"1968: Büyük
Prova"
1968'in Derdi Neydi?
Yalnızca iki dünya devrimi olmuştur. Biri 1848'de oldu. İkincisi ise
1968'de. İkisi de birer tarihsel yenilgiydi. Ama ikisi de dünyayı
dönüştürdü. Her ikisinin de planlanmamış ve bu yüzden de derin bir anlamda
kendiliğinden olması her iki olguyu da –başarısızlığa uğramaları
olgusunu ve dünyayı dönüştürmeleri olgusunu– açıklamaktadır. Bugün 14
Temmuz 1789'u kutluyoruz, ya da en azından kimi insanlar kutluyor. 7
Kasım 1917'yi kutluyoruz, ya da en azından kimi insanlar kutluyor.
1848'i, ya da 1968'i kutlamıyoruz. Ancak bu tarihlerin, bu kadar çok
dikkat çeken o iki tarih kadar, belki daha da önemli oldukları iddia
edilebilir.
1848 bir halk egemenliği
devrimiydi – hem ulus içinde egemenlik (otokrasinin devrilmesi), hem de
ulusların egemenliği (kendi kaderini tayin, Völkerfrühling *).
1848, 1815 karşı devrimine (Restorasyon, Avrupa Birliği) karşıydı.
"En azından, hoşnutsuzluklar kadar umutlardan da doğmuş" bir
devrimdi (Namier: 1944, 4). İkinci kez gelen bir Fransız Devrimi değildi
kesinlikle. Daha çok, hem onun özgün umutlarını yerine getirme, hem de
onun sınırlarının üstesinden gelme çabasını temsil ediyordu. 1848,
Hegelci bir anlamda 1789'un aşılmasıydı (Aufhebung **).
Aynı şey 1968 için de
geçerliydi. O da en azından hoşnutsuzluklar kadar umutlardan da doğmuştu.
O da, ABD'nin 1945 itibariyle dünya hegemonyasını örgütlemesinin temsil
ettiği karşı-devrime karşı bir devrimdi. O da bir yandan Rus Devrimi'nin
özgün amaçlarını yerine getirme girişimi, öte yandan da bu devrimin
sınırlarının üstesinden gelme çabasıydı. Bu yüzden o da bir aşmaydı; ama
bu kez 1917'nin aşılmasıydı.
Bu paralellik daha da ileri
gitmektedir. 1848 bir yenilgi oldu – Fransa'da da Avrupa'nın geri
kalanında da bir yenilgi. 1968 de öyleydi. Her iki durumda da, popüler
coşku ve radikal yenilik köpüğü görece kısa bir dönemde sönüp gitti. Ne
var ki her iki durumda da, dünya sisteminin politik kuralları devrimin
sonucunda derin ve geri çevrilemez bir biçimde değişti. Eski solu (bu
terimi geniş anlamda kullanarak) kurumsallaştıran, 1848'di. Yeni
toplumsal hareketleri kurumsallaştıran ise 1968 oldu. İleriye
bakıldığında, bu anlamda 1848, Paris Komünü ve Rus Devrimi için, Bakü
Kongresi ve Bandung için büyük bir provaydı. Peki 1968 neyin provasıydı?
Ezilen grupların 1848'den
aldığı ders; sistemi dönüştürmenin kolay olmayacağı ve
"kendiliğinden" ayaklanmaların bu tür bir dönüşümü başarabilme
olasılığının aslında oldukça düşük olduğuydu. Sonuç olarak, iki şeyin
açık olduğu görünüyordu. Devletler başkaldırıları ezmek için de işlev
görecek mekanizmalar şeklinde bürokratize edilmiş ve uygun biçimde
örgütlenmiştir. Zaman zaman savaşlar ya da güçlü katmanlar arasındaki iç
politik ayrılıklar nedeniyle baskı mekanizması tökezleyebilir ve bir
"devrim" mümkün gibi görünebilir. Ancak mekanizmalar kendilerini
genellikle bu varsayılan ya da erken doğmuş devrimi ezmeye yetecek bir
hızla toparlayabilmektedir. İkinci olarak, devletler güçlü katmanlar
tarafından bu katmanların ekonomik kudretlerinin, politik
örgütlenmelerinin ve (Gramsci'nin, daha sonraki döneme ilişkin bir
terimini kullanırsak) kültürel hegemonyalarının bir araya gelmesiyle
kolaylıkla denetlenebilirdi.
Devletler kitleleri, güçlü
katmanlar da devletleri denetleyebildiğinden, ciddi bir toplumsal dönüşüm
çabasının –hem politik, hem de kültürel bakımdan– bir karşı-örgütlenme
gerektireceği açıktı. Görece belirgin orta vadeli amaçlar taşıyan,
bürokratik tarzda örgütlenmiş sistem karşıtı hareketlerin başlangıçtaki
oluşumuna yol açan da bu kavrayıştı. Toplumsal ve ulusal hareketler
olarak iki farklı temel biçim almış olan bu hareketler, 1848'den sonra
sahnede görünmeye başladılar ve sayıları, coğrafi yayılımları ve örgütsel
etkililikleri de bunu izleyen yüzyılda sürekli biçimde arttı.
Bu yüzden, 1848'in başardığı
şey, sistem karşıtı hareketlerin temel bir politik stratejiye –toplumu ve
dünyayı dönüştürme yolundaki vazgeçilmez ara durak olarak (şu ya da bu
yolla) devlet iktidarını ele geçirme şeklindeki dolaysız amaca ulaşma
stratejisine– doğru tarihsel dönüşü oldu. Elbette birçokları bu stratejiye
karşı çıktılar, ama tartışmayı kaybettiler. Bunu izleyen yüzyılda, bu
stratejinin karşıtları zayıflarken, taraftarları daha da güçlendi.
Devlet iktidarı stratejisi
taraftarlarının (ve bu stratejinin evrimci değil, devrimci biçiminin) ilk
dramatik zaferi olduğu içindir ki 1917 böylesine büyük bir simge haline
geldi. 1917, bunun yapılabileceğini kanıtladı. Ve bu kez, 1848'dekinden
farklı olarak devrimci hükümet ne yolundan çıkarıldı ne de devrildi.
Ayakta kaldı. 1917 en dramatik örnek olabilir, ama bu stratejinin kısmen
de olsa tek başarılı örneği değildir. Örneğin 1910'da başlayan Meksika
Devrimi ve 1911'de başlayıp 1949'da doruğuna ulaşan Çin Devrimi de aynı
stratejinin değerini ortaya koyar gibi görünüyordu.
1945'te ve belki daha da kesin
olarak 1950'li yıllarda bu strateji tüm dünya üzerinde meyvelerini
veriyormuş gibiydi. Tarihsel "eski sol" sistem karşıtı
hareketlerin belli başlı üç tipi de –Üçüncü Enternasyonal komünistleri,
İkinci Enternasyonal sosyal demokratları ve milliyetçi hareketler
(özellikle de Avrupa dışındakiler)– önemli başarılar gösteriyorlardı:
Yugoslavya ve Çin'de komünist partilerin silahlı mücadelesi, Büyük
Britanya'da İşçi Partisi'nin 1945 seçim zaferi, Hindistan ve
Endonezya'daki milliyetçi zaferler. 1848'in hedeflerinin dünyanın her
köşesinde gerçekleşmesi birkaç onyıla sığacak bir mesele gibi
görünüyordu. Yine de, sistem karşıtı güçlerin bu yaygın iyimserliği iki
nedenden ötürü oldukça abartılıydı.
Birincisi, 1945'te dünya
sistemi içinde ABD hegemonyasının kurumsallaştırılması sistem karşıtı
hareketlerin artan politik gücünün hızını kesecek genelleştirilmiş bir
karşı devrimci hamleyi mümkün kılıyordu. ABD, SSCB tarafından yönetilen
komünist devletler blokuna "gem vurmaya" çalışıyordu. Ve Yunanistan'da,
Batı Avrupa'da, Kore'de "gem vurmayı" başardı. ABD hükümeti
İkinci ve Üçüncü Enternasyonaller arasındaki tarihsel farklılıkları
katılaştırarak ve "anti-komünizm"i ideolojik bir kabuk olarak
yükselterek, Batı işçi ve sosyal demokrat partilerinin "dişlerini
sökmeye" çalışıyordu. Bu çaba, ABD içinde de dışında da çok başarılı
oldu. ABD, Üçüncü Dünya milliyetçiliğinin politik ifadelerini
yatıştırmaya, sulandırmaya ve/veya devşirmeye çalışıyordu; Vietnam gibi
kimi dikkate değer istisnalar hariç, bu çaba da büyük ölçüde başarıya
ulaştı.
Ne var ki, politik açıdan
gerçekleşen tek şey karşı devrim olsaydı, bunun etkisi olsa olsa kısa
ömürlü olurdu. Ama, sistem karşıtı güçlerin iyimserliğini kıracak ikinci
bir şey daha oldu. İktidardaki hareketler beklenildiğinden daha kötü bir
icraat ortaya koydular; çok daha kötü bir icraat. Daha iki savaş arası
dönemde, 1930'lu yılların Sovyet deneyimi –terör ve hatalar– dünya sistem
karşıtı hareketlerini sarsmış bulunuyordu. Ama, bir anlamda, Hitler ve
İkinci Dünya Savaşı'nın uzun mücadelesi bu yılgınlığın çoğunu silip
süpürmüştü. Ne var ki bu terör ve hatalar, komünist devletlerde 1945'ten
sonra da birbiri ardına yinelendi. Sömürgelerde baskıyı sürdüren sosyal
demokrat hükümetler de pek iyi bir görünüm sunmuyorlardı. Üçüncü Dünya
milliyetçi hareketleri de birbiri ardınca terör ve hatalardan payını tam
olarak alan rejimler yarattığından, sistem karşıtı güçlerin iyimserliği
giderek aşınmaya başladı.
Bir yandan ABD ve daha genelde
dünya sisteminin üst katmanları sistem karşıtı hareketlere dışsal olarak
saldırırlarken, bununla eşzamanlı olarak bu hareketler de içsel
rahatsızlıklar, yani kendilerini giderek daha çok "sorunun bir
parçası" gibi gösteren rahatsızlıklar çekiyordu.
Aşağı yukarı 1960'lı yıllarda
yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkması, geleneksel eski sol
hareketlerin bu çifte (dışsal ve içsel) güçlüğüne bir tepki oldu. Dünya
sistemine hâkim olan güçlerin kudreti ve hayatta kalma gücü, bu yeni
hareketleri kaygılandırıyordu. Ama aynı zamanda dünyanın eski sol
hareketlerinin kötü, hatta olumsuz icraatı olarak gördükleri şeyler de
kaygı uyandırıyordu. 1960'lı yılların başlarında ortaya çıkan bu yeni
hareketlerin zihninde statüko taraftarlarının gücü ve kötülüğü hâlâ en ön
plandaydı ve eski sol muhalefetin yetersizliklerine ilişkin düşünceleri
hâlâ ikinci plandaydı. Ama 1960’ların sonlarına doğru yeni hareketlerin
eski hareketleri giderek daha fazla eleştirmeye başlamasıyla vurgu da
kaymaya başladı. Önceleri, yeni unsurlar eski sistem karşıtı hareketlerin
taktiklerini "reforme" etmeye çalıştılar. Ama daha sonraları
çoğunlukla onlardan açıkça koptular, hatta cepheden saldırıya geçtiler.
Dünya sisteminin olumsuzluklarına karşı yürekten gelen bir çığlık ve aynı
zamanda bu dünya sistemine yönelik eski sol muhalefetin stratejisinin
temelli bir sorgulanışı olarak görmediğimiz sürece 1968'i anlamamız
olanaksızdır.
Doruğuna vardığında ve sesi en
yüksek düzeyde çıkmaya başladığında, yeni sol eski solu beş günahla
suçlamaktaydı: zayıflık, yozlaşma, suç ortaklığı, ihmal ve kibir. Eski
sistem karşıtı hareketlerin (Batı'da sosyal demokratların, Doğu'da
komünistlerin, Güney'de milliyetçi hükümetlerin) dünya sistemindeki hâkim
güçlerin militarizmini, sömürüsünü, emperyalizmini ve ırkçılığını
denetleme konusundaki etkisizliğinin zayıflık olduğu söyleniyordu.
Vietnam'daki savaşa karşı tutum bu konuda bir mihenk taşı oldu. Belli
katmanların geçmişteki sistem karşıtı eylemleriyle belli maddi ödünler
kazanmış olmalarının ve bu olgunun da onların militanlığında bir
gevşemeye yol açmasının yozlaşma olduğu dile getiriliyordu. Suç ortaklığı
ise, yozlaşma suçlamasının bir adım daha ileri götürülmesiydi. Hâkim
katmanlarınkinden daha düşük bir düzeyde olsa bile, dünya çapındaki belli
katmanların aslında sistem içi sömürüden çıkar sağlamaya gönüllü
olmalarının suç ortaklığı olduğu söyleniyordu. İhmal ise, hakikaten
mülksüz olanların, dünya sistemindeki gerçek alt katmanların
(alt-proleterler, etnik ve ırksal azınlıklar ve kuşkusuz kadınlar)
çıkarlarının, bilinçli olarak göz ardı edilmesi, en azından
anlaşılmamasıdır, deniliyordu. Kibir de, alt katmanların gerçek
sorunlarının eski hareketlerin önderliği tarafından küçümsenmesi ve
onların ideolojik bakımdan fazlasıyla kendinden emin olmaları olarak dile
getiriliyordu.
Başlıca suçlamalar bunlardı ve
bunlar birdenbire ya da sıfırdan yapılmış değildi. 1962'de, SDS'nin Port
Huron kuruluş açıklamasının ılımlı sorgulamasından, 1969'daki
Weathermen'e ve sonrasına dek, ya da 1960'lı yılların başlarında SNCC'nin
(militanca uygulanan) alışılagelmiş görüşlerinden, 1960'lı yılların
sonunda Black Power'ın görüşlerine dek uzanan bir evrimdi bu. 1960'lı
yılların başlarında, "İtalyan yanlısı" olmaya kalkışan
Fransa'daki Jeunesse Etudiante Communiste'ten, Paris'teki Mayıs 1968
barikatlarına (ve Fransız Genel İş Sendikası ve Fransız Komünist
Partisi'nden neredeyse açıkça kopuşa) uzanan bir evrimdi. 1967 sonlarında
ortaya çıkan Prag Baharı'ndan, 1980'de Polonya'da Dayanışma'nın
kurulmasına dek uzanan bir evrimdi.
1968 patladığı zaman –Columbia
Üniversitesi'nde, Paris'te, Prag'da, Mexico City'de ve Tokyo'da, İtalyan
Ekimi'nde– bu gerçek bir patlama oldu. Merkezi bir yönelim yoktu,
hesaplanmış bir taktik planlama yoktu. Patlama, yöneldiği kişiler için
olduğu kadar katılanlar için de bir anlamda sürpriz oldu. En çok
şaşıranlar, kendilerine nasıl bu kadar haksız ve politik bakımdan bu
kadar tehlikeli görünen bir perspektiften saldırılabildiğini anlayamayan
eski sol hareketlerdi.
Ama birçok otorite ilişkisini
ve en başta da her iki taraftaki Soğuk Savaş mutabakatını parçalayan bu
patlama çok güçlüydü. İdeolojik hegemonyalara her yerde meydan okunuyordu
ve hem dünya sisteminin güçlü katmanlarının, hem de eski sol sistem
karşıtı hareketler önderliğinin gerilediği bir gerçekti. Yukarıda
söylemiş olduğumuz gibi, bu gerilemenin geçici olduğu ortaya çıktı ve
yeni hareketler her yerde denetim altına alındılar. Ancak, bu
hareketlerin güç ilişkilerinde gerçekleştirdiği değişimler bir daha asla
geri döndürülemedi.
1968'in Mirası
Bellibaşlı dört değişim görülüyor. Birincisi, Batı ile Doğu arasındaki
askeri güç dengesi 1968'den bu yana farkedilir biçimde değişmiş olmadığı
halde, hem Batı'nın, hem de Doğu'nun Güney'i denetleme yetenekleri
sınırlı bir hal almıştır. 1968 başlarındaki Tet Saldırısı bugüne, Üçüncü
Dünya halklarının zekâ ve iradesini dizginlemekte sermaye yoğun savaşın
güçsüzlüğünün bir simgesi olarak kaldı. Saldırının üzerinden beş yıl
geçmeden, ABD Vietnam'dan çekilmek zorunda kaldı ve Kuzey-Güney
ilişkilerinde yeni bir evre başladı.
Bu yeni evrenin en dramatik
ifadesi, ABD hükümetinin İran halkının "aklını başına getirme"
yönündeki çeşitli girişimlerinin boşa gitmiş olmasıdır. 1970'li yılların
sonlarından bu yana İran' daki olayların ABD'nin içişlerine (bilhassa,
Reaganizm'in yükseliş ve düşüşüne), ABD'deki olayların İran'ın içişlerine
yaptığından çok daha büyük bir etki yapmış olduğunu söylemek bir abartma
olmayacaktır. Bu boşa çıkış, bu hüsran, dünya gücü olarak Birleşik
Amerika'nın özel bir zayıflığının, ya da sistem karşıtı bir güç olarak İran
devletinin olağanüstü kudretinin bir göstergesi değildir. Daha ziyade,
ABD'nin Vietnam'dan çekilmesinden bu yana genelde Üçüncü Dünya
halklarının sahip olduğu giderek güçlenen ulusal egemenliğin bir
göstergesidir. Afganistan'daki SSCB deneyimi ve Vietnam'daki ABD deneyimi
arasındaki yakın koşutluk, bu iki süper gücün elindeki eşi görülmedik
şiddet araçları birikiminin, ikisi arasındaki terör dengesini yalnızca
yeniden ürettiğinin, ama onların dünyayı, en azından tüm çevre bölgeleri
denetleme yeteneklerine hiçbir şey katmadığının bir başka kanıtıdır.
İkincisi, 1968 devriminin
bellibaşlı bir sonucu olarak yaş grupları, cinsler ve "etnik
gruplar" gibi statü grupları arasındaki güç ilişkilerinde ortaya
çıkan değişmelerin onları dünyanın gündemine sokan hareketlerin
kendilerinden çok daha kalıcı oldukları kanıtlanmıştır. Bu değişiklikler
esas olarak gündelik yaşamın gizli yuvalarına sinmiştir ve bunları fark
etmek, devletlerarası güç ilişkilerindeki değişiklikleri fark etmek kadar
kolay değildir. Yine de çoğu hareketin yatışmış olduğu 1973'ten sonra
bile, genellikle hâkim statü gruplarının (daha yaşlı kuşaklar, erkekler,
"çoğunluklar" gibi) buyruklarına, tabi konumdaki statü grupları
(genç kuşaklar, kadınlar, "azınlıklar") tarafından 1968
öncesinde olduğundan daha az itaat edildiğini güvenle söyleyebiliriz.
Hâkim statü gruplarının bu azalan gücü merkez ülkelerde özellikle
belirgindir, ama değişik ölçülerde yarı-çevre ve çevre ülkelerde de
gözlemlenebilmektedir.
Üçüncü ve yukarıdakiyle sıkıca
ilintili olarak, sermaye ile emek arasındaki 1968 öncesi güç ilişkileri
bir daha asla eski haliyle yeniden kurulamamıştır. Bununla bağıntılı
olarak, sermaye-emek ilişkisinin belli ulusal öğelerinin deneyimi, ya da,
genel ilişkinin kısa vadeli iniş çıkışları bizleri aldatmamalıdır.
Değerlendirilmesi gereken şey, kapitalist dünya ekonomisinin bütün
mekânsal alanında ve buyruk ve tepkilerin etkileşimi açısından, üretim
ilişkileri ve kaynak dağılımını etkilemeye izin verecek uzun bir zaman
döneminde, sermaye görevlilerinin buyruklarına, onlara tabi olanlar
tarafından uyulma olasılığıdır. Bu açıdan bakıldığında, 1970 ve 1980'li
yılların merkezi olgusu, sermaye görevlilerinin, dünya çapında emeğin
disiplini için güvenli sığınaklar aramalarından gelen ve giderek artan hüsran
olmuştur. 1970'li yılların başında, merkez kuşağın huzursuz emek
çevreleri karşısında kapitalist üretime sağlam bir alternatif sunar gibi
görünen yörelerin birçoğu –Portekiz, İspanya, Brezilya, İran, Güney
Afrika ve en yakın zamanlarda da Güney Kore– birbiri ardınca işçi
huzursuzluklarının odak noktaları haline geldiler. 1968'den bu yana
sermaye görevlilerinin "bozgun halinde" olduğunu pekala
söyleyebiliriz. Ve yükselmiş olan bu coğrafi hareketlilik, sermaye
görevlilerinin terkettikleri yerlerde emeğin itaatsizliğini azaltma
eğilimindeyken, yerleştikleri yerlerde tam tersi bir etki yaratma eğilimi
de taşımıştır.
Son olarak, 1970'li ve 1980'li
yıllarda sivil toplum, devlet iktidarı taşıyıcılarının (ya da sözde
taşıyıcılarının) buyruklarına aslında, 1968 öncesinde olduğundan çok daha
az duyarlı olmuştur. Devletlerin sivil toplum üzerindeki bu azalan gücü
genel bir olgu olmakla birlikte hem "burjuva" hem de
"proletarya" diktatörlüklerinin krizi olarak yaşanan
yarı-çevrede çok daha belirgindir. 1973'ten bu yana, Güney Avrupa
(Portekiz, Yunanistan, İspanya), Doğu Asya (Filipinler, Güney Kore) ve
Latin Amerika'da (özellikle Brezilya ve Arjantin) "burjuva"
diktatörlüklerinin yerini demokratik rejimler almış bulunuyor.
Bu krizin yanı sıra, gerçekte bunu
önceleyen ve izleyen bir başka kriz, sözde proletarya diktatörlüklerinin
krizi gelişmiştir. Prag Baharı ile Çin Kültür Devrimi'ni ayıran birçok
gerçek farklılığa karşın, yine de bu iki hareket ortak bir şeye
sahiptiler: proletarya diktatörlüğü kılığına bürünmüş olan bürokratlar
diktatörlüğüne (birincil olarak komünist parti yetkililerinin
diktatörlüğüne, ama yalnızca buna değil) yönelik saldırılardı bunlar.
Çin'deki saldırı diktatörlüğe ölümcül bir darbe vuracak ölçüde
dizginlenmemiş ve şiddetliydi. Daha sonra, partinin yönetimi ancak, daha
fazla taban demokrasisi ve ekonomik ademi-merkezileşme taleplerine cevap
verilerek yeniden kurulabildi. Çekoslovakya'da ise şiddetten uzak ve
sınırlı bir saldırı Sovyet askeri müdahalesiyle hızlı bir biçimde bastırıldı.
Ancak, 1970 ile 1980 arasında bu meydan okuyuş Polonya'da daha heybetli
bir biçimde yeniden ortaya çıktı ve sonunda, Sovyet önderliğinin,
parçalanmış bir hegemonyayı baskı araçlarıyla ve parti diktatörlüğündeki
salt kozmetik değişikliklerle yamamanın mümkün olduğuna ilişkin güvenini
sarsmayı başardı.
Bütün bu bakımlardan, dünya
toplumsal sistemindeki güç dengesini tabi gruplar lehine değiştirme
hedefinin büyük ölçüde başarıya ulaşmış olması anlamında, 1968 hâlâ
yaşamaktadır. Ancak bu başarıya, söz konusu tabi grupların maddi refahını
düzeltme konusunda, eşit ölçüde dikkate değer bir başarısızlık da eşlik
etmiştir. Elbette güç dengesindeki değişim genelde tabi gruplar için kimi
maddi yararlar da sağlamıştır. Ama bu yararların çoğu, her bir grup içinde
yalnızca küçük bir azınlığa gitmiş, çoğunluk ise herhangi bir net çıkar
elde edememiş, hatta belki de net bir kayba uğramıştır.
Bu eğilim en çok Üçüncü Dünya
devletleri arasında açıkça görülmektedir. Petrol üreten devletler
1973'ten sonra, 1968 öncesinde yapamadıklarını yapıp kendi doğal
kaynaklarının kullanımı karşılığında, çok daha yüksek bir rant dayatarak,
devletlerarası sistemdeki yeni güç dengesinden fayda sağlamayı
başardılar. Bu avantaj yaklaşık 10 yıl sürdü. Başka birkaç Üçüncü Dünya
devleti de, sanayi faaliyetlerinin merkez ülkelerden taşınmasının
avantajlarından yararlanarak, kendi sanayileşmelerini ilerletebildiler.
1990'larda bunun ne kadar kazançlı bir durum olacağı ise ancak o zaman
görülecektir. Ama, enerji kaynaklarının yüksek fiyatları ile yeni
sanayileşen ülkelerden gelen sert rekabet arasında sıkışmış bulunan çoğu
Üçüncü Dünya devleti, 1968 öncesinde olduğundan daha da büyük bir
yoksullaşma ve azgelişmişlik yaşadılar.
Benzeri mülâhazalar öbür tabi
gruplara da uygulanabilir. Böylelikle, geçtiğimiz 15 yılda, seçkinlerin
dolaşımı karşısındaki kuşaksal, cinsel ve etnik engellerin giderek daha
çok ortadan kalkmasına (ki her bir grubun çok az sayıdaki üyesi bundan
yararlanmıştır) gençliğin işsizliği, kadınların çifte sömürüsü ve
"azınlıklar"ın eşi görülmedik ölçekte yoksullaştırılması eşlik
etmiş bulunuyor. Emekle sermaye arasındaki güç dengesinde ortaya çıkan
değişikliğe gelince, bunun nimetlerini çoğunlukla, emek süreçlerinin
otomatikleştirilmesini geliştirmekle, ya da seçkinler için genişletilmiş
pazarlara hizmet vermekle, ya da yeni yerlerine yerleştirilen işletmeleri
çalıştırmakla uğraşan işçiler toplamışlardır. Geri kalanlar için ise,
1960'lı yılların sonuyla 1970'li yılların başındaki kazanımlar, önce 1970'li
yılların büyük enflasyonuyla, sonra da 1980'li yılların işsizliğiyle
törpülenmiştir. Diktatörlüklerin krizinden maddi bakımdan kimlerin kârlı
çıktığını, kimlerin zarar gördüğünü değerlendirmek için, vakit herhalde
henüz erkendir. Ama burada da ilk göstergelere bakarak, daha fazla
demokrasinin getirmiş olduğu maddi nimetlerin nüfusun ancak küçük bir
kesiminin payına düştüğünü söylemek mümkün görünüyor.
Birçok açıdan açık bir
paradoksla karşı karşıya bulunuyoruz: Güçler dengesindeki olumlu değişiklik
tek tek her tabi grubun çoğunluğu için, maddi nimetler bakımından ya çok
az bir değişiklik getirmiş ya da hiç getirmemiştir. Bu görünürdeki
paradoks, kapitalist bir dünya ekonomisinde maddi refahın yeniden
üretiminin, gerçek ve potansiyel emekçi kitlelerin politik ve toplumsal
açıdan tabileştirilmelerine bağlı olduğu şeklinde gayet basit olarak
açıklanabilir. Bu tabileştirme azaldığı ölçüde, kapitalist dünya
ekonomisinin maddi refahı yeniden üretme ve genişletme eğilimi de
zayıflar.
1973'ten bu yana kapitalist
dünya ekonomisinin tarihi, kendini önceki beş yılda yaşanan toplumsal alt
üst oluşlara uyarlamasının tarihi olmuştur. Bu uyarlanma sorunlu olmuş ve
söz konusu toplumsal alt üst oluşların güç ilişkilerinde başlattığı
değişmelerin alanı, aniliği ve eşzamanlılığı nedeniyle kimilerinin
kapitalizmin genel bir krizinden söz etmesine yol açmıştır. Güç
ilişkilerindeki değişmeler, genelde olduğu gibi, sınırlı ve taksit taksit
olduğunda, kapitalist dünya ekonomisi kaynakların genel tahsisi ve
ödüllerin dağılımındaki algılanamaz değişikliklere, hiç zorluk
çekmeksizin uyum sağlayabilir. Ama değişiklikler, 1968-1973 döneminde
olduğu gibi, sayıca fazla, önemli ve eşzamanlı olduğunda, bunlara uyum
sağlamak toplumsal ve ekonomik yaşamın yerleşik kalıplarında uzun ve
ciddi kesintiler ortaya çıkarır.
Üretim, değişim ve korunma
araçlarına ulaşmada yetersiz durumda olan tabi gruplar, bu kesintiler
karşısında özellikle zayıf kalır. Bu yüzden, eğer tabi grupların çoğu
üyesi, güç ilişkileri içinde kendi konumlarındaki iyileşmeye rağmen,
hatta bu iyileşme nedeniyle kendi maddi refahları bakımından ya çok az,
ya da hiç bir iyileşme görmemişlerse bu bizi hiç şaşırtmamalıdır. Bununla
birlikte, daha olumlu bir güç dengesinin refah yaratma konusundaki bu
başarısızlığının, güç dengesini hâkim gruplar lehine geriye çekip
çekemeyeceği merak edilebilir.
1970'li yılların sonunda ve
1980'li yıllarda, 1968'in ifade ettiği her şeye karşı gelişen kültürel ve
politik tepki olup biten şeyin gerçekten de bu olduğunu işaret eder gibi
görünüyor. Üçüncü Dünya dayanışmasına hâlâ lafta hizmet edilmekle
birlikte, Üçüncü Dünya devletleri kendi aralarında yoğun bir ekonomik
rekabete ve yaygın çekişmelere dalmış durumdalar. Genç kuşaklar,
kadınlar, ve "azınlıklar" farklı derecelerde de olsa, kolektif
kaygılardan bireysel kaygılara yöneldiler; sınıfsal dayanışma ve işçiler
arasındaki politik amaç birliği ise, çoğu yerde, tarihindeki en düşük
düzeyinde. Ve çoğu kez politik demokrasi mücadelesinin izdüşüm
merkezlerinde, ekonomik çöküş korkusu daha fazla ve daha geniş özgürlük
isteğini felç ediyor.
Bütün bu bakımlardan, 1968'in
öldüğü ve gömüldüğü ve nostaljik birkaç kişinin düşünce ve eylemleriyle
de diriltilemeyeceği gerçeği yadsınamaz. Bunu bir kere kabul ettikten
sonra, yine de 1968'in hareketleri ve ideolojileri ile, bu hareket ve
ideolojileri önceleyen ve bunlardan sonra da yaşamaya devam eden temelli
yapısal dönüşümler arasında, özenli bir ayrım yapmamız gerekir. Bu
yapısal dönüşümler kapitalist dünya ekonomisinin bu çağa özgü
eğilimlerinin sonucudur ve bu yüzden, bunların açık tezahüründen
doğabilecek herhangi bir elverişsiz konjonktür nedeniyle geri
döndürülemezler.
O nedenledir ki, Adam Smith
(1961: II, 213-31) uzun zaman önce, daha da genişleyen ve derinleşen bir
işbölümünün, en doğrudan biçimde bunun içinde yer alan halkların savaşçı
nitelikleri üzerindeki uzun vadeli olumsuz etkisine işaret ediyordu.
Savaş faaliyetlerinin daha fazla uzmanlaşması ve mekanikleştirilmesi bu
olumsuz etkiyi önleyebildi, ama yalnızca bir noktaya dek. Yüzyılımızın
başında Joseph Schumpeter, kapitalist gelişmenin devletlerin emperyalist
savaşlara girişme (eğilimlerini değil ama) yeteneklerini ortadan
kaldırdığı yönündeki kendi savına destek olarak, benzeri bir noktaya
değiniyordu:
Rekabetçi sistem halkın çoğunun
bütün enerjisini tüm ekonomik düzeylerde soğurmaktadır. Sürekli uygulama,
dikkat ve enerji yoğunlaşması birincil olarak özellikle ekonomik
mesleklerde, ama ayrıca bu modelde örgütlenen başka faaliyetlerde de
ayakta kalmanın koşullarıdır... Katışıksız kapitalist bir dünyada, bir
zamanlar savaş enerjisi olan şey, her türden emeğin enerjisi durumuna
gelir (1955: 69).
Buna eklememiz gereken tek şey,
kapitalist gelişmenin mekânsal eşitsizliğinin zenginliği yoğunlaştırma
eğilimi taşıdığı devletlerde, halkların savaşçı niteliklerini ortadan
kaldırma eğiliminde olduğudur. Merkez devletler savaşın sermaye
yoğunluğunu sürekli arttırarak, bu eğilimin içerdiği güç dengesi
değişikliğini bir noktaya dek önleyebilmişlerdir. Ama belli bir noktada
–Vietnam'daki ABD ve Afganistan'daki SSCB deneyimlerinin örnek bir
biçimde göstermiş olduğu gibi– savaşın sermaye yoğunluğundaki yeni
artışlar, iş özellikle dünya ekonomisinin çevre bölgelerindeki asayişi
korumaya geldiğinde hızla azalan bir verim sağlamaktadır.
Uzun vadede kapitalist dünya
sisteminin, merkez devletlerin çevre devletler üzerindeki gücünü çökerten
aynı süreçler, sermayenin emek üzerindeki, hâkim statü gruplarının tabi
statü grupları üzerindeki ve devletlerin sivil toplum üzerindeki
iktidarını da çökertmektedir. Daha da genişleyen ve derinleşen bir
işbölümü sermayeyi, tabi işçilerden gelen işyeri protesto ve pasif
direniş eylemleri karşısında giderek daha zayıf kılmaktadır – bu
eylemlerin dile getirdiği sınıf bilinci ve örgütlülük düzeyi ne olursa
olsun (bkz. özellikle bu kitapta I. Bölüm ve Arrighi & Silver, 1984).
Sermayenin işyerinde emek karşısındaki egemenliğini yeniden üretmek, ya
da yeniden kurmak için, sermaye görevlileri işgücünün giderek artan bir
bölümünü ücretli faaliyetlere seferber etmeye eğilimlidir; ama bunu
yaparken de, cinsler arasındaki ve yaş grupları ve "etnik
kimlikler" içindeki güç ilişkilerini devrimcileştirirler. Önem
bakımından olmasa da sıra bakımından son olarak, işbölümünün politik
hâkimiyet alanları içinde ve ötesinde artan karmaşıklığı da, sivil toplum
üzerindeki devlet iktidarı uygulamalarını giderek daha sorunlu hale
getiriyor.
1968 hareketleri için zemin
hazırlayan ve sonunda onu ortaya çıkaran süreçler bunlardır. Uzun vadeli
süreçler oldukları için, açığa çıkmaları kapitalist dünya ekonomisinin
bütün ömrünü kapsamaktadır. 1968 patlamaları ve bunların sonuçları,
sistemin, kendi tarihsel asimptotuna yaklaşması olgusunun bir göstergesi
gibi yorumlanabilir. Bu yüzden de, başarı ve başarısızlıklarıyla 1968,
gelecekteki olayların açılış taksimiydi; ya da başka bir deyişle
provasıydı.
1968: Neyin Provası?
Eğer 1968, dünya ölçeğindeki başarısız bir devrim ve dünya-tarihsel
önemde bir büyük prova olarak 1848'le benzeşiyorsa, acaba hangi tür bir
dünya devriminin büyük provası olabilir? Bu benzetmeyle çağa ilişkin
altta yatan eğilimlerin bugün ne olduğunu tasarlayabilir miyiz; dünün
yeni toplumsal hareketlerinde neyin yeni olduğunu görebilir ve böylelikle
olası cepheleşme eksenlerini ve bunların işaret ettiği ilerici toplumsal
değişikliklerin taslağını önceden ortaya koyabilir miyiz? Kronolojik
bakımdan 1990'lı ve 2000'li yıllara doğru ilerlerken, tarihsel-toplumsal
sistemimiz, kapitalist dünya ekonomisi, başlıca dört alanda güçlüklerle
karşılaşmaya devam ediyor.
Birincisi; devletlerarası
sistem, ABD ile SSCB arasındaki bir askeri pat durumuyla ve bunların,
çevre devletlerdeki önemli konuları denetlemedeki açık yetersizlikleriyle
damgalanmış durumdadır. Hegemonya yerini kendi kavramsal karşıtına,
rekabet durumuna bırakıyor. Bellibaşlı beş aktör –ABD, SSCB, Batı Avrupa,
Japonya ve Çin– arasındaki yeni ittifak imkânları ancak şimdi ortaya
çıkıyor. Ve herkes bu yeni düzenlemelere çok temkinli ve kaygılı bir
biçimde yaklaşıyor. Dolayısıyla, ABD hegemonyası kendi yerini alacak açık
ve bu yüzden de güvenceli bir dünya düzeni olmaksızın aşınıyor. Bu arada,
her türden piyasa –sermaye, yatırım malları, emek, (olağan) ücret
malları, ("dayanıklı") ücret malları piyasaları– hızlı bir
tempoda evriliyor. Bunlar giderek sermaye çevrimlerinin düzenli toplumsal
mekanizmaları olmaktan çıkıyor, (liberallerin "piyasa güçleri"
dedikleri) spekülasyon mevkileri durumuna geliyor ve (19 Ekim 1987'de
hisse senedi fiyatlarında olduğu gibi) hem her zaman ve her yerde
düzenleme nesneleri olmalarına neden olan, hem de onlara kimliklerini
veren inişli çıkışlı fiyat hareketlerini gittikçe daha çok sergiliyorlar.
Belki de Yediler Grubu (IBRD,
IMF ve BIS ile) yeni bir düzen dayatabilecektir. Belki, ulus-ötesi
şirketlerin, dikey bütünleşmeyle piyasaları yutması (ve onların,
varolan-sosyalizm ülkelerindeki muhataplarının benzer örgütlenmeleri
gibi), fiyat hareketlerini soğurmaya ve böylece sönümlemeye yeterli
olacaktır. Bu anlamda, sermayenin dünya ölçeğindeki merkezileşmesinin,
hegemonya yoluyla, devletlerarası piyasa düzenleme sisteminin yerini
alacak ölçüde ("mutlak genel yasa"nın işaret ettiği gibi),
tarihsel bakımdan yeterince gelişip gelişmediğini hepimiz birlikte
göreceğiz.
İkincisi, hem sermayenin artan
merkezileşmesi, hem de işgücünün geniş kesimlerinin artan marjinalleşmesi
verili olduğuna göre, emek ile sermaye arasındaki çelişki temel
kalacaktır. Yeni toplumsal hareketler daha yüksek ücret düzeyleri için
dünya çapında baskıyı artırmışlar, dünya sermayesi de bu baskıya emek
girdisinin çapını düşürerek yanıt vermeye çalışmıştır. Sonuç olarak,
işçilerin önemli bir kesiminin maddi refah düzeyinin yükselmesi ve başka
birçoklarının ise göreli yoksulluğunun derinleşmesi, dolayısıyla da dünya
işçileri arasındaki refah eşitsizliklerinin mutlak ve göreli biçimde
artması ister istemez söz konusu olmuştur. Böylelikle, dünya ölçeğinde
birikimdeki eşitsiz değişim mekanizmasının alanı daha da genişlemiş
olmaktadır.
Aynı zamanda, sermayenin
örgütlü işçi huzursuzluklarından arındırılmış güvenli yerler arama
yönündeki artan çabası da, kendisiyle birlikte, kuşkusuz, sanayideki
proleterleşmenin ve dolayısıyla, bu süreci denetleme ve/veya bunun
sonuçlarını düzeltme konusundaki kolektif çabaların, başka bölgelere
giderek daha fazla taşınmasını getirmektedir. Bunun net sonucu pekala,
merkez dışındaki kuşaklara, özellikle yarı-çevre devletlere (bkz.
yukarıda III. Bölüm) nüfuz eden milliyetçi duygunun giderek bir sınıf
bilinci odağı kazanması olabilir. Benzeri olgular giderek artan bir
biçimde sosyalist devletlerde de, bilhassa (ama kesinlikle yalnızca
değil) Polonya'da yer almaktadır.
Üçüncüsü, devletlerin kendi
sivil toplumlarını denetleme yetenekleri azalmaktadır. Yeniyetme
kapitalist dünya ekonomisinin monarşi ve aristokrasilerinin, kendisini
oluşturan daha evrilmiş devletlere dönüşümleri, tarihsel bakımdan, sivil
toplumun oluşmasından ve daha sonraki genişlemesinden –bilhassa, 1848'in
ondokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başı "toplumuna çalışan
sınıfları dahil etmesinden"– geçmektedir. Devlet haline gelişin
başlangıcından beri süren örgütleyici çelişki, sivil hak ve özgürlüklere
karşı devlet iktidarı çelişkisi, devlet-sivil toplum ilişkisi açısından
merkezi kalmaktadır. Kuşkusuz, bunlardan her birinin alanı zamanla büyük
ölçüde genişlemiş ve 1968 sonrasında dünya ölçeğindeki "insan
hakları" hareketlerinin derin bir biçimde yansıttığı mücadele de
böylelikle keskinleşmiştir. Yönetici katmanların kendi yönetimlerini
meşrulaştırmaya çalıştıkları –böylelikle, yönetme iddiasında bulundukları
kişilerin ahlaken kendilerine itaat etmeye mecbur olmaları kadar, onların
da ahlaken hükmetmeye mecbur oldukları– düşüncesi hem çok eski, hem de
çok yaygındır.
Weber'in merkezi önemdeki
kuramsal iddiası (1968: I, 212-307) –halkın bilincindeki belli
inançların, gündelik itaatin ve o yüzden de kuralları yöneten ilişkisel
ağın "istikrarı" için vazgeçilmez bir koşul olduğu– hâlâ akla
yakındır. Bununla birlikte, her devletin kendi sivil toplumunu denetleme
yollarının etkililiğindeki artış ve araçsal bürokrasinin genişlemesi,
bürokrasinin yönettiği kişiler arasında giderek daha çok yaygınlaşan bir
kuşkuculuk doğurarak, onun etkililiğinin sınırlarını da yaratıyor. Başka
devletlerin yanı sıra, ABD hükümetinin de, SSCB hükümetinin de giderek daha
fazla keşfettiği gibi, otoritenin eli giderek daha dar bir alana
uzanabiliyor. 1968, bu tür bir kuşkuculuk patlayışını simgeliyordu. Eski
toplumsal hareketlerin devlet iktidarına gelmesi bu otorite aşınmasını
bir süre sınırlandırmıştı. Ama bu yeni rejimler halk kitlesinin gittikçe
daha fazla güçlenen "devlet karşıtı" bilincinin seline
kapılarak hızla silinip süprüldüler.
Bu süreç, yeni teknolojinin
devletlerin kendi mekânlarını denetleme yetenekleri üzerindeki etkisiyle,
hayret uyandırıcı bir biçimde hızlandırılmış bulunuyor. Elektronikleşme,
fiziksel bakımdan elektrifikasyondan farklıdır; toplumsal ilişkilerin
mekânını daraltmaktan çok daha fazlasıyla, toplumsal ilişkileri onların
mekânlarını denetleyerek kontrol altında tutma yeteneğini sınırlamaktadır.
Devlet olma halinin işaret ettiği sonuçların açıklanması –ve yaşanması–
gerekiyor hâlâ. Ama halkların, kendilerinin ve birbirleriyle
ilişkilerinin –yurttaş olarak, topluluklar olarak, bireyler olarak– işgal
ettikleri mekânın denetlenmesi yoluyla denetimi, modern dünya sisteminin
mekânsal hâkimiyet alanlarının oluşturduğu iki anahtar yönde, devletler
içinde ve devletler arasında, temelinden bir çöküş süreci içindedir.
Dördüncüsü, dezavantajlı
konumdaki statü gruplarının –toplumsal cinsiyetin, kuşağın, etnik
kimliğin, ırkın, cinselliğin– talepleri daha da güç kazanacaktır. Burada
Gallaudet'ye kulak vererek tarihsel kapitalizmin asıl parya katmanını
oluşturan fiziksel özürlüleri de eklemeliyiz. Bu altı statü grubunun
ilişkilerinin hepsi de birbirlerinden derin bir şekilde farklıdır; hatta
dünya toplumsal yapıları içindeki özgüllükleri bakımından, bu
farklılıkları daha da fazladır; ancak şu üç özelliği paylaşırlar: Hepsi
de yeni solun eski solu eleştirisinin zemini oldular. Hepsi de halk
içinde, kelimenin gerçek anlamıyla, emek-sermaye ya da devlet-sivil
toplum kadar güçlü çelişkilerdir. Ve hepsinin ezilenleri de durumu kendi
lehlerine çevirmeyi değil; yalnızca yapısal değil ideolojik olarak da
(toplumsal cinsiyet, kuşak, etnik kimlik, ırk, cinsellik, sağlıklılık
ilişkileri bakımından üstünlük/zayıflık varsayımlarının toplumsal
bilinçten silinmesi anlamında), açık bir biçimde toplumsal eşitliği
gözetmektedir.
Bu yüzden, devletlerarası
sistemin ittifaklar sistemindeki olası yeni düzenlemeleri, artan keskin
ekonomik dalgalanmalarla, keskinleşen (ve özellikle coğrafi bakımdan
genişleyen) bir sınıf mücadelesiyle, devletlerin kendi sivil toplumlarını
denetleme alanındaki artan yetersizliğiyle ve tüm dezavantajlı statü
gruplarının eşitlik taleplerini ısrarlı biçimde pekiştirmeleriyle
tasarımlayabiliriz. Bütün bunların bizi nereye götüreceği, eşyanın doğası
anlamında çok belirsizdir. 1848'den sonra, dünyanın eski solu 1917' nin
olacağından emindi. Bunun nasıl, nerede ve ne zaman olacağını tartışıyorlardı.
Ama, orta vadedeki halk egemenliğinin amacı açıktı. 1968 sonrasında ise,
dünya sistem karşıtı hareketleri –hem eski ve hem yeni hareketler– orta
vadeli amaç konusunda hiç de açık değillerdi. Bu yüzden de, kısa vadeli
hedefler üzerinde yoğunlaşma eğilimi taşıyorlardı. Eğer örgütler, uzun
vadeli idealler adına bile olsa, kısa vadeli amaçlar üzerinde
yoğunlaşırsa, orta vadeli başarının, hatta orta vadede hayatta kalma
şansının bile feda edilmesi tehlikesinin olduğu açıktır.
Şu soruya verilecek yanıtımız
yok: 1968 neyin provasıydı? Bunun yanıtları, bir anlamda, dünya çapındaki
sistem karşıtı hareketler ailesinin önümüzdeki on-yirmi yıl içinde, kendi
orta vadeli stratejilerini yeniden düşünme tarzlarına bağlı olacaktır.
İyi ya da kötü yanlarıyla 1917, dünyanın eski solunun, 1848'i izleyen
yıllardaki muazzam kolektif ve bilinçli çabasının sonucuydu. Kuşkusuz,
kapitalist dünya ekonomisindeki yapısal gelişmelerin de bir sonucuydu.
Ancak insan örgütlenmesi ve devrimci programlar olmaksızın gerçekleşmesi
mümkün değildi.
Sürüklenme riskleri çok
açıktır. Konumları yapısal ve ideolojik bakımdan ne denli zayıflamış olsa
da, statükonun sakinleri henüz teslim olmuş değildir. Hâlâ muazzam bir
güce sahipler ve bu gücü yeni bir eşitsiz dünya düzenini yeniden kurmakta
kullanıyorlar. Başarılı olabilirler. Yahut, nükleer ya da ekolojik bir
felaketten dolayı dünya dağılıp gidebilir. Ya da dünya insanların 1848'de
ve 1968'de umduğu tarzda yeniden kurulabilir.
Notlar
(*) Halkların baharı. (y.h.) Metne
dön
(**) Hegelci terminolojide "içermek",
"inkâr etmek" ve "aşmak" kavramlarının üçünü birden
içeren terim. (y.h.) Metne
dön
|
Sistem Karşıtı Hareketler, s. 96-113, Metis Yayınları, 1995
https://www.goodreads.com/book/show/9679902-sistem-kar-t-hareketler
|
|
|
|
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder