7 Aralık 2015 Pazartesi

Zola'nın Dreyfus Davası

Yaşar Atan

https://en.wikipedia.org/wiki/Dreyfus_
affair#/media/File:Emile_Zola.jpg
“Zola’nın Dreifus davası konusundaki davranışına büyük bir hayranlık duyuyorum. Gerek davanın içyüzünü, gerekse davanın kahramanını tanımamama karşın...”
(A. Çehov)


1897 yılının bir kasım gecesi kararını vermişti Emile Zola. Yalnızca yazarlığının, düşünce adamlığının değil, her şeyden önce insan olmanın gerektirdiği bir yüreklilikle, artık Fransız “derin devleti”nin, önüne çıkaracağı anaforlarla boğuşacaktı bundan böyle...

“Biliyor musun,” diye yazıyordu karısı Alexendrine’e, Dreifus davası üstüne bir yazı yazdım. Bu sorun çoktandır beynimi, yüreğimi kurcalayıp duruyordu. Uyuyamıyordum. Bana ne deyip susmayı alçaklık buluyordum. Bundan böyle başıma gelebilecek şeyler hiç umurumda değil: Yeterince güçlüyüm ve bu haksızlığa meydan okuyorum.”



 Zola, sanatının ve ününün doruğundaydı. Çağının ırkçılığına, –kendi iktidarının sürmesi için buna kanat gerip geçit veren Fransa’nın derin devletine–  kafa tutacaktı artık… Yalnızca beyniyle değil, aynı zamanda etiyle kemiğiyle yapacaktı bunu. 


Bu haksızlık, kökü kurutulamamış ırkçılık virüsünden kaynaklanıyordu. Her çağda, çıkarcı egemen güçler bu hastalığı hep iktidarları için bir çeşit sıçrama tahtası olarak görmüşlerdi. 
Yahudi kökenli bir subay olan Dreifus, Fransa’nın askeri sırlarını Almanya’ya vermekle suçlanıyordu. Dreifus sorunu, Fransa’yı iki kampa bölmüştü. Solcu ve sosyalistler, demokrat kesimler Dreyfusçular safında; aşırı sağcı “Vatanseverler Cephesi” de, çevresine topladığı öteki gerici güçlerle Dreifus karşıtı safta yerini almıştı. Dreifus karşıtları, özellikle Paris’te, tam anlamıyla terör estirmekteydiler. Zola da Dreyfusçular safında savaşımına başlamazdan önce, Senato Başkanı Yardımcısı S. Kestner’nin elindeki o çok gizli dosyaları incelemişti: Evet, Dreifus gerçekten suçsuzdu; ne var ki, o sıralar Fransa’nın içinden geçmekte olduğu ağır bunalımın günah keçisi olarak seçilmişti, o kadar... “Derin devlet”, ırkçılık rüzgârıyla da Dreifus’un suç yelkenini ayrıca şişirmişti. Üstelik kendisini destekleyecek Maurras gibi, Barrès gibi bağımlı, etkin kalemleri de destek güçleri arasına katmıştı. Bunun yanı sıra olayın içyüzünü bilip de susmayı yeğleyen, rahatına düşkün düşünce adamları ve yazarlar da büyük çoğunluktaydı… 


https://en.wikipedia.org/wiki/Dreyfus_affair


Zola, gizli dosyaları okuduktan sonra, Fransa’nın o andaki durumunu çok daha açık seçik görebildi. Gerçekten de skandal çok büyüktü. Üst yönetim çarkındaki en sorumlu kişiler, suçsuzluğunu bildikleri bir masumu, bile bile bir zindana kapatmışlardı... Ama bu kirli işe girmek, yani savaşıma başlamak demek, artık dönüşü olmayan bir yola girmek demekti. Üstelik sonu bilinmeyen bir yoldu bu. Karşı cephenin çok güçlü ve şiddet yanlısı olduğunu da çok iyi biliyordu Zola. İşte burada bir durumun altını özellikle çizmemiz gerekir: Zola diğer düşünür ve yazarların hemen tümünün yaptığı gibi, bu olay hakkında konuşmaz, susabilirdi. Uluslararası ünü ve ağırlığı yerindeydi; maddi yönden de bir sıkıntısı yoktu. “Rahatı yerinde” olanlardandı.


Bu konuda fırtınalı kampanyayı başlatacak Zola’nın ilk yazısını yayınlama yürekliliğini Le Figaro gazetesi gösterdi. Ama birkaç yazıdan sonra, baskılar yüzünden Zola’yı ve kampanyayı terk etti. Ama olay  gitgide büyümeye devam etti. Aurore gazetesindeki tarihi “Suçluyorum” yazısıyla dava, Fransız toplumunda büyük bir gürültü kopardı. Bu yazıyı, Zola’nın lirik bir tonda yazdığı “Gençliğe Mektup” ve “Fransa’ya Mektup” adlı iki broşür izledi.
Böylece Zola, daha davanın başlangıcında, toplumun suskunluğunu bozup kampları açık seçik belirlemiş oldu. Dreifus sorununu, bir romancı kişiliğiyle yorumlamıştı: “Bu tragedyada bir tipler üçlemesi (trilogyası) görüyorum: Orada, içerde suçsuz yatan, acılar içinde biri var; ama asıl suçlu burada, aramızda ve özgür dolaşıyor; bir de gerçeği ortaya çıkaran suskun eylemci Senato Başkanı Yardımcısı var...”  Zola, Dreifus’un dramını çok iyi anlayabiliyordu. Çünkü çağdaşlarının çoğunu bir kanser gibi saran ırkçılık hastalığının –Yahudi karşıtlığı gibi– kurbanı olmamıştı o. Üstelik böyle bir kampanyaya girebileceğini hiç düşünmediği geçmiş bir tarihte, “Yahudi Yandaşlığı İçin” adlı bir makale yayınlamış, çağdaşı birtakım donmuş, geri düşünceli yazar takımının öfkelerini üstüne çekmişti. Zaten böylesi aptalca ırk-din düşmanlığının körüklediği savaşlara karşı Zola, gerek kitapları, gerekse gazete ve dergilerdeki yazılarıyla, sürekli olarak, evrensel barış ve hoşgörü rüzgârları estirmekteydi.
Zola’ya bu kampanya sırasında ona hep, “gerçek durmadan kendi yolunda ilerlemektedir. Hiçbir güç onu durduramayacaktır” düşüncesi yol gösterdi. Şunu da eklemek gerekir ki, bu yol göstericisine, çok az insanda görülebilen yeteneklerini ekleme gereğini duymamıştı. 19. yüzyılın ikinci yarısında, kendilerini sosyoloji ve felsefe konularında uzman sayan kuru gürültü düşkünlerinin; örneğin bir Foucault ya da bir Bourdieu’nün rolüne soyunmadı. Hele, bilim adamı havalarına hiç girmedi. Zaten kendisi de, çağının  “çokbilmişlerine”, feylesoflarına, başahkâmcılarına sürekli çatmıştır.


1897 Kasımı’ndan sonraki tutumunu yönlendiren o özsözü, Dreifus sorunu için yazdığı yazıları biraraya topladığı kitabının başına ad olarak seçer: “Yürüyüşe Geçen Gerçek.” Yazılarında sık sık gerek resmi hasımlarına gerekse de bunların kalemşörlerine, filozoflarına, tafralı düşünürlerine şöyle seslenir: “Benden neden bunca ürküyorsunuz? Ben yalnızca özgür bir yazarım.” “Ben ne bir polemik adamıyım, ne de böylesi kavgalardan kendisine pay çıkaran bir politikacı... Yaşamında tek tutkusu ‘gerçek’in peşinden gitmek olan bir  yazarım. Bir yazar olarak şimdiye dek bu gerçek uğruna her cephede savaştım...”
Yüzünü bile görmediği Dreifus’a açılan davadaki tutumu yüzünden tutuklanması söz konusu olunca, bir süre İngiltere’de zoraki sürgün olarak kalır Zola. –Kendisinden önce Voltaire’in ve Hugo’nun da başına geldiği gibi– Davanın yeniden ele alınacağını öğrendiği zaman da geri döner (1899 yılında yeniden görüşülmeye başlanan davasında Dreifus, artık tutuksuz yargılanmaktadır).


Gerçeği yüksek sesle söyleyerek çıkarcı otoritenin maskesini düşüren Zola’nın bu tarihi savaşımı, yalnız Fransa’da değil, bütün Avrupa’da dal-budak salmıştır. Bir bakıma onun bu yürekli mücadelesi; ırkçılık ve her türlü bağnazlık karşıtlığı için, dünyanın her yerinde verilen ve verilecek bütün öteki mücadeleler için bir moral kaynağı olacaktır.
Ama öte yandan Paris’in sokakları, meydanları, asker-sivil otoritenin de desteğiyle, Zola’ya kin duymayı körükleyen ırkçı naralarla inlemeye başlamıştır: “Yahudilere ölüm!” “Emile Zola’ya Ölüm!”  İşte bu ırkçı, gerici kesimlerce Zola, birçok kez Seine nehrine atılmak da istenmiştir.


Böyle olaylarda her zaman görülebileceği gibi yazara her türlü iftira da atılmaktadır. Kalabalıklar, Zola’ya karşı kışkırtılmaktadır. Siyasi ve askeri erkin kullandığı bu kesimler, sonunda muratlarına ererler. Adının Buronfosse olduğu yıllar sonra ortaya çıkan bir baca temizleyicisi (Buronfosse bunu ölürken itiraf etti), şeytani bir eylemle kalabalıkların kinini yatıştırır. Tam yüz yıl önce, bu baca temizleyicisi, bir gece Zola’nın evinin bacasını tıkamış. Böylece Zola zehirlenerek susturulmuştur artık...


Yazın alanında çağının önde gelenlerinden olan Zola, bir haksızlığa karşı gerçeği yüreklilikle savunmuş, düzenbaz otoriteye karşı tek başına savaş açmıştı. Bunun için sahip olduğu rahatlıkları yitirebileceğine aldırmamıştı bile.


Zola’nın katledilişinin yüzüncü yılındayız. Bu süre içinde “gerçek insanlığa kavuşma” yürüyüşünde en değerli yolu seçtiği için okurlarının ona hayranlığı hep katlanarak arttı.


http://www.evrenselbasim.com/ek/yazi.asp?id=2175

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder