Taner Timur
Osmanlı Devleti'ne matbaanın girmesi ile ilgili olarak akla gelen ilk
isim, kuşkusuz, İbrahim Müteferrika'dır. Macar asıllı Osmanlı aydının büyük
hizmeti Türkiye'de tarihle az çok ilgili her kez tarafından bilinir. Oysa bu
fikri ilk benimseyen, İbrahim Müteferrika'ya telkin eden devlet adamı ve
diplomat sıfatıyla da ülkede önemli rol oynayan Said Mehmed Efendi'nin adı
çoktan unutulmuştur.
https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/f/fe/Mehmed_Said_Efendi_in_Paris_1742.jpg |
Bu yazıda Said Efendi'yi tanıtmaya; daha genel planda da, onun
elçiliği ve “aydınlanmacı” kişiliği vesilesiyle, 18. yüzyılın ilk yarısında
önemli değişiklikler geçiren Osmanlı-Fransız gelişmelerine ışık tutmaya
çalışacağım.
Aslında Osmanlı matbaacılığının ortaya çıkışında Said Mehmed
Efendi'nin rolü bilinmeyen bir şey değildir. O dönemin vakanüsvisi Ahmet Vasıf
Efendi'nin “mehasinü' Asar”ından günümüz yazarlarına kadar, matbaacılık
tarihimizden söz eden bütün yazarlar Said Efendi'nin bu konuda oynadığı hayati
role işaret etmişlerdir. Fakat bu bilgiler, devlet adamları tahrik etmemiş
görünüyor.
Gerçekten kimdi Mehmed Efendi, 1720'de elçi olarak gönderilen
Yirmi Sekiz Çelebi Mehmed Efendi'nin oğluydu. O zaman 23-24 yaşlarında olan
Said Efendi bu diplomatik misyona babasıyla beraber katılmış ve Fransa'da açık
fikirliliği, tecessüsü ve rahatlığıyla dikkatleri çekmiştir.
Çelebi Mehmet
Efendi'nin olağan üstü elçiliği, özellikle de kaleme almış olduğu Sefaretname,
Osmanlıların dış dünyayla ilişkilerinde tarihi bir önem taşır. Batı,
“aydınlanma” yüzyılını yaşarken Osmanlılarda “Lale Devri”nin batı'ya farklı bir
arayış içinde bakan, yaşam zevkiyle dolu, fakat çekingen ve ikircikli ruh hali
içindeydiler. Çelebi'nin sefaretname'si Osmanlı yazınında Batının üstün
yanlarını gören, Osmanlılarda kendilerine olan mutlak güveni sarsan Hıristiyan
dünyasına karşı bağnaz küçümseme duygularını törpüleyen yönleriyle çarpıcı bir
belge olarak değerlendirilmiştir. Osmanlı tarihinde bir geçiş dönemini
yansıtan içeriğiyle Fransız basınında da büyük yankılar uyandırmış ve belge
her yönüyle incelenmiştir. İlginçtir ki o zaman Fransa'da yazılanlar arasında,
elçinin oğlu Said Mehmed Efendi ile ilgili gözlem bilgilerde bol miktarda yer
almıştır.
1720'deki Fransa seyahatinde Said Mehmed Efendi, bir bakıma
asıl odağı olan babasından, daha özgür hareket etme olanağı bulmuştur. Çoğu kez
yalnız başına dolaşmış; Sete şehrinde şeker imalathanesini ziyaret etmiş;
Paris'te operaya gitmiş ve Clichy'de Prens Conti'nin şerefine düzenlediği
davete katılmıştır. Bu arada “şarklı” insanları sadece cinsel fantazmların
aynasında gören kimi soylu kadınların ilgi konusu olmaktan da kurtulamamıştı.
Orleans Düşesi Charlott Elisabeth'in bir mektubunda yazdığına göre yüksek
tabakadan üç kadın kendisini sarhoş etmişler ve onunla birlikte Versay sarayı'nın
dehlizlerinde kaybolmuşlardı.
Said Mehmed Efendi'nin ilk Paris gezisinin en ilginç yönü
kuşkusuz onun bir takım uçarı davranışları değildi. Genç Osmanlı, genel olarak
Paris bilim ve sanat hayatına, özel olarak da matbaacılığa gösterdiği ilgi ve
bu bağlamda Fransız dilini öğrenmek için sarf ettiği çabalarla dikkat
çekmiştir.
Franz Babinger' in yazdığı gibi “diğer bir çok yaralı şeyin
yanı sıra, kitapların matbaada, akıllıca ve kolay bir yoldan nasıl
çoğaltıldığına burada şahit olmuş ve bu sanatı kendi vatandaşlarına da
anlatmaya karalı bir şekilde memleketine dönmüştür."
Sait Mehmed Efendi Paris'ten İstanbul'a döndükten sonra
Divan-ı Hümayum'da “mektupçu” görevine tayin edilmiş ve bundan böyle sadaret
kethüdalığı, İsveç elçiliği ve sadrazamlık da dahil çeşitli görevlerde
bulunarak daima Osmanlı yönetici zümresinin üst kademelerinde dolaşmıştır, Bu
durum ve Fransızlarla kurduğu yakın ilişkiler doğal olarak o sıralarda yeni bir
“Doğu Politikası” gelişmekte olan Fransa yönetici zümresinin de gözünden kaçmıyordu.
Onlar da, Osmanlı başkentindeki temsilcileri aracılığıyla ,Said Efendi'yle
ilişkileri pekiştirmeye ve ellerinden geldiği ölçüde onun yükselmesinde
yardımcı olmaya çalışmışlardır. Bu çabaları daha iyi anlayabilmek için burada
bir parantez açalım; gözlerimizi Fransa'ya çevirelim ve 18. yüzyılın ilk
yarısında bu ülkede yaşananlarla ilgili bazı gözlemlerde bulunalım.
Fransa ve Doğu Politikasıı
Çelebi Mehmed Efendi'nin diplomatik misyonu, Fransa'da, XV.
Louis'nin yaşının küçüklüğü dolayısıyla XIV. Louis'in yeğeni Phillippe d'
Orleans'ın hüküm sürdüğü bir zamana rastlamıştı. Ne var ki XV. Louis büyüyünce
de iktidara sahip olamadı. 1723'de rüştüne erdikten sonra Bourbon Dükü'nün
etkisi altına düşmüş, 1726'da da iktidarı Kardinal de Fleury'ye teslim etmişti.
Yine de bu dönem Fransa'nın, “Eski rejim” içinde, en parlak günlerine tanık
oldu. Aynı şey Osmanlılar için de geçerliydi. O dönemin diplomasisini inceleyen
bir Fransız bilim adamının ifade ettiği gibi, “bu dönem Osmanlı gücünün son bir
yükselişine, Fransa'da da eski rejimin son başarılarına denk düşüyordu”
Fransa'nın Doğu politikasının temelleri XIV. Louis zamanında
atılmıştı. “Güneş-Kral”ın “haşmet politikası”, Doğu'da İsveç, Polonya ve
Osmanlı devleti ile ittifak halinde başarılı olabilirdi. Fakat bu koalisyon pek
de kolay gerçekleşmedi. Örneğin 18. yüzyıl başlarında Dersaadet'te elçilik
yapan Charles de Ferriol bütün gayretlerine rağmen İspanya veraset savaşında
Osmanlıları hareke geçirememişti. Fakat elçi yılmamış ve tüm çabalarını
Osmanlı-İsveç ve Polonya ilişkileri üzerine yoğunlaştırmıştı. Comte de Ferriol, "1711'de ülkesine dönerken kaleme aldığı genel raporunda şunu yazmıştı:
Tek amacım Türkleri gevşekliklerinden sıyırmak ve İsveç
Kralı'na gerçek dostlarını tanıtmak ve onları, dost görünüp de her fırsatta
Çar'ı destekleyenlerden ayırt ettirmekti."
Osmanlı yönetici sınıfı içinde kendine yakın kimseler bulmak,
dostlar edinmek, bu koşullarda Fransa hükümetinin başlıca kaygılarından biri
haline gelmişti. Paris'ten İstanbul'a tayin edilen Fransız elçilere gönderilen
talimatlarda Osmanlı yöneticileri hakkında ayrıntılı bilgiler veriliyor; gerçek
iktidarın kimlerin elinde olduğu anlatılıyor; kimlerle dost olunacağı, kimlerin düşman olduğu, kimlerin de satın alınabileceği konularında yol gösteriliyordu.
Fransa'da bulunmuş, Fransızca öğrenmiş, açık fikirli bir insan olan Said
Efendi'nin ismi de elbette ki aynı bağlamda ideal bir isim olarak görünecekti.
Said Efendi, 1726'da, Müteferrika ile de temasa geçerek matbaa
hazırlıklarına başlarken, Fransa da yakından izlediği bu çalışmalardan
yararlanabilmek için harekete geçmişti. Öyle görünüyor ki Fransa Osmanlı
matbaacılığına yardımcı olurken, karşılık olarak beklediği ve hemen elde etmeyi
umduğu şeylerden biri de Osmanlı Sarayı kitaplığında mevcut olduğunu sandığı
eski Yunan ve Latin el yazmalarını ele geçirmekti.
Bizans Sarayının Osmanlıların eline geçtiği farz olunan 17.
yüzyıldan beri Batı muhayyilesini kamçılayan bir saplantı olmuştur. Burada,
ayrı bir yazı konusu olabilecek bu ısrarlı arayışlar üzerinde durmayacağım.
Ancak, yazışmalardan, İstanbul'da matbaacılık çalışmalarının Fransızların bu
yöndeki beklentilerine hız verdiğini öğreniyoruz ve Said Efendi'nin kariyeriyle
de ilgili bu olguyu görmezlikten gelemeyiz.
Gerçekten de bu sıralarda Versay Sarayı'ndan İstanbul'da ki
Fransız elçiliğine gönderilen bir yönergede bu konuda neler yapılabileceği
inceden inceye anlatılıyordu. Bu talimat çerçevesinde yapılan –ve somut bir
sonuç vermeyen- çalışmaları elbette ki her yönüyle bilmiyoruz. Buna karşılık
biliyoruz ki, Said Mehmed Efendi'de, bir bakıma doğal olarak, Fransızların
beklentilerini karşılayabilecek isimler arasında görülmüş ve kendisiyle temasa
geçilmiştir. Osmanlı aydınının, Fransız kralının kütüphanecisi ve danışmanı
olan Abbe Bignon'a yazdığ 21 Haziran 1727 tarihli mektup bu konuda bizlere
fikir veriyor.
Abbe Bignon'un Said Efendi'ye yazdığı mektubu bulup
okuyamadık. Fakat Said Efendi'nin Fransız rahibine, “alim, bilgin, samimi, açık
sözlü dostumuz Abbe Bignon” başlığıyla yazdığı yanıttan kendisinden istenilen
şeyin de “kıymetli kitaplar olduğunu anlıyoruz. Said Efendi mektubunda Fransız
rahibe umut veriyor; bu konuda elinden geleni yapacağını vaat ediyor ve istenen
kitapların bir listesi gönderilirse işinin daha da kolaylaşacağını söylüyordu;
çünkü, Osmanlı devletinde, dil güçlükleri dolayısıyla söz konusu kitapların
kayıtları yapılamamıştı.
Said Mehmed Efendi, Abbe Bignon'a yardım vaat ediyordu; ama,
karşılık olarak beklediği şeyler de vardı. Bu beklentilerin başında, kuşkusuz,
hazırlıkları yapılan matbaacılık konusunda teknik yardım geliyordu. Türk
matbaacılığının kurucusu Fransız kütüphaneciye “bizim henüz acemi olduğumuz bu
dalda sizler yetkin ustalarsınız” diyerek, bazı basılmış sayfalar gönderiyor ve
düzeltmeler gerekiyorsa bunların yapılmasını rica ediyordu.
Matbaanın açılmasına Şeyhülislamdan fetva çıkmasından bir yıl
sonra, 1728'de, İstanbul'da yeni bir Fransız elçisinin tayin edilmesi ile
Osmanlı- Fransız ilişkilerinde yeni bir sayfa açıldı.
Louis de Villeneuve'nin Elçiliği
Marki de Villeneuve'ün İstanbul'a gelişi matbaanın kurulması
gibi bir mutlu bir olaya rastlamıştı; fakat, aslında Osmanlı Devleti'nin durumu
hiç de iç açıcı değildi. 1723'den beri aralıklarla devam eden İran savaşı
ülkeyi bitap bırakmış; veba salgını, yangın, kıtlık gibi felaketler de savaşa
gitmemiş onbinlerce insanın kırılmasına yol açmıştı. Kısaca iki yıl sonra
Patrona ayaklanmasına yol açacak bütün nedenler ortadaydı.
Marki de Villeneuve'e merkezden gönderilen yönergede, o sırada
“Türkler için en feci ve dikkate değer olay”, Avusturya İmparatorluğu'na
yenilerek, onlara “Belgrad ve Temeşvar kalelerini terk etmeleri” olarak
görülüyordu. İlginçtir ki yönergeye “bu kaleler onları koruyacak ve savunacak
ellerde kaldıkça Hristiyanlık Türklerden daha az korkacak ya da hiç korkmayacaktır”
diye bir gözlem eklenmiştir. Burada Fransa'nın diplomatik anlamda hasım olarak
gördüğü Avusturya'ya, yine de Hristiyan alemin ortak duyarlılığı dolayısıyla
sempatiyle baktığını, Türk'e karşı ise, müttefik de olsa, hasmane duygular içinde bulunduğunu görüyoruz.
Fransa'nın Villeneuve'den ticari ve dini konularda da bazı
beklentileri vardı. Özellikle inanç konusunda, Rum ve Ermeni Kiliselerinin
“cehalet ve kabalıktan doğan hata ve sapmalarına” son verilmesi ve mümkün
olursa Türkler de dahil herkesin katolikliğe kazanılması başta gelen hedefler
arasındaydı. Bunların dışında kuşkusuz, özel bir ilgi alanı olan kıymetli
kitaplar da unutulmamıştı ve Sultanın kitaplığına nüfuz edilerek, oradaki
Bizans'tan kalma eserlerin aranması da isteniyordu. Kendisine bu konuda Osmanlı
matbaasını yöneten “Said Ağa'nın yardımcı olacağı da ayrıca belirtilmişti.
Tite-Live; Polybe ve Trogue Pompee'nin kitapları özellikle aranan kitaplar
arasındaydı.
Elçinin elbette ki esasen mevcut olmayan bu kitapları bulması
söz konusu değildi. Onun asıl görevi, bu gibi ikincil isteklere de yanıt
verecek tarzda, Osmanlı Devleti'ni Fransa'ya yaklaştırmak ve Osmanlı
Devleti'nde bir Fransız Partisi kurmaktı. Zaten bir yıl önce, bu yönde olumlu
bir gelişme daha olmuştu. 1729'da Bosna'ya gelerek Osmanlı Devleti'ne sığınmak
isteyen Comte de Bonneval da, Said Efendi'nin aracılığı ile kabul edilmiş ve
kendi istediği gibi “üç tuğlu” değilse bile, “iki tuğlu paşa” olarak Osmanlı
hizmetine alınmıştı. Maceraperest Fransız kontunun “Humbaracı Ahmed Paşa”
olarak İstanbul'daki hayatı pek incelenmemiştir.
1730'larda, Fransa yönetici çevrelerinde, daha önceleri
düşünülen, arzu edilen “Osmanlı çöküşü” gündemden çıkıyordu. A. Vandal'ın,
Villeneuve'nin elçiliğini anlatan eserinde yazdığı gibi “Fransa, Türkiye'nin
varlılığının bizzat Hristiyanlığı huzuru için önemli olduğunu ilan etmişti”
Fransa'nın gerçek hakimi Kardinal de Fleury'ye göre de “Osmanlı
İmparatorluğu”nun tüm sınırlarının korunması” Avrupa'da barışın koşullarından
biri haline gelmişti.
Ne varki Villeneuve'nin işi kolay değildi. Bu arada Osmanlı
Devleti'nde patlak veren ayaklanma ve anarşik durum elçinin işini daha da
zorlaştırmıştı. Ortalık biraz yatışınca, bu kez de yeni sultanın Paris'e
göndermek istediği olağanüstü elçi konusunda, XIV. Louis dönemindekileri
anımsatan protokol kavgaları baş gösterdi. Yeni tahta çıkan Sultan Mahmud'un bu
görev için seçtiği eski kapıcıbaşı Bekir Ağa'yı Fransızların gözü pek
tutmamıştı. Kimdi Bekir Ağa? Protokoldeki yeri neydi? Diplomatik heyetin
masrafları nasıl karşılanacaktı? Fransız elçisi bütün bu sorular etrafında
Paris'le yoğun bir yazışma içindeydi.
Fransa bir yandan Osmanlı Sarayı'nı kırmak istemiyor, öte
yandan da Bekir Ağa'yı nasıl bertaraf edeceğinin hesaplarını yapıyordu. Aynı
taleplerle karşılaşan İngiltere ve Hollanda'nın açıkça “hayır” demeleri Sultan
Mahmud' u çok şaşırtmış ve kızdırmıştı. İlginçtir ki Fransızlar bu vesileyle
Yirmi Sekiz Çelebi Mehmed Efendi'nin elçiliğinden bile pek memnun
kalmadıklarını ortaya koymuşlardı. Villeneuve, 30 Eylül 1730 tarihli mektubunda
olağanüstü elçi Mehmed Efendi'yi “hem kaleme aldığı sefaretname, hem de elçi M
de Bonnac'a karşı tutumundan ötürü” “açgözlülük ve nankörlükle suçlarken,
galiba genel bir izlenimi yansıtıyordu. Güçlükler sonunda diplomatik ustalıklarla çözüldüler ve Bekir
Ağa Fransa'ya gitmedi.
Bekir Ağa'nın 1730'da gerçekleştiremediği Paris elçiliğini on
iki yıl sonra Mehmed Said Efendi gerçekleştirdi. Aradan geçen zaman diliminde,
Fransa lehine çok önemli gelişmeler olmuş; Osmanlı Devleti, Fransa'nın desteği
ile Avusturya ve Rusya'ya karşı başarılı savaşlar vermiş, kaybedilen toprakları
geri almıştı. Görüşmelere de, Osmanlıların son derece güvenini sağlamış olan
elçi Villeneuve aracılık etmişti. O sırada Osmanlı hükümetinin Fransa'ya güveni
o kadar fazlaydı ki, Kardinal de Fleury'e 1737'de gönderilen mektupta ‘Marki de
Villeneuve'e itimadımız olduğundan murahhaslığa bir gayrisini nasb etmeyip bu işin
yürütülmesine kendisi tayin edilmiştir” deniliyordu.
Fransa, Osmanlı Devleti'ne yardımının karşılığı olarak 1740
Belgrad Anlaşması ile daha önce ahidnamelerle aldığı ayrıcalıkları genişletti.
Gerçekten de eski anlaşmalara eklenen yedi maddeyle Fransa elçisi protokolde
İstanbul'daki diğer tüm elçilerin önüne geçiyor; Fransa Osmanlı Katoliklerinin
bir çeşit koruyucusu oluyor ve Fransız Hükümeti Kudüs'teki ‘İsa Peygamber
Kabri'ni idaresi altına alıyordu. Bu arada Kardinal de Fleury, Osmanlılara,
Baron de Tott'un orduya düzen vermek için yollanacağını da müjdeliyordu.
Said Efendi'nin elçiliği de bu sıcak ilişkileri pekiştirmek
için düşünülmüştü. Misyon 1741- 42 yıllarında gerçekleşti. Bu seyahati, olası
sonuçlarıyla birlikte yorumlamadan önce, gerçekleşme koşulları itibariyle
betimlemek istiyorum.
Said Mehmed Efendi'nin Paris Elçiliği
Sait Efendi'nin Paris elçiliği 2 Ağustos 1741'de İstanbul'da bindiği Fransız
gemisiyle başladı. Yirmi yıl önce Paris'e giderken babası nasıl kendisini
yanına almışsa, Sait Efendi de Paris misyonunda 15- 16 yaşındaki oğlunu yanına
almıştı. Bunu dışında, Osmanlı heyeti, elçinin damadı, defterdarı, imrahoru,
tezkirecisi, imamı, hekimi, tercümanları, terzisi, aşçısı, kahvecisi vb. Başta
olmak üzere, 183 kişiden oluşuyordu. Bu rakama elçinin Malta'da satın aldığı 14
köle dahildi. Ayrıca, Said Efendi Paris'i görmeleri yararlı olacak “beş önemli
Türk”ü de yanına almayı faydalı bulmuştu.
Seyahatin ilk kısmı doğrusu pek de parlak olmamıştı. Said
Efendi'nin 17 Eylül-14 Ekim 1741 tarihleri arasında, “Toulon karantinası'nda
istirahat ettiği günler herhalde hayli sıkıntılı geçmişti. Osmanlı elçisi
karantinadan çıktıktan sonra, kendisini karşılamaya gelen Kral kahyası Marki de
Joinville'nin refakatinde, Kral tarafından yollanan ve haşmetli bir merasim
alayı oluşturan arabalara bindi ve uzun bir yolculuktan sonra 16 Aralık'ta
Paris'in Saint-Antonie mahallesinde kendisine ayrılmış konağa yerleşti. Şehre
Kralın, Kraliçenin ve yüksek aristokrasinin yer aldığı muhteşem bir merasimle
girmiş; ateşli karşılama konuşmaları yapılmış, şiirler okunmuştu. Yakın dostu
Humbaracı Ahmed Paşa'nın bir şiiri de okunan şiirler arasındaydı.
Said Efendi'nin Paris elçiliği 1742 Temmuz ayına kadar sürdü.
Bu eğleşme süresinde elçimizin zamanı iki tip etkinlikle geçti. Bunlardan
birincisi, başta Versay'a, Kral ve Kraliçeye olmak üzere, prenslere ve yüksek
aristokrasiye yapılan protokol ziyaretleriydi. Osmanlı elçisinin kendisi de,
Paris'teki konağında, Fransız bakanlara ve yabancı elçilere “muhteşem bir
ziyafet” verdi. Said Paşa gayet iyi Fransızca bildiği halde, resmi
ziyaretlerinde yanında tercümanlar bulunduruyordu. Kim bilir, bu tercümanlar
belki de Sultanın güvendiği adamlardı.
Said Efendi'nin asıl ilgi çekici etkinlikleri kültürel
etkinlikleri olmuştur. Oğlunu da götürdüğü operada, Kral locasında, ilk Fransız
opera eserlerinden İsseyi izlemiş, daha sonra da Hotel des Comediens
Français'nin çok iyi ışıklandırılmış salonlarında üç ayrı tiyatro eseri
görmüştü. Ünlü Comediens Française'de ise Fransız ve İtalyan komedileri
seyretti. Bunların dışında, Said Efendi, saray ressamlarından Quentin de la
Tour 'u da ziyaret etmek ve babasının da portresini yapmış olan bu ünlü
ressama, pastel olmasını arzu ettiği bir tablosunu yaptırdı. Duc d'Orleans'ın
galerisinde ise en büyük ustaları taş baskıları karşısında büyülendi.
Seyahati esnasında Osmanlı elçisinin en çok ilgi gösterdiği
şeyler, aslında, bilim ve teknoloji alanında gördükleri olmuştu. Said Efendi,
bu bağlamda, Gobelins ve Savonnerie kraliyet fabrikalarını ziyaret etti. İran
ve Levant halılarının da yapıldığı bu imalathanelerde Kral mimarı M. De Cotte
kendisine güzel halılar hediye etti. Chevalier de Julienne'in kumaş ve lal
renkli boya fabrikası ise özellikle dikkatini çekti ve Said Efendi orada kumaş
imalatının çeşitli işlemlerini büyük bir dikkatle izledi.
Said Mehmed Efendi gezisinde, Paris'teki bilimsel çalışmaları
izlemeye ve kitaplıkları ziyaret etmeye özel bir önem vermişti. Bu bağlamda,
fizik dalında yıllardır deneyler yapan M. Pagny'nin kabinesi, “400'den fazla
alet ve edevatıyla” Osmanlı elçisinin derinden etkilemiş, Said Efendi, saat
15:00'de girdiği kabineyi, saat 19:00'da terk etmişti. Büyükelçi, Kralın
mühendisi ve “her türlü matematik aleti yapımcısı” M. Nicolas Bion'un
kabinesinde de iki saat kaldı ve bazı aletler satın aldı. Daha sonra Bercy'de
M. Pajot Onsenbray'ın fizik, kimya ve doğal tarih kabinelerini gezdi
ve deneyleri izledi.
Tetkikleri sırasında Said Efendi kralın kitaplığını gezme
fırsatı da buldu ve orada da iki saat incelemeler yaptı. Bu vesileyle kitaplığa
yeni Osmanlı matbaasının ürünü olan beş kitap hediye etti. Aynı tecessüsle
gezdiği Sainte-Genevieve kitaplığında ise kendisine iki orjinal Türkçe mektup
gösterildi. Kanuni Süleyman'ın bir sadrazamı tarafından bir Hristiyan prense
yazılmış bu mektuplar elçimizi hayretler içinde bırakmıştı.
Said Efendi'nin Paris misyonunun en heyecanlı anılarından biri
de, beraberinde getirdiği Rum asıllı bir doktorun Paris Hukuk Fakültesi'ndeki
tez savunması olmuştu. Mercure de France'nin İstanbullu bir pratisyen olarak
sunduğu Diamantes Vlastus, Padua Üniversitesinde tıp okumuştu ve halen de
Osmanlı elçisinin hekimliğini yapıyordu. Vlastus, görüşlerini dokuz jüri
üyesiyle tartıştı ve iltifatlar, alkışlar arasında Paris'ten bir diploma almayı
başardı. Jüri Başkanı Profesör Procope Couteaux, eski Yunan'a göndermelerle
süslediği konuşmasında D. Vlastus'a da övgüler yağdırdı; fakat asıl yücelttiği
Said Efendi oldu. Parisli profesör, Osmanlı elçisini “Türkmen ırkının bir
filizi olarak değil; bir büyükelçi yada Romanya valisi olarak hiç değil,
kişisel değeri” açısından selamlıyor ve onun şahsında Diyojen'in fenerle
aradığı insanı, elinde fener olmadan bulduğunu söylüyordu. Salonu dolduran
zarif hanımlar da zaten onu görmeye gelmiş ve anlamadıkları bir sürü şeyi onun için
dinlemişlerdi. Profesör Procope, Paris'in bugün de Saint-Germain'de turistik
bir mekan olarak kullanılan ilk kahvesini açan iş adamının oğluydu.
İstanbul'a Dönüş, Yankılar ve Sonuçlar
Said Mehmed Efendi. Bir sürü veda merasiminden ve son olarak
da 13 Haziran'da Hotel de Ville'de bir havai fişek gösterisini izledikten sonra
yine bir Fransız gemisine binerek yola çıktı; 1-2 Ekim 1742 akşamı İstanbul'a
vardı ve Fransız elçisinin bir mektubuna göre kereye kimliğini gizleyerek
çıktı. Le Boree adlı geminin kaptanı Şövayle de Caylus, topları ancak bir saat
gecikmeyle gelen Humbaracı Ahmed Paşa şerefine ateşlemişti. Fakat misyon
başarıyla tamamlanmış, yeni ilişkilerden iki taraf da memnun kalmıştı. Sadrazam
Ali Paşa, Kardinel de Fleury'ye gönderdiği teşekkür mektubunda “elçimizin sözlü
olarak anlattıkları, Majestelerinin her jestinin gerçek dostluk, içtenlik ve
şefkat dolu olduğu konusunda Sultanımızı ikna etti” deniyordu.
Osmanlı elçisi Paris'teki gezisinde yüksek yönetici zümreyi
aşan bir ilgi görmüştü. O sıralardaki mektuplaşmalarda ve daha sonra yazılan
anılarda Said Efendi'nin gezintisi ayrıntılı tablolara konu olmuştur. Bu arada
genç Osmanlı diplomatını, Aydınlanma ruhu içinde doğuyu daha iyi tanımaya
çalışan düşünürler de dikkatle izliyorlardı. Bunlardan Voltaire, aristokrat
dostlarıyla yazışarak Said Efendi'nin programını yakından izlemiş ve onunla
birlikte bir akşam yemeği planlamıştı. Yemekten sonra bur dostuna yazdığı
mektupta, Voltaire, “Türk elçisini gördüm ve beraberce bir akşam yemeği yedik.
Bana bizim Hristiyan bakanlardan çok daha açık ve samimi biri olarak göründü”
diye yazdı. Fransız düşünür bu sırada tamamlamış olduğu “Muhammed” isimli
eserin temsilini de, elçiye saygısızlık olmasın diye, bu vesileyle tehir
etmişti.
Said Efendi'nin Fransa Misyonunun Seyasal Sonuçları
Neler Oldular?
F. Rousseau, o dönemle ilgili kitabında “Sultan'ın elçisinin
1741'de Paris'i ziyareti hiçbir siyasal sonuç doğurmadı; örf ve adetlerimizi
bilen, düzgün Fransızca konuşan bu Türk'ü taşıdığı hediyelerle beraber göndermek
için geçtiği yollara üşüşmek Parisli meraklıların tecessüsünü besleyen bir gıda
oldu” diye yazmıştır. Gerçekten de Said Efendi'nin elçiliği doğrudan hiçbir
siyasal sonuç doğurmadı. Osmanlılar zaten Fransa ile dostluk ilişkisi
içindeydiler. Buna karşılık, seyahat bu dostluğun iki ülke tarafından nasıl
algılandığı ve nasıl kullanılmak istenildiği konusunda hayli öğretici oldu.
Fransa'da o sıralarda Osmanlı rejimi despotik, insan haklarına
saygısı olmayan bir rejim olarak görülüyordu. Villeneuve'nin yerini alan elçi
Castellene'a 9 Aralık 1740'da gönderilen talimatta Osmanlı rejiminin 3 esasa
(şiddet, kuruntu ve hanedan ailesine saygı) dayandığı ileri sürülmüştü. Oysa
sadece Duc de Saint-Simon'un anılarının gösterebileceği gibi, keyfi tutuklama
ve işkenceleriyle, saray cinayetleri ve müsadereleriyle Fransa eski rejimi de
çok farklı değildi. Fark daha ziyade aydınlanma espirisinin Fransa yönetici
zümrelerine de nüfuz etmiş olmasında ortaya çıkıyordu. Başka bir deyişle Fransa
yönetici zümresi çıkarları doğrultusunda çok daha rasyonel hareket edebilme
yeteneğine ve araçlarına kavuşmuştu. Bu fark onlarda doğululara karşı küçümseme
duyguları yaratmıştı.
Said Efendi ve temsil ettiği saltanat gezi boyunca büyük bir
saygıya mazhar oldu; haklarında çok övücü konuşmalar yapıldı. Bizzat Said
Efendi'nin kişiliği de Fransızların doğulu imajına cok uygun değildi. Belki de
bunun da etkisiyle Fransa'da doğululara karşı doğmuş bulunan üstünlük duygusu
da tartışma konusu oldu. Said Efendi'nin ressam Aved tarafından yapılmış bir
tablosu, Louvres'de sergilenirken, tabloyla ilgili ve Kralın onayından geçmiş
bir mektupta Türk ve İranlı isimlerinin neden Fransa'da kötü karşılandığı
sorgulanıyor ve alfabenin bazı sözcüklerinin farklı bir biçimde dizilmesinin
zihnimiz, hatta bazen de kalbimiz üzerinde yaptığı etkileri görmek şaşırtıcıdır
deniyordu.
Fransızlar, Said Efendi'nin Osmanlı devletindeki kariyerini
yakından izlediler ve onu kendi politikalarının aracı yapmak istediler. Bunda,
çeşitli nedenlerle, aradıklarını bulamadıkları anlaşılıyor. 1747'de Said
Efendi, paşa ve kahya olduğu sırada bile diplomatik yazışmalar Katoliklik olan
Ermenilerin tutuklandıklarını acı bir dille anlatıyorlardı.
Said Paşa Osmanlı toplumunda hep üst kademelerde oldu; hatta
1755'de 5-6 ay sadrazamlıkta yaptı. Fakat, 176'de ölene kadar, toplumsal ve
kültürel hayat üzerinde büyük bir etkisi olmadı. İlginçtir ki bu kadar önemli
bir Paris elçiliği yapan Said Efendi bizlere bir sefaretname bile bırakmadı;
yada bıraktığı sefaretname tozlu raflarda kaybolup gitti. Ola ki Voltaire'le
yemek yemiş ve Fransızca tartışmış bu Osmanlı, bağnaz ve hizipçi sistem içinde
fazla gavurluğa bulaşmış olarak damgalanmıştı. Oysa, öyle görülüyor ki ancak
onun bilime ve sanata dönük esprisinde Batı ile daha eşitçi ve onurlu ilişkiler
kurulabilirdi. Yine de tarihçiler kendisinden olumlu bir biçimde söz ettiler.
Fransızlar Osmanlı Devleti'ni Rusya'ya karşı tampon devlet
yapma politikalarını ısrarlı ve tutarlı bir biçimde sürdürdüler. Bunun aracı
Osmanlı ordusunun kontrolünü ele geçirmek ve onu Rusya'ya baraj oluşturacak
ölçüde modernleştirmekti. 1755'de Baron de Tott da, babasıyla beraber Fransız
elçisi Comte de Vergennes'e refakat ederek İstanbul'a geldi.
Baron de Tott'un İstanbul macerası ve yazdığı kitap ayrı bir
konudur. Kendisine verilen görev, Fransız diplomasi tarihçileri tarafından
şöyle ifade edilmişti: “ Fransa'nın Baron de Tott gibi ajanları Osmanlı
ordusunu ancak savaşa devam edebilecek kadar organize edeceklerdi.”
1774'de Küçük Kaynarca Anlaşması'ndan sonra Avrupa diplomasinin
temel konusunu haline gelen ‘şark meselesi' içinde Osmanlı toplumunun işgal
etmesi arzulanan yer buydu.
Taner Timur Prof. Dr
Toplumsal Tarih 2004 ( sayı 128 )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder