmanlı devleti ile ittifak halinde başarılı olabilirdi. Fakat bu koalisyon pek de kolay gerçekleşmedi. Örneğin 18. yüzyıl başlarında Dersaadet'te elçilik yapan Charles de Ferriol bütün gayretlerine rağmen İspanya veraset savaşında Osmanlıları hareke geçirememişti. Fakat elçi yılmamış ve tüm çabalarını Osmanlı-İsveç ve Polonya ilişkileri üzerine yoğunlaştırmıştı. Comte de Ferriol, "1711'de ülkesine dönerken kaleme aldığı genel raporunda şunu yazmıştı:
Tek amacım Türkleri gevşekliklerinden sıyırmak ve İsveç Kralı'na gerçek dostlarını tanıtmak ve onları, dost görünüp de her fırsatta Çar'ı destekleyenlerden ayırt ettirmekti."

Osmanlı yönetici sınıfı içinde kendine yakın kimseler bulmak, dostlar edinmek, bu koşullarda Fransa hükümetinin başlıca kaygılarından biri haline gelmişti. Paris'ten İstanbul'a tayin edilen Fransız elçilere gönderilen talimatlarda Osmanlı yöneticileri hakkında ayrıntılı bilgiler veriliyor; gerçek iktidarın kimlerin elinde olduğu anlatılıyor; kimlerle dost olunacağı, kimlerin düşman olduğu, kimlerin de satın alınabileceği konularında yol gösteriliyordu. Fransa'da bulunmuş, Fransızca öğrenmiş, açık fikirli bir insan olan Said Efendi'nin ismi de elbette ki aynı bağlamda ideal bir isim olarak görünecekti.

Said Efendi, 1726'da, Müteferrika ile de temasa geçerek matbaa hazırlıklarına başlarken, Fransa da yakından izlediği bu çalışmalardan yararlanabilmek için harekete geçmişti. Öyle görünüyor ki Fransa Osmanlı matbaacılığına yardımcı olurken, karşılık olarak beklediği ve hemen elde etmeyi umduğu şeylerden biri de Osmanlı Sarayı kitaplığında mevcut olduğunu sandığı eski Yunan ve Latin el yazmalarını ele geçirmekti.

Bizans Sarayının Osmanlıların eline geçtiği farz olunan 17. yüzyıldan beri Batı muhayyilesini kamçılayan bir saplantı olmuştur. Burada, ayrı bir yazı konusu olabilecek bu ısrarlı arayışlar üzerinde durmayacağım. Ancak, yazışmalardan, İstanbul'da matbaacılık çalışmalarının Fransızların bu yöndeki beklentilerine hız verdiğini öğreniyoruz ve Said Efendi'nin kariyeriyle de ilgili bu olguyu görmezlikten gelemeyiz.

Gerçekten de bu sıralarda Versay Sarayı'ndan İstanbul'da ki Fransız elçiliğine gönderilen bir yönergede bu konuda neler yapılabileceği inceden inceye anlatılıyordu. Bu talimat çerçevesinde yapılan –ve somut bir sonuç vermeyen- çalışmaları elbette ki her yönüyle bilmiyoruz. Buna karşılık biliyoruz ki, Said Mehmed Efendi'de, bir bakıma doğal olarak, Fransızların beklentilerini karşılayabilecek isimler arasında görülmüş ve kendisiyle temasa geçilmiştir. Osmanlı aydınının, Fransız kralının kütüphanecisi ve danışmanı olan Abbe Bignon'a yazdığ 21 Haziran 1727 tarihli mektup bu konuda bizlere fikir veriyor.
Abbe Bignon'un Said Efendi'ye yazdığı mektubu bulup okuyamadık. Fakat Said Efendi'nin Fransız rahibine, “alim, bilgin, samimi, açık sözlü dostumuz Abbe Bignon” başlığıyla yazdığı yanıttan kendisinden istenilen şeyin de “kıymetli kitaplar olduğunu anlıyoruz. Said Efendi mektubunda Fransız rahibe umut veriyor; bu konuda elinden geleni yapacağını vaat ediyor ve istenen kitapların bir listesi gönderilirse işinin daha da kolaylaşacağını söylüyordu; çünkü, Osmanlı devletinde, dil güçlükleri dolayısıyla söz konusu kitapların kayıtları yapılamamıştı.

Said Mehmed Efendi, Abbe Bignon'a yardım vaat ediyordu; ama, karşılık olarak beklediği şeyler de vardı. Bu beklentilerin başında, kuşkusuz, hazırlıkları yapılan matbaacılık konusunda teknik yardım geliyordu. Türk matbaacılığının kurucusu Fransız kütüphaneciye “bizim henüz acemi olduğumuz bu dalda sizler yetkin ustalarsınız” diyerek, bazı basılmış sayfalar gönderiyor ve düzeltmeler gerekiyorsa bunların yapılmasını rica ediyordu.
Matbaanın açılmasına Şeyhülislamdan fetva çıkmasından bir yıl sonra, 1728'de, İstanbul'da yeni bir Fransız elçisinin tayin edilmesi ile Osmanlı- Fransız ilişkilerinde yeni bir sayfa açıldı.

Louis de Villeneuve'nin Elçiliği
Marki de Villeneuve'ün İstanbul'a gelişi matbaanın kurulması gibi bir mutlu bir olaya rastlamıştı; fakat, aslında Osmanlı Devleti'nin durumu hiç de iç açıcı değildi. 1723'den beri aralıklarla devam eden İran savaşı ülkeyi bitap bırakmış; veba salgını, yangın, kıtlık gibi felaketler de savaşa gitmemiş onbinlerce insanın kırılmasına yol açmıştı. Kısaca iki yıl sonra Patrona ayaklanmasına yol açacak bütün nedenler ortadaydı.
Marki de Villeneuve'e merkezden gönderilen yönergede, o sırada “Türkler için en feci ve dikkate değer olay”, Avusturya İmparatorluğu'na yenilerek, onlara “Belgrad ve Temeşvar kalelerini terk etmeleri” olarak görülüyordu. İlginçtir ki yönergeye “bu kaleler onları koruyacak ve savunacak ellerde kaldıkça Hristiyanlık Türklerden daha az korkacak ya da hiç korkmayacaktır” diye bir gözlem eklenmiştir. Burada Fransa'nın diplomatik anlamda hasım olarak gördüğü Avusturya'ya, yine de Hristiyan alemin ortak duyarlılığı dolayısıyla sempatiyle baktığını, Türk'e karşı ise, müttefik de olsa, hasmane duygular içinde bulunduğunu görüyoruz.

Fransa'nın Villeneuve'den ticari ve dini konularda da bazı beklentileri vardı. Özellikle inanç konusunda, Rum ve Ermeni Kiliselerinin “cehalet ve kabalıktan doğan hata ve sapmalarına” son verilmesi ve mümkün olursa Türkler de dahil herkesin katolikliğe kazanılması başta gelen hedefler arasındaydı. Bunların dışında kuşkusuz, özel bir ilgi alanı olan kıymetli kitaplar da unutulmamıştı ve Sultanın kitaplığına nüfuz edilerek, oradaki Bizans'tan kalma eserlerin aranması da isteniyordu. Kendisine bu konuda Osmanlı matbaasını yöneten “Said Ağa'nın yardımcı olacağı da ayrıca belirtilmişti. Tite-Live; Polybe ve Trogue Pompee'nin kitapları özellikle aranan kitaplar arasındaydı.

Elçinin elbette ki esasen mevcut olmayan bu kitapları bulması söz konusu değildi. Onun asıl görevi, bu gibi ikincil isteklere de yanıt verecek tarzda, Osmanlı Devleti'ni Fransa'ya yaklaştırmak ve Osmanlı Devleti'nde bir Fransız Partisi kurmaktı. Zaten bir yıl önce, bu yönde olumlu bir gelişme daha olmuştu. 1729'da Bosna'ya gelerek Osmanlı Devleti'ne sığınmak isteyen Comte de Bonneval da, Said Efendi'nin aracılığı ile kabul edilmiş ve kendi istediği gibi “üç tuğlu” değilse bile, “iki tuğlu paşa” olarak Osmanlı hizmetine alınmıştı. Maceraperest Fransız kontunun “Humbaracı Ahmed Paşa” olarak İstanbul'daki hayatı pek incelenmemiştir.

1730'larda, Fransa yönetici çevrelerinde, daha önceleri düşünülen, arzu edilen “Osmanlı çöküşü” gündemden çıkıyordu. A. Vandal'ın, Villeneuve'nin elçiliğini anlatan eserinde yazdığı gibi “Fransa, Türkiye'nin varlılığının bizzat Hristiyanlığı huzuru için önemli olduğunu ilan etmişti” Fransa'nın gerçek hakimi Kardinal de Fleury'ye göre de “Osmanlı İmparatorluğu”nun tüm sınırlarının korunması” Avrupa'da barışın koşullarından biri haline gelmişti.

Ne varki Villeneuve'nin işi kolay değildi. Bu arada Osmanlı Devleti'nde patlak veren ayaklanma ve anarşik durum elçinin işini daha da zorlaştırmıştı. Ortalık biraz yatışınca, bu kez de yeni sultanın Paris'e göndermek istediği olağanüstü elçi konusunda, XIV. Louis dönemindekileri anımsatan protokol kavgaları baş gösterdi. Yeni tahta çıkan Sultan Mahmud'un bu görev için seçtiği eski kapıcıbaşı Bekir Ağa'yı Fransızların gözü pek tutmamıştı. Kimdi Bekir Ağa? Protokoldeki yeri neydi? Diplomatik heyetin masrafları nasıl karşılanacaktı? Fransız elçisi bütün bu sorular etrafında Paris'le yoğun bir yazışma içindeydi.
Fransa bir yandan Osmanlı Sarayı'nı kırmak istemiyor, öte yandan da Bekir Ağa'yı nasıl bertaraf edeceğinin hesaplarını yapıyordu. Aynı taleplerle karşılaşan İngiltere ve Hollanda'nın açıkça “hayır” demeleri Sultan Mahmud' u çok şaşırtmış ve kızdırmıştı. İlginçtir ki Fransızlar bu vesileyle Yirmi Sekiz Çelebi Mehmed Efendi'nin elçiliğinden bile pek memnun kalmadıklarını ortaya koymuşlardı. Villeneuve, 30 Eylül 1730 tarihli mektubunda olağanüstü elçi Mehmed Efendi'yi “hem kaleme aldığı sefaretname, hem de elçi M de Bonnac'a karşı tutumundan ötürü” “açgözlülük ve nankörlükle suçlarken, galiba genel bir izlenimi yansıtıyordu. Güçlükler sonunda diplomatik ustalıklarla çözüldüler ve Bekir Ağa Fransa'ya gitmedi.

Bekir Ağa'nın 1730'da gerçekleştiremediği Paris elçiliğini on iki yıl sonra Mehmed Said Efendi gerçekleştirdi. Aradan geçen zaman diliminde, Fransa lehine çok önemli gelişmeler olmuş; Osmanlı Devleti, Fransa'nın desteği ile Avusturya ve Rusya'ya karşı başarılı savaşlar vermiş, kaybedilen toprakları geri almıştı. Görüşmelere de, Osmanlıların son derece güvenini sağlamış olan elçi Villeneuve aracılık etmişti. O sırada Osmanlı hükümetinin Fransa'ya güveni o kadar fazlaydı ki, Kardinal de Fleury'e 1737'de gönderilen mektupta ‘Marki de Villeneuve'e itimadımız olduğundan murahhaslığa bir gayrisini nasb etmeyip bu işin yürütülmesine kendisi tayin edilmiştir” deniliyordu.

Fransa, Osmanlı Devleti'ne yardımının karşılığı olarak 1740 Belgrad Anlaşması ile daha önce ahidnamelerle aldığı ayrıcalıkları genişletti. Gerçekten de eski anlaşmalara eklenen yedi maddeyle Fransa elçisi protokolde İstanbul'daki diğer tüm elçilerin önüne geçiyor; Fransa Osmanlı Katoliklerinin bir çeşit koruyucusu oluyor ve Fransız Hükümeti Kudüs'teki ‘İsa Peygamber Kabri'ni idaresi altına alıyordu. Bu arada Kardinal de Fleury, Osmanlılara, Baron de Tott'un orduya düzen vermek için yollanacağını da müjdeliyordu.

Said Efendi'nin elçiliği de bu sıcak ilişkileri pekiştirmek için düşünülmüştü. Misyon 1741- 42 yıllarında gerçekleşti. Bu seyahati, olası sonuçlarıyla birlikte yorumlamadan önce, gerçekleşme koşulları itibariyle betimlemek istiyorum.

Said Mehmed Efendi'nin Paris Elçiliği
Sait Efendi'nin Paris elçiliği 2 Ağustos 1741'de İstanbul'da bindiği Fransız gemisiyle başladı. Yirmi yıl önce Paris'e giderken babası nasıl kendisini yanına almışsa, Sait Efendi de Paris misyonunda 15- 16 yaşındaki oğlunu yanına almıştı. Bunu dışında, Osmanlı heyeti, elçinin damadı, defterdarı, imrahoru, tezkirecisi, imamı, hekimi, tercümanları, terzisi, aşçısı, kahvecisi vb. Başta olmak üzere, 183 kişiden oluşuyordu. Bu rakama elçinin Malta'da satın aldığı 14 köle dahildi. Ayrıca, Said Efendi Paris'i görmeleri yararlı olacak “beş önemli Türk”ü de yanına almayı faydalı bulmuştu.


Seyahatin ilk kısmı doğrusu pek de parlak olmamıştı. Said Efendi'nin 17 Eylül-14 Ekim 1741 tarihleri arasında, “Toulon karantinası'nda istirahat ettiği günler herhalde hayli sıkıntılı geçmişti. Osmanlı elçisi karantinadan çıktıktan sonra, kendisini karşılamaya gelen Kral kahyası Marki de Joinville'nin refakatinde, Kral tarafından yollanan ve haşmetli bir merasim alayı oluşturan arabalara bindi ve uzun bir yolculuktan sonra 16 Aralık'ta Paris'in Saint-Antonie mahallesinde kendisine ayrılmış konağa yerleşti. Şehre Kralın, Kraliçenin ve yüksek aristokrasinin yer aldığı muhteşem bir merasimle girmiş; ateşli karşılama konuşmaları yapılmış, şiirler okunmuştu. Yakın dostu Humbaracı Ahmed Paşa'nın bir şiiri de okunan şiirler arasındaydı.

Said Efendi'nin Paris elçiliği 1742 Temmuz ayına kadar sürdü. Bu eğleşme süresinde elçimizin zamanı iki tip etkinlikle geçti. Bunlardan birincisi, başta Versay'a, Kral ve Kraliçeye olmak üzere, prenslere ve yüksek aristokrasiye yapılan protokol ziyaretleriydi. Osmanlı elçisinin kendisi de, Paris'teki konağında, Fransız bakanlara ve yabancı elçilere “muhteşem bir ziyafet” verdi. Said Paşa gayet iyi Fransızca bildiği halde, resmi ziyaretlerinde yanında tercümanlar bulunduruyordu. Kim bilir, bu tercümanlar belki de Sultanın güvendiği adamlardı.

Said Efendi'nin asıl ilgi çekici etkinlikleri kültürel etkinlikleri olmuştur. Oğlunu da götürdüğü operada, Kral locasında, ilk Fransız opera eserlerinden İsseyi izlemiş, daha sonra da Hotel des Comediens Français'nin çok iyi ışıklandırılmış salonlarında üç ayrı tiyatro eseri görmüştü. Ünlü Comediens Française'de ise Fransız ve İtalyan komedileri seyretti. Bunların dışında, Said Efendi, saray ressamlarından Quentin de la Tour 'u da ziyaret etmek ve babasının da portresini yapmış olan bu ünlü ressama, pastel olmasını arzu ettiği bir tablosunu yaptırdı. Duc d'Orleans'ın galerisinde ise en büyük ustaları taş baskıları karşısında büyülendi.

Seyahati esnasında Osmanlı elçisinin en çok ilgi gösterdiği şeyler, aslında, bilim ve teknoloji alanında gördükleri olmuştu. Said Efendi, bu bağlamda, Gobelins ve Savonnerie kraliyet fabrikalarını ziyaret etti. İran ve Levant halılarının da yapıldığı bu imalathanelerde Kral mimarı M. De Cotte kendisine güzel halılar hediye etti. Chevalier de Julienne'in kumaş ve lal renkli boya fabrikası ise özellikle dikkatini çekti ve Said Efendi orada kumaş imalatının çeşitli işlemlerini büyük bir dikkatle izledi.

Said Mehmed Efendi gezisinde, Paris'teki bilimsel çalışmaları izlemeye ve kitaplıkları ziyaret etmeye özel bir önem vermişti. Bu bağlamda, fizik dalında yıllardır deneyler yapan M. Pagny'nin kabinesi, “400'den fazla alet ve edevatıyla” Osmanlı elçisinin derinden etkilemiş, Said Efendi, saat 15:00'de girdiği kabineyi, saat 19:00'da terk etmişti. Büyükelçi, Kralın mühendisi ve “her türlü matematik aleti yapımcısı” M. Nicolas Bion'un kabinesinde de iki saat kaldı ve bazı aletler satın aldı. Daha sonra Bercy'de M. Pajot Onsenbray'ın fizik, kimya ve doğal tarih kabinelerini gezdi ve deneyleri izledi.

Tetkikleri sırasında Said Efendi kralın kitaplığını gezme fırsatı da buldu ve orada da iki saat incelemeler yaptı. Bu vesileyle kitaplığa yeni Osmanlı matbaasının ürünü olan beş kitap hediye etti. Aynı tecessüsle gezdiği Sainte-Genevieve kitaplığında ise kendisine iki orjinal Türkçe mektup gösterildi. Kanuni Süleyman'ın bir sadrazamı tarafından bir Hristiyan prense yazılmış bu mektuplar elçimizi hayretler içinde bırakmıştı.

Said Efendi'nin Paris misyonunun en heyecanlı anılarından biri de, beraberinde getirdiği Rum asıllı bir doktorun Paris Hukuk Fakültesi'ndeki tez savunması olmuştu. Mercure de France'nin İstanbullu bir pratisyen olarak sunduğu Diamantes Vlastus, Padua Üniversitesinde tıp okumuştu ve halen de Osmanlı elçisinin hekimliğini yapıyordu. Vlastus, görüşlerini dokuz jüri üyesiyle tartıştı ve iltifatlar, alkışlar arasında Paris'ten bir diploma almayı başardı. Jüri Başkanı Profesör Procope Couteaux, eski Yunan'a göndermelerle süslediği konuşmasında D. Vlastus'a da övgüler yağdırdı; fakat asıl yücelttiği Said Efendi oldu. Parisli profesör, Osmanlı elçisini “Türkmen ırkının bir filizi olarak değil; bir büyükelçi yada Romanya valisi olarak hiç değil, kişisel değeri” açısından selamlıyor ve onun şahsında Diyojen'in fenerle aradığı insanı, elinde fener olmadan bulduğunu söylüyordu. Salonu dolduran zarif hanımlar da zaten onu görmeye gelmiş ve anlamadıkları bir sürü şeyi onun için dinlemişlerdi. Profesör Procope, Paris'in bugün de Saint-Germain'de turistik bir mekan olarak kullanılan ilk kahvesini açan iş adamının oğluydu.

İstanbul'a Dönüş, Yankılar ve Sonuçlar
Said Mehmed Efendi. Bir sürü veda merasiminden ve son olarak da 13 Haziran'da Hotel de Ville'de bir havai fişek gösterisini izledikten sonra yine bir Fransız gemisine binerek yola çıktı; 1-2 Ekim 1742 akşamı İstanbul'a vardı ve Fransız elçisinin bir mektubuna göre kereye kimliğini gizleyerek çıktı. Le Boree adlı geminin kaptanı Şövayle de Caylus, topları ancak bir saat gecikmeyle gelen Humbaracı Ahmed Paşa şerefine ateşlemişti. Fakat misyon başarıyla tamamlanmış, yeni ilişkilerden iki taraf da memnun kalmıştı. Sadrazam Ali Paşa, Kardinel de Fleury'ye gönderdiği teşekkür mektubunda “elçimizin sözlü olarak anlattıkları, Majestelerinin her jestinin gerçek dostluk, içtenlik ve şefkat dolu olduğu konusunda Sultanımızı ikna etti” deniyordu.

Osmanlı elçisi Paris'teki gezisinde yüksek yönetici zümreyi aşan bir ilgi görmüştü. O sıralardaki mektuplaşmalarda ve daha sonra yazılan anılarda Said Efendi'nin gezintisi ayrıntılı tablolara konu olmuştur. Bu arada genç Osmanlı diplomatını, Aydınlanma ruhu içinde doğuyu daha iyi tanımaya çalışan düşünürler de dikkatle izliyorlardı. Bunlardan Voltaire, aristokrat dostlarıyla yazışarak Said Efendi'nin programını yakından izlemiş ve onunla birlikte bir akşam yemeği planlamıştı. Yemekten sonra bur dostuna yazdığı mektupta, Voltaire, “Türk elçisini gördüm ve beraberce bir akşam yemeği yedik. Bana bizim Hristiyan bakanlardan çok daha açık ve samimi biri olarak göründü” diye yazdı. Fransız düşünür bu sırada tamamlamış olduğu “Muhammed” isimli eserin temsilini de, elçiye saygısızlık olmasın diye, bu vesileyle tehir etmişti.

Said Efendi'nin Fransa Misyonunun Seyasal Sonuçları Neler Oldular?
F. Rousseau, o dönemle ilgili kitabında “Sultan'ın elçisinin 1741'de Paris'i ziyareti hiçbir siyasal sonuç doğurmadı; örf ve adetlerimizi bilen, düzgün Fransızca konuşan bu Türk'ü taşıdığı hediyelerle beraber göndermek için geçtiği yollara üşüşmek Parisli meraklıların tecessüsünü besleyen bir gıda oldu” diye yazmıştır. Gerçekten de Said Efendi'nin elçiliği doğrudan hiçbir siyasal sonuç doğurmadı. Osmanlılar zaten Fransa ile dostluk ilişkisi içindeydiler. Buna karşılık, seyahat bu dostluğun iki ülke tarafından nasıl algılandığı ve nasıl kullanılmak istenildiği konusunda hayli öğretici oldu.

Fransa'da o sıralarda Osmanlı rejimi despotik, insan haklarına saygısı olmayan bir rejim olarak görülüyordu. Villeneuve'nin yerini alan elçi Castellene'a 9 Aralık 1740'da gönderilen talimatta Osmanlı rejiminin 3 esasa (şiddet, kuruntu ve hanedan ailesine saygı) dayandığı ileri sürülmüştü. Oysa sadece Duc de Saint-Simon'un anılarının gösterebileceği gibi, keyfi tutuklama ve işkenceleriyle, saray cinayetleri ve müsadereleriyle Fransa eski rejimi de çok farklı değildi. Fark daha ziyade aydınlanma espirisinin Fransa yönetici zümrelerine de nüfuz etmiş olmasında ortaya çıkıyordu. Başka bir deyişle Fransa yönetici zümresi çıkarları doğrultusunda çok daha rasyonel hareket edebilme yeteneğine ve araçlarına kavuşmuştu. Bu fark onlarda doğululara karşı küçümseme duyguları yaratmıştı.
Said Efendi ve temsil ettiği saltanat gezi boyunca büyük bir saygıya mazhar oldu; haklarında çok övücü konuşmalar yapıldı. Bizzat Said Efendi'nin kişiliği de Fransızların doğulu imajına cok uygun değildi. Belki de bunun da etkisiyle Fransa'da doğululara karşı doğmuş bulunan üstünlük duygusu da tartışma konusu oldu. Said Efendi'nin ressam Aved tarafından yapılmış bir tablosu, Louvres'de sergilenirken, tabloyla ilgili ve Kralın onayından geçmiş bir mektupta Türk ve İranlı isimlerinin neden Fransa'da kötü karşılandığı sorgulanıyor ve alfabenin bazı sözcüklerinin farklı bir biçimde dizilmesinin zihnimiz, hatta bazen de kalbimiz üzerinde yaptığı etkileri görmek şaşırtıcıdır deniyordu.

Fransızlar, Said Efendi'nin Osmanlı devletindeki kariyerini yakından izlediler ve onu kendi politikalarının aracı yapmak istediler. Bunda, çeşitli nedenlerle, aradıklarını bulamadıkları anlaşılıyor. 1747'de Said Efendi, paşa ve kahya olduğu sırada bile diplomatik yazışmalar Katoliklik olan Ermenilerin tutuklandıklarını acı bir dille anlatıyorlardı.

Said Paşa Osmanlı toplumunda hep üst kademelerde oldu; hatta 1755'de 5-6 ay sadrazamlıkta yaptı. Fakat, 176'de ölene kadar, toplumsal ve kültürel hayat üzerinde büyük bir etkisi olmadı. İlginçtir ki bu kadar önemli bir Paris elçiliği yapan Said Efendi bizlere bir sefaretname bile bırakmadı; yada bıraktığı sefaretname tozlu raflarda kaybolup gitti. Ola ki Voltaire'le yemek yemiş ve Fransızca tartışmış bu Osmanlı, bağnaz ve hizipçi sistem içinde fazla gavurluğa bulaşmış olarak damgalanmıştı. Oysa, öyle görülüyor ki ancak onun bilime ve sanata dönük esprisinde Batı ile daha eşitçi ve onurlu ilişkiler kurulabilirdi. Yine de tarihçiler kendisinden olumlu bir biçimde söz ettiler.

Fransızlar Osmanlı Devleti'ni Rusya'ya karşı tampon devlet yapma politikalarını ısrarlı ve tutarlı bir biçimde sürdürdüler. Bunun aracı Osmanlı ordusunun kontrolünü ele geçirmek ve onu Rusya'ya baraj oluşturacak ölçüde modernleştirmekti. 1755'de Baron de Tott da, babasıyla beraber Fransız elçisi Comte de Vergennes'e refakat ederek İstanbul'a geldi.

Baron de Tott'un İstanbul macerası ve yazdığı kitap ayrı bir konudur. Kendisine verilen görev, Fransız diplomasi tarihçileri tarafından şöyle ifade edilmişti: “ Fransa'nın Baron de Tott gibi ajanları Osmanlı ordusunu ancak savaşa devam edebilecek kadar organize edeceklerdi.”

1774'de Küçük Kaynarca Anlaşması'ndan sonra Avrupa diplomasinin temel konusunu haline gelen ‘şark meselesi' içinde Osmanlı toplumunun işgal etmesi arzulanan yer buydu.

Taner Timur Prof. Dr
Toplumsal Tarih 2004 ( sayı 128 )


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder