5 Aralık 2015 Cumartesi

1968'in Derdi Neydi?



Immanuel Wallerstein vd.


"1968: Büyük Prova"


1968'in Derdi Neydi?

Yalnızca iki dünya devrimi olmuştur. Biri 1848'de oldu. İkincisi ise 1968'de. İkisi de birer tarihsel yenilgiydi. Ama ikisi de dünyayı dönüştürdü. Her ikisinin de planlanmamış ve bu yüzden de derin bir anlamda kendiliğinden olması her iki olguyu da –başarısızlığa uğramaları olgusunu ve dünyayı dönüştürmeleri olgusunu– açıklamaktadır. Bugün 14 Temmuz 1789'u kutluyoruz, ya da en azından kimi insanlar kutluyor. 7 Kasım 1917'yi kutluyoruz, ya da en azından kimi insanlar kutluyor. 1848'i, ya da 1968'i kutlamıyoruz. Ancak bu tarihlerin, bu kadar çok dikkat çeken o iki tarih kadar, belki daha da önemli oldukları iddia edilebilir.
       1848 bir halk egemenliği devrimiydi – hem ulus içinde egemenlik (otokrasinin devrilmesi), hem de ulusların egemenliği (kendi kaderini tayin, Völkerfrühling *). 1848, 1815 karşı devrimine (Restorasyon, Avrupa Birliği) karşıydı. "En azından, hoşnutsuzluklar kadar umutlardan da doğmuş" bir devrimdi (Namier: 1944, 4). İkinci kez gelen bir Fransız Devrimi değildi kesinlikle. Daha çok, hem onun özgün umutlarını yerine getirme, hem de onun sınırlarının üstesinden gelme çabasını temsil ediyordu. 1848, Hegelci bir anlamda 1789'un aşılmasıydı (Aufhebung **).
       Aynı şey 1968 için de geçerliydi. O da en azından hoşnutsuzluklar kadar umutlardan da doğmuştu. O da, ABD'nin 1945 itibariyle dünya hegemonyasını örgütlemesinin temsil ettiği karşı-devrime karşı bir devrimdi. O da bir yandan Rus Devrimi'nin özgün amaçlarını yerine getirme girişimi, öte yandan da bu devrimin sınırlarının üstesinden gelme çabasıydı. Bu yüzden o da bir aşmaydı; ama bu kez 1917'nin aşılmasıydı.
       Bu paralellik daha da ileri gitmektedir. 1848 bir yenilgi oldu – Fransa'da da Avrupa'nın geri kalanında da bir yenilgi. 1968 de öyleydi. Her iki durumda da, popüler coşku ve radikal yenilik köpüğü görece kısa bir dönemde sönüp gitti. Ne var ki her iki durumda da, dünya sisteminin politik kuralları devrimin sonucunda derin ve geri çevrilemez bir biçimde değişti. Eski solu (bu terimi geniş anlamda kullanarak) kurumsallaştıran, 1848'di. Yeni toplumsal hareketleri kurumsallaştıran ise 1968 oldu. İleriye bakıldığında, bu anlamda 1848, Paris Komünü ve Rus Devrimi için, Bakü Kongresi ve Bandung için büyük bir provaydı. Peki 1968 neyin provasıydı?
       Ezilen grupların 1848'den aldığı ders; sistemi dönüştürmenin kolay olmayacağı ve "kendiliğinden" ayaklanmaların bu tür bir dönüşümü başarabilme olasılığının aslında oldukça düşük olduğuydu. Sonuç olarak, iki şeyin açık olduğu görünüyordu. Devletler başkaldırıları ezmek için de işlev görecek mekanizmalar şeklinde bürokratize edilmiş ve uygun biçimde örgütlenmiştir. Zaman zaman savaşlar ya da güçlü katmanlar arasındaki iç politik ayrılıklar nedeniyle baskı mekanizması tökezleyebilir ve bir "devrim" mümkün gibi görünebilir. Ancak mekanizmalar kendilerini genellikle bu varsayılan ya da erken doğmuş devrimi ezmeye yetecek bir hızla toparlayabilmektedir. İkinci olarak, devletler güçlü katmanlar tarafından bu katmanların ekonomik kudretlerinin, politik örgütlenmelerinin ve (Gramsci'nin, daha sonraki döneme ilişkin bir terimini kullanırsak) kültürel hegemonyalarının bir araya gelmesiyle kolaylıkla denetlenebilirdi.
       Devletler kitleleri, güçlü katmanlar da devletleri denetleyebildiğinden, ciddi bir toplumsal dönüşüm çabasının –hem politik, hem de kültürel bakımdan– bir karşı-örgütlenme gerektireceği açıktı. Görece belirgin orta vadeli amaçlar taşıyan, bürokratik tarzda örgütlenmiş sistem karşıtı hareketlerin başlangıçtaki oluşumuna yol açan da bu kavrayıştı. Toplumsal ve ulusal hareketler olarak iki farklı temel biçim almış olan bu hareketler, 1848'den sonra sahnede görünmeye başladılar ve sayıları, coğrafi yayılımları ve örgütsel etkililikleri de bunu izleyen yüzyılda sürekli biçimde arttı.
       Bu yüzden, 1848'in başardığı şey, sistem karşıtı hareketlerin temel bir politik stratejiye –toplumu ve dünyayı dönüştürme yolundaki vazgeçilmez ara durak olarak (şu ya da bu yolla) devlet iktidarını ele geçirme şeklindeki dolaysız amaca ulaşma stratejisine– doğru tarihsel dönüşü oldu. Elbette birçokları bu stratejiye karşı çıktılar, ama tartışmayı kaybettiler. Bunu izleyen yüzyılda, bu stratejinin karşıtları zayıflarken, taraftarları daha da güçlendi.
       Devlet iktidarı stratejisi taraftarlarının (ve bu stratejinin evrimci değil, devrimci biçiminin) ilk dramatik zaferi olduğu içindir ki 1917 böylesine büyük bir simge haline geldi. 1917, bunun yapılabileceğini kanıtladı. Ve bu kez, 1848'dekinden farklı olarak devrimci hükümet ne yolundan çıkarıldı ne de devrildi. Ayakta kaldı. 1917 en dramatik örnek olabilir, ama bu stratejinin kısmen de olsa tek başarılı örneği değildir. Örneğin 1910'da başlayan Meksika Devrimi ve 1911'de başlayıp 1949'da doruğuna ulaşan Çin Devrimi de aynı stratejinin değerini ortaya koyar gibi görünüyordu.
       1945'te ve belki daha da kesin olarak 1950'li yıllarda bu strateji tüm dünya üzerinde meyvelerini veriyormuş gibiydi. Tarihsel "eski sol" sistem karşıtı hareketlerin belli başlı üç tipi de –Üçüncü Enternasyonal komünistleri, İkinci Enternasyonal sosyal demokratları ve milliyetçi hareketler (özellikle de Avrupa dışındakiler)– önemli başarılar gösteriyorlardı: Yugoslavya ve Çin'de komünist partilerin silahlı mücadelesi, Büyük Britanya'da İşçi Partisi'nin 1945 seçim zaferi, Hindistan ve Endonezya'daki milliyetçi zaferler. 1848'in hedeflerinin dünyanın her köşesinde gerçekleşmesi birkaç onyıla sığacak bir mesele gibi görünüyordu. Yine de, sistem karşıtı güçlerin bu yaygın iyimserliği iki nedenden ötürü oldukça abartılıydı.
       Birincisi, 1945'te dünya sistemi içinde ABD hegemonyasının kurumsallaştırılması sistem karşıtı hareketlerin artan politik gücünün hızını kesecek genelleştirilmiş bir karşı devrimci hamleyi mümkün kılıyordu. ABD, SSCB tarafından yönetilen komünist devletler blokuna "gem vurmaya" çalışıyordu. Ve Yunanistan'da, Batı Avrupa'da, Kore'de "gem vurmayı" başardı. ABD hükümeti İkinci ve Üçüncü Enternasyonaller arasındaki tarihsel farklılıkları katılaştırarak ve "anti-komünizm"i ideolojik bir kabuk olarak yükselterek, Batı işçi ve sosyal demokrat partilerinin "dişlerini sökmeye" çalışıyordu. Bu çaba, ABD içinde de dışında da çok başarılı oldu. ABD, Üçüncü Dünya milliyetçiliğinin politik ifadelerini yatıştırmaya, sulandırmaya ve/veya devşirmeye çalışıyordu; Vietnam gibi kimi dikkate değer istisnalar hariç, bu çaba da büyük ölçüde başarıya ulaştı.
       Ne var ki, politik açıdan gerçekleşen tek şey karşı devrim olsaydı, bunun etkisi olsa olsa kısa ömürlü olurdu. Ama, sistem karşıtı güçlerin iyimserliğini kıracak ikinci bir şey daha oldu. İktidardaki hareketler beklenildiğinden daha kötü bir icraat ortaya koydular; çok daha kötü bir icraat. Daha iki savaş arası dönemde, 1930'lu yılların Sovyet deneyimi –terör ve hatalar– dünya sistem karşıtı hareketlerini sarsmış bulunuyordu. Ama, bir anlamda, Hitler ve İkinci Dünya Savaşı'nın uzun mücadelesi bu yılgınlığın çoğunu silip süpürmüştü. Ne var ki bu terör ve hatalar, komünist devletlerde 1945'ten sonra da birbiri ardına yinelendi. Sömürgelerde baskıyı sürdüren sosyal demokrat hükümetler de pek iyi bir görünüm sunmuyorlardı. Üçüncü Dünya milliyetçi hareketleri de birbiri ardınca terör ve hatalardan payını tam olarak alan rejimler yarattığından, sistem karşıtı güçlerin iyimserliği giderek aşınmaya başladı.
       Bir yandan ABD ve daha genelde dünya sisteminin üst katmanları sistem karşıtı hareketlere dışsal olarak saldırırlarken, bununla eşzamanlı olarak bu hareketler de içsel rahatsızlıklar, yani kendilerini giderek daha çok "sorunun bir parçası" gibi gösteren rahatsızlıklar çekiyordu.
       Aşağı yukarı 1960'lı yıllarda yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkması, geleneksel eski sol hareketlerin bu çifte (dışsal ve içsel) güçlüğüne bir tepki oldu. Dünya sistemine hâkim olan güçlerin kudreti ve hayatta kalma gücü, bu yeni hareketleri kaygılandırıyordu. Ama aynı zamanda dünyanın eski sol hareketlerinin kötü, hatta olumsuz icraatı olarak gördükleri şeyler de kaygı uyandırıyordu. 1960'lı yılların başlarında ortaya çıkan bu yeni hareketlerin zihninde statüko taraftarlarının gücü ve kötülüğü hâlâ en ön plandaydı ve eski sol muhalefetin yetersizliklerine ilişkin düşünceleri hâlâ ikinci plandaydı. Ama 1960’ların sonlarına doğru yeni hareketlerin eski hareketleri giderek daha fazla eleştirmeye başlamasıyla vurgu da kaymaya başladı. Önceleri, yeni unsurlar eski sistem karşıtı hareketlerin taktiklerini "reforme" etmeye çalıştılar. Ama daha sonraları çoğunlukla onlardan açıkça koptular, hatta cepheden saldırıya geçtiler. Dünya sisteminin olumsuzluklarına karşı yürekten gelen bir çığlık ve aynı zamanda bu dünya sistemine yönelik eski sol muhalefetin stratejisinin temelli bir sorgulanışı olarak görmediğimiz sürece 1968'i anlamamız olanaksızdır.
       Doruğuna vardığında ve sesi en yüksek düzeyde çıkmaya başladığında, yeni sol eski solu beş günahla suçlamaktaydı: zayıflık, yozlaşma, suç ortaklığı, ihmal ve kibir. Eski sistem karşıtı hareketlerin (Batı'da sosyal demokratların, Doğu'da komünistlerin, Güney'de milliyetçi hükümetlerin) dünya sistemindeki hâkim güçlerin militarizmini, sömürüsünü, emperyalizmini ve ırkçılığını denetleme konusundaki etkisizliğinin zayıflık olduğu söyleniyordu. Vietnam'daki savaşa karşı tutum bu konuda bir mihenk taşı oldu. Belli katmanların geçmişteki sistem karşıtı eylemleriyle belli maddi ödünler kazanmış olmalarının ve bu olgunun da onların militanlığında bir gevşemeye yol açmasının yozlaşma olduğu dile getiriliyordu. Suç ortaklığı ise, yozlaşma suçlamasının bir adım daha ileri götürülmesiydi. Hâkim katmanlarınkinden daha düşük bir düzeyde olsa bile, dünya çapındaki belli katmanların aslında sistem içi sömürüden çıkar sağlamaya gönüllü olmalarının suç ortaklığı olduğu söyleniyordu. İhmal ise, hakikaten mülksüz olanların, dünya sistemindeki gerçek alt katmanların (alt-proleterler, etnik ve ırksal azınlıklar ve kuşkusuz kadınlar) çıkarlarının, bilinçli olarak göz ardı edilmesi, en azından anlaşılmamasıdır, deniliyordu. Kibir de, alt katmanların gerçek sorunlarının eski hareketlerin önderliği tarafından küçümsenmesi ve onların ideolojik bakımdan fazlasıyla kendinden emin olmaları olarak dile getiriliyordu.
       Başlıca suçlamalar bunlardı ve bunlar birdenbire ya da sıfırdan yapılmış değildi. 1962'de, SDS'nin Port Huron kuruluş açıklamasının ılımlı sorgulamasından, 1969'daki Weathermen'e ve sonrasına dek, ya da 1960'lı yılların başlarında SNCC'nin (militanca uygulanan) alışılagelmiş görüşlerinden, 1960'lı yılların sonunda Black Power'ın görüşlerine dek uzanan bir evrimdi bu. 1960'lı yılların başlarında, "İtalyan yanlısı" olmaya kalkışan Fransa'daki Jeunesse Etudiante Communiste'ten, Paris'teki Mayıs 1968 barikatlarına (ve Fransız Genel İş Sendikası ve Fransız Komünist Partisi'nden neredeyse açıkça kopuşa) uzanan bir evrimdi. 1967 sonlarında ortaya çıkan Prag Baharı'ndan, 1980'de Polonya'da Dayanışma'nın kurulmasına dek uzanan bir evrimdi.
       1968 patladığı zaman –Columbia Üniversitesi'nde, Paris'te, Prag'da, Mexico City'de ve Tokyo'da, İtalyan Ekimi'nde– bu gerçek bir patlama oldu. Merkezi bir yönelim yoktu, hesaplanmış bir taktik planlama yoktu. Patlama, yöneldiği kişiler için olduğu kadar katılanlar için de bir anlamda sürpriz oldu. En çok şaşıranlar, kendilerine nasıl bu kadar haksız ve politik bakımdan bu kadar tehlikeli görünen bir perspektiften saldırılabildiğini anlayamayan eski sol hareketlerdi.
       Ama birçok otorite ilişkisini ve en başta da her iki taraftaki Soğuk Savaş mutabakatını parçalayan bu patlama çok güçlüydü. İdeolojik hegemonyalara her yerde meydan okunuyordu ve hem dünya sisteminin güçlü katmanlarının, hem de eski sol sistem karşıtı hareketler önderliğinin gerilediği bir gerçekti. Yukarıda söylemiş olduğumuz gibi, bu gerilemenin geçici olduğu ortaya çıktı ve yeni hareketler her yerde denetim altına alındılar. Ancak, bu hareketlerin güç ilişkilerinde gerçekleştirdiği değişimler bir daha asla geri döndürülemedi.

1968'in Mirası

Bellibaşlı dört değişim görülüyor. Birincisi, Batı ile Doğu arasındaki askeri güç dengesi 1968'den bu yana farkedilir biçimde değişmiş olmadığı halde, hem Batı'nın, hem de Doğu'nun Güney'i denetleme yetenekleri sınırlı bir hal almıştır. 1968 başlarındaki Tet Saldırısı bugüne, Üçüncü Dünya halklarının zekâ ve iradesini dizginlemekte sermaye yoğun savaşın güçsüzlüğünün bir simgesi olarak kaldı. Saldırının üzerinden beş yıl geçmeden, ABD Vietnam'dan çekilmek zorunda kaldı ve Kuzey-Güney ilişkilerinde yeni bir evre başladı.
       Bu yeni evrenin en dramatik ifadesi, ABD hükümetinin İran halkının "aklını başına getirme" yönündeki çeşitli girişimlerinin boşa gitmiş olmasıdır. 1970'li yılların sonlarından bu yana İran' daki olayların ABD'nin içişlerine (bilhassa, Reaganizm'in yükseliş ve düşüşüne), ABD'deki olayların İran'ın içişlerine yaptığından çok daha büyük bir etki yapmış olduğunu söylemek bir abartma olmayacaktır. Bu boşa çıkış, bu hüsran, dünya gücü olarak Birleşik Amerika'nın özel bir zayıflığının, ya da sistem karşıtı bir güç olarak İran devletinin olağanüstü kudretinin bir göstergesi değildir. Daha ziyade, ABD'nin Vietnam'dan çekilmesinden bu yana genelde Üçüncü Dünya halklarının sahip olduğu giderek güçlenen ulusal egemenliğin bir göstergesidir. Afganistan'daki SSCB deneyimi ve Vietnam'daki ABD deneyimi arasındaki yakın koşutluk, bu iki süper gücün elindeki eşi görülmedik şiddet araçları birikiminin, ikisi arasındaki terör dengesini yalnızca yeniden ürettiğinin, ama onların dünyayı, en azından tüm çevre bölgeleri denetleme yeteneklerine hiçbir şey katmadığının bir başka kanıtıdır.
       İkincisi, 1968 devriminin bellibaşlı bir sonucu olarak yaş grupları, cinsler ve "etnik gruplar" gibi statü grupları arasındaki güç ilişkilerinde ortaya çıkan değişmelerin onları dünyanın gündemine sokan hareketlerin kendilerinden çok daha kalıcı oldukları kanıtlanmıştır. Bu değişiklikler esas olarak gündelik yaşamın gizli yuvalarına sinmiştir ve bunları fark etmek, devletlerarası güç ilişkilerindeki değişiklikleri fark etmek kadar kolay değildir. Yine de çoğu hareketin yatışmış olduğu 1973'ten sonra bile, genellikle hâkim statü gruplarının (daha yaşlı kuşaklar, erkekler, "çoğunluklar" gibi) buyruklarına, tabi konumdaki statü grupları (genç kuşaklar, kadınlar, "azınlıklar") tarafından 1968 öncesinde olduğundan daha az itaat edildiğini güvenle söyleyebiliriz. Hâkim statü gruplarının bu azalan gücü merkez ülkelerde özellikle belirgindir, ama değişik ölçülerde yarı-çevre ve çevre ülkelerde de gözlemlenebilmektedir.
       Üçüncü ve yukarıdakiyle sıkıca ilintili olarak, sermaye ile emek arasındaki 1968 öncesi güç ilişkileri bir daha asla eski haliyle yeniden kurulamamıştır. Bununla bağıntılı olarak, sermaye-emek ilişkisinin belli ulusal öğelerinin deneyimi, ya da, genel ilişkinin kısa vadeli iniş çıkışları bizleri aldatmamalıdır. Değerlendirilmesi gereken şey, kapitalist dünya ekonomisinin bütün mekânsal alanında ve buyruk ve tepkilerin etkileşimi açısından, üretim ilişkileri ve kaynak dağılımını etkilemeye izin verecek uzun bir zaman döneminde, sermaye görevlilerinin buyruklarına, onlara tabi olanlar tarafından uyulma olasılığıdır. Bu açıdan bakıldığında, 1970 ve 1980'li yılların merkezi olgusu, sermaye görevlilerinin, dünya çapında emeğin disiplini için güvenli sığınaklar aramalarından gelen ve giderek artan hüsran olmuştur. 1970'li yılların başında, merkez kuşağın huzursuz emek çevreleri karşısında kapitalist üretime sağlam bir alternatif sunar gibi görünen yörelerin birçoğu –Portekiz, İspanya, Brezilya, İran, Güney Afrika ve en yakın zamanlarda da Güney Kore– birbiri ardınca işçi huzursuzluklarının odak noktaları haline geldiler. 1968'den bu yana sermaye görevlilerinin "bozgun halinde" olduğunu pekala söyleyebiliriz. Ve yükselmiş olan bu coğrafi hareketlilik, sermaye görevlilerinin terkettikleri yerlerde emeğin itaatsizliğini azaltma eğilimindeyken, yerleştikleri yerlerde tam tersi bir etki yaratma eğilimi de taşımıştır.
       Son olarak, 1970'li ve 1980'li yıllarda sivil toplum, devlet iktidarı taşıyıcılarının (ya da sözde taşıyıcılarının) buyruklarına aslında, 1968 öncesinde olduğundan çok daha az duyarlı olmuştur. Devletlerin sivil toplum üzerindeki bu azalan gücü genel bir olgu olmakla birlikte hem "burjuva" hem de "proletarya" diktatörlüklerinin krizi olarak yaşanan yarı-çevrede çok daha belirgindir. 1973'ten bu yana, Güney Avrupa (Portekiz, Yunanistan, İspanya), Doğu Asya (Filipinler, Güney Kore) ve Latin Amerika'da (özellikle Brezilya ve Arjantin) "burjuva" diktatörlüklerinin yerini demokratik rejimler almış bulunuyor.
       Bu krizin yanı sıra, gerçekte bunu önceleyen ve izleyen bir başka kriz, sözde proletarya diktatörlüklerinin krizi gelişmiştir. Prag Baharı ile Çin Kültür Devrimi'ni ayıran birçok gerçek farklılığa karşın, yine de bu iki hareket ortak bir şeye sahiptiler: proletarya diktatörlüğü kılığına bürünmüş olan bürokratlar diktatörlüğüne (birincil olarak komünist parti yetkililerinin diktatörlüğüne, ama yalnızca buna değil) yönelik saldırılardı bunlar. Çin'deki saldırı diktatörlüğe ölümcül bir darbe vuracak ölçüde dizginlenmemiş ve şiddetliydi. Daha sonra, partinin yönetimi ancak, daha fazla taban demokrasisi ve ekonomik ademi-merkezileşme taleplerine cevap verilerek yeniden kurulabildi. Çekoslovakya'da ise şiddetten uzak ve sınırlı bir saldırı Sovyet askeri müdahalesiyle hızlı bir biçimde bastırıldı. Ancak, 1970 ile 1980 arasında bu meydan okuyuş Polonya'da daha heybetli bir biçimde yeniden ortaya çıktı ve sonunda, Sovyet önderliğinin, parçalanmış bir hegemonyayı baskı araçlarıyla ve parti diktatörlüğündeki salt kozmetik değişikliklerle yamamanın mümkün olduğuna ilişkin güvenini sarsmayı başardı.
       Bütün bu bakımlardan, dünya toplumsal sistemindeki güç dengesini tabi gruplar lehine değiştirme hedefinin büyük ölçüde başarıya ulaşmış olması anlamında, 1968 hâlâ yaşamaktadır. Ancak bu başarıya, söz konusu tabi grupların maddi refahını düzeltme konusunda, eşit ölçüde dikkate değer bir başarısızlık da eşlik etmiştir. Elbette güç dengesindeki değişim genelde tabi gruplar için kimi maddi yararlar da sağlamıştır. Ama bu yararların çoğu, her bir grup içinde yalnızca küçük bir azınlığa gitmiş, çoğunluk ise herhangi bir net çıkar elde edememiş, hatta belki de net bir kayba uğramıştır.
       Bu eğilim en çok Üçüncü Dünya devletleri arasında açıkça görülmektedir. Petrol üreten devletler 1973'ten sonra, 1968 öncesinde yapamadıklarını yapıp kendi doğal kaynaklarının kullanımı karşılığında, çok daha yüksek bir rant dayatarak, devletlerarası sistemdeki yeni güç dengesinden fayda sağlamayı başardılar. Bu avantaj yaklaşık 10 yıl sürdü. Başka birkaç Üçüncü Dünya devleti de, sanayi faaliyetlerinin merkez ülkelerden taşınmasının avantajlarından yararlanarak, kendi sanayileşmelerini ilerletebildiler. 1990'larda bunun ne kadar kazançlı bir durum olacağı ise ancak o zaman görülecektir. Ama, enerji kaynaklarının yüksek fiyatları ile yeni sanayileşen ülkelerden gelen sert rekabet arasında sıkışmış bulunan çoğu Üçüncü Dünya devleti, 1968 öncesinde olduğundan daha da büyük bir yoksullaşma ve azgelişmişlik yaşadılar.
       Benzeri mülâhazalar öbür tabi gruplara da uygulanabilir. Böylelikle, geçtiğimiz 15 yılda, seçkinlerin dolaşımı karşısındaki kuşaksal, cinsel ve etnik engellerin giderek daha çok ortadan kalkmasına (ki her bir grubun çok az sayıdaki üyesi bundan yararlanmıştır) gençliğin işsizliği, kadınların çifte sömürüsü ve "azınlıklar"ın eşi görülmedik ölçekte yoksullaştırılması eşlik etmiş bulunuyor. Emekle sermaye arasındaki güç dengesinde ortaya çıkan değişikliğe gelince, bunun nimetlerini çoğunlukla, emek süreçlerinin otomatikleştirilmesini geliştirmekle, ya da seçkinler için genişletilmiş pazarlara hizmet vermekle, ya da yeni yerlerine yerleştirilen işletmeleri çalıştırmakla uğraşan işçiler toplamışlardır. Geri kalanlar için ise, 1960'lı yılların sonuyla 1970'li yılların başındaki kazanımlar, önce 1970'li yılların büyük enflasyonuyla, sonra da 1980'li yılların işsizliğiyle törpülenmiştir. Diktatörlüklerin krizinden maddi bakımdan kimlerin kârlı çıktığını, kimlerin zarar gördüğünü değerlendirmek için, vakit herhalde henüz erkendir. Ama burada da ilk göstergelere bakarak, daha fazla demokrasinin getirmiş olduğu maddi nimetlerin nüfusun ancak küçük bir kesiminin payına düştüğünü söylemek mümkün görünüyor.
       Birçok açıdan açık bir paradoksla karşı karşıya bulunuyoruz: Güçler dengesindeki olumlu değişiklik tek tek her tabi grubun çoğunluğu için, maddi nimetler bakımından ya çok az bir değişiklik getirmiş ya da hiç getirmemiştir. Bu görünürdeki paradoks, kapitalist bir dünya ekonomisinde maddi refahın yeniden üretiminin, gerçek ve potansiyel emekçi kitlelerin politik ve toplumsal açıdan tabileştirilmelerine bağlı olduğu şeklinde gayet basit olarak açıklanabilir. Bu tabileştirme azaldığı ölçüde, kapitalist dünya ekonomisinin maddi refahı yeniden üretme ve genişletme eğilimi de zayıflar.
       1973'ten bu yana kapitalist dünya ekonomisinin tarihi, kendini önceki beş yılda yaşanan toplumsal alt üst oluşlara uyarlamasının tarihi olmuştur. Bu uyarlanma sorunlu olmuş ve söz konusu toplumsal alt üst oluşların güç ilişkilerinde başlattığı değişmelerin alanı, aniliği ve eşzamanlılığı nedeniyle kimilerinin kapitalizmin genel bir krizinden söz etmesine yol açmıştır. Güç ilişkilerindeki değişmeler, genelde olduğu gibi, sınırlı ve taksit taksit olduğunda, kapitalist dünya ekonomisi kaynakların genel tahsisi ve ödüllerin dağılımındaki algılanamaz değişikliklere, hiç zorluk çekmeksizin uyum sağlayabilir. Ama değişiklikler, 1968-1973 döneminde olduğu gibi, sayıca fazla, önemli ve eşzamanlı olduğunda, bunlara uyum sağlamak toplumsal ve ekonomik yaşamın yerleşik kalıplarında uzun ve ciddi kesintiler ortaya çıkarır.
       Üretim, değişim ve korunma araçlarına ulaşmada yetersiz durumda olan tabi gruplar, bu kesintiler karşısında özellikle zayıf kalır. Bu yüzden, eğer tabi grupların çoğu üyesi, güç ilişkileri içinde kendi konumlarındaki iyileşmeye rağmen, hatta bu iyileşme nedeniyle kendi maddi refahları bakımından ya çok az, ya da hiç bir iyileşme görmemişlerse bu bizi hiç şaşırtmamalıdır. Bununla birlikte, daha olumlu bir güç dengesinin refah yaratma konusundaki bu başarısızlığının, güç dengesini hâkim gruplar lehine geriye çekip çekemeyeceği merak edilebilir.
       1970'li yılların sonunda ve 1980'li yıllarda, 1968'in ifade ettiği her şeye karşı gelişen kültürel ve politik tepki olup biten şeyin gerçekten de bu olduğunu işaret eder gibi görünüyor. Üçüncü Dünya dayanışmasına hâlâ lafta hizmet edilmekle birlikte, Üçüncü Dünya devletleri kendi aralarında yoğun bir ekonomik rekabete ve yaygın çekişmelere dalmış durumdalar. Genç kuşaklar, kadınlar, ve "azınlıklar" farklı derecelerde de olsa, kolektif kaygılardan bireysel kaygılara yöneldiler; sınıfsal dayanışma ve işçiler arasındaki politik amaç birliği ise, çoğu yerde, tarihindeki en düşük düzeyinde. Ve çoğu kez politik demokrasi mücadelesinin izdüşüm merkezlerinde, ekonomik çöküş korkusu daha fazla ve daha geniş özgürlük isteğini felç ediyor.
       Bütün bu bakımlardan, 1968'in öldüğü ve gömüldüğü ve nostaljik birkaç kişinin düşünce ve eylemleriyle de diriltilemeyeceği gerçeği yadsınamaz. Bunu bir kere kabul ettikten sonra, yine de 1968'in hareketleri ve ideolojileri ile, bu hareket ve ideolojileri önceleyen ve bunlardan sonra da yaşamaya devam eden temelli yapısal dönüşümler arasında, özenli bir ayrım yapmamız gerekir. Bu yapısal dönüşümler kapitalist dünya ekonomisinin bu çağa özgü eğilimlerinin sonucudur ve bu yüzden, bunların açık tezahüründen doğabilecek herhangi bir elverişsiz konjonktür nedeniyle geri döndürülemezler.
       O nedenledir ki, Adam Smith (1961: II, 213-31) uzun zaman önce, daha da genişleyen ve derinleşen bir işbölümünün, en doğrudan biçimde bunun içinde yer alan halkların savaşçı nitelikleri üzerindeki uzun vadeli olumsuz etkisine işaret ediyordu. Savaş faaliyetlerinin daha fazla uzmanlaşması ve mekanikleştirilmesi bu olumsuz etkiyi önleyebildi, ama yalnızca bir noktaya dek. Yüzyılımızın başında Joseph Schumpeter, kapitalist gelişmenin devletlerin emperyalist savaşlara girişme (eğilimlerini değil ama) yeteneklerini ortadan kaldırdığı yönündeki kendi savına destek olarak, benzeri bir noktaya değiniyordu:
       Rekabetçi sistem halkın çoğunun bütün enerjisini tüm ekonomik düzeylerde soğurmaktadır. Sürekli uygulama, dikkat ve enerji yoğunlaşması birincil olarak özellikle ekonomik mesleklerde, ama ayrıca bu modelde örgütlenen başka faaliyetlerde de ayakta kalmanın koşullarıdır... Katışıksız kapitalist bir dünyada, bir zamanlar savaş enerjisi olan şey, her türden emeğin enerjisi durumuna gelir (1955: 69).
       Buna eklememiz gereken tek şey, kapitalist gelişmenin mekânsal eşitsizliğinin zenginliği yoğunlaştırma eğilimi taşıdığı devletlerde, halkların savaşçı niteliklerini ortadan kaldırma eğiliminde olduğudur. Merkez devletler savaşın sermaye yoğunluğunu sürekli arttırarak, bu eğilimin içerdiği güç dengesi değişikliğini bir noktaya dek önleyebilmişlerdir. Ama belli bir noktada –Vietnam'daki ABD ve Afganistan'daki SSCB deneyimlerinin örnek bir biçimde göstermiş olduğu gibi– savaşın sermaye yoğunluğundaki yeni artışlar, iş özellikle dünya ekonomisinin çevre bölgelerindeki asayişi korumaya geldiğinde hızla azalan bir verim sağlamaktadır.
       Uzun vadede kapitalist dünya sisteminin, merkez devletlerin çevre devletler üzerindeki gücünü çökerten aynı süreçler, sermayenin emek üzerindeki, hâkim statü gruplarının tabi statü grupları üzerindeki ve devletlerin sivil toplum üzerindeki iktidarını da çökertmektedir. Daha da genişleyen ve derinleşen bir işbölümü sermayeyi, tabi işçilerden gelen işyeri protesto ve pasif direniş eylemleri karşısında giderek daha zayıf kılmaktadır – bu eylemlerin dile getirdiği sınıf bilinci ve örgütlülük düzeyi ne olursa olsun (bkz. özellikle bu kitapta I. Bölüm ve Arrighi & Silver, 1984). Sermayenin işyerinde emek karşısındaki egemenliğini yeniden üretmek, ya da yeniden kurmak için, sermaye görevlileri işgücünün giderek artan bir bölümünü ücretli faaliyetlere seferber etmeye eğilimlidir; ama bunu yaparken de, cinsler arasındaki ve yaş grupları ve "etnik kimlikler" içindeki güç ilişkilerini devrimcileştirirler. Önem bakımından olmasa da sıra bakımından son olarak, işbölümünün politik hâkimiyet alanları içinde ve ötesinde artan karmaşıklığı da, sivil toplum üzerindeki devlet iktidarı uygulamalarını giderek daha sorunlu hale getiriyor.
       1968 hareketleri için zemin hazırlayan ve sonunda onu ortaya çıkaran süreçler bunlardır. Uzun vadeli süreçler oldukları için, açığa çıkmaları kapitalist dünya ekonomisinin bütün ömrünü kapsamaktadır. 1968 patlamaları ve bunların sonuçları, sistemin, kendi tarihsel asimptotuna yaklaşması olgusunun bir göstergesi gibi yorumlanabilir. Bu yüzden de, başarı ve başarısızlıklarıyla 1968, gelecekteki olayların açılış taksimiydi; ya da başka bir deyişle provasıydı.

1968: Neyin Provası?

Eğer 1968, dünya ölçeğindeki başarısız bir devrim ve dünya-tarihsel önemde bir büyük prova olarak 1848'le benzeşiyorsa, acaba hangi tür bir dünya devriminin büyük provası olabilir? Bu benzetmeyle çağa ilişkin altta yatan eğilimlerin bugün ne olduğunu tasarlayabilir miyiz; dünün yeni toplumsal hareketlerinde neyin yeni olduğunu görebilir ve böylelikle olası cepheleşme eksenlerini ve bunların işaret ettiği ilerici toplumsal değişikliklerin taslağını önceden ortaya koyabilir miyiz? Kronolojik bakımdan 1990'lı ve 2000'li yıllara doğru ilerlerken, tarihsel-toplumsal sistemimiz, kapitalist dünya ekonomisi, başlıca dört alanda güçlüklerle karşılaşmaya devam ediyor.
       Birincisi; devletlerarası sistem, ABD ile SSCB arasındaki bir askeri pat durumuyla ve bunların, çevre devletlerdeki önemli konuları denetlemedeki açık yetersizlikleriyle damgalanmış durumdadır. Hegemonya yerini kendi kavramsal karşıtına, rekabet durumuna bırakıyor. Bellibaşlı beş aktör –ABD, SSCB, Batı Avrupa, Japonya ve Çin– arasındaki yeni ittifak imkânları ancak şimdi ortaya çıkıyor. Ve herkes bu yeni düzenlemelere çok temkinli ve kaygılı bir biçimde yaklaşıyor. Dolayısıyla, ABD hegemonyası kendi yerini alacak açık ve bu yüzden de güvenceli bir dünya düzeni olmaksızın aşınıyor. Bu arada, her türden piyasa –sermaye, yatırım malları, emek, (olağan) ücret malları, ("dayanıklı") ücret malları piyasaları– hızlı bir tempoda evriliyor. Bunlar giderek sermaye çevrimlerinin düzenli toplumsal mekanizmaları olmaktan çıkıyor, (liberallerin "piyasa güçleri" dedikleri) spekülasyon mevkileri durumuna geliyor ve (19 Ekim 1987'de hisse senedi fiyatlarında olduğu gibi) hem her zaman ve her yerde düzenleme nesneleri olmalarına neden olan, hem de onlara kimliklerini veren inişli çıkışlı fiyat hareketlerini gittikçe daha çok sergiliyorlar.
       Belki de Yediler Grubu (IBRD, IMF ve BIS ile) yeni bir düzen dayatabilecektir. Belki, ulus-ötesi şirketlerin, dikey bütünleşmeyle piyasaları yutması (ve onların, varolan-sosyalizm ülkelerindeki muhataplarının benzer örgütlenmeleri gibi), fiyat hareketlerini soğurmaya ve böylece sönümlemeye yeterli olacaktır. Bu anlamda, sermayenin dünya ölçeğindeki merkezileşmesinin, hegemonya yoluyla, devletlerarası piyasa düzenleme sisteminin yerini alacak ölçüde ("mutlak genel yasa"nın işaret ettiği gibi), tarihsel bakımdan yeterince gelişip gelişmediğini hepimiz birlikte göreceğiz.
       İkincisi, hem sermayenin artan merkezileşmesi, hem de işgücünün geniş kesimlerinin artan marjinalleşmesi verili olduğuna göre, emek ile sermaye arasındaki çelişki temel kalacaktır. Yeni toplumsal hareketler daha yüksek ücret düzeyleri için dünya çapında baskıyı artırmışlar, dünya sermayesi de bu baskıya emek girdisinin çapını düşürerek yanıt vermeye çalışmıştır. Sonuç olarak, işçilerin önemli bir kesiminin maddi refah düzeyinin yükselmesi ve başka birçoklarının ise göreli yoksulluğunun derinleşmesi, dolayısıyla da dünya işçileri arasındaki refah eşitsizliklerinin mutlak ve göreli biçimde artması ister istemez söz konusu olmuştur. Böylelikle, dünya ölçeğinde birikimdeki eşitsiz değişim mekanizmasının alanı daha da genişlemiş olmaktadır.
       Aynı zamanda, sermayenin örgütlü işçi huzursuzluklarından arındırılmış güvenli yerler arama yönündeki artan çabası da, kendisiyle birlikte, kuşkusuz, sanayideki proleterleşmenin ve dolayısıyla, bu süreci denetleme ve/veya bunun sonuçlarını düzeltme konusundaki kolektif çabaların, başka bölgelere giderek daha fazla taşınmasını getirmektedir. Bunun net sonucu pekala, merkez dışındaki kuşaklara, özellikle yarı-çevre devletlere (bkz. yukarıda III. Bölüm) nüfuz eden milliyetçi duygunun giderek bir sınıf bilinci odağı kazanması olabilir. Benzeri olgular giderek artan bir biçimde sosyalist devletlerde de, bilhassa (ama kesinlikle yalnızca değil) Polonya'da yer almaktadır.
       Üçüncüsü, devletlerin kendi sivil toplumlarını denetleme yetenekleri azalmaktadır. Yeniyetme kapitalist dünya ekonomisinin monarşi ve aristokrasilerinin, kendisini oluşturan daha evrilmiş devletlere dönüşümleri, tarihsel bakımdan, sivil toplumun oluşmasından ve daha sonraki genişlemesinden –bilhassa, 1848'in ondokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başı "toplumuna çalışan sınıfları dahil etmesinden"– geçmektedir. Devlet haline gelişin başlangıcından beri süren örgütleyici çelişki, sivil hak ve özgürlüklere karşı devlet iktidarı çelişkisi, devlet-sivil toplum ilişkisi açısından merkezi kalmaktadır. Kuşkusuz, bunlardan her birinin alanı zamanla büyük ölçüde genişlemiş ve 1968 sonrasında dünya ölçeğindeki "insan hakları" hareketlerinin derin bir biçimde yansıttığı mücadele de böylelikle keskinleşmiştir. Yönetici katmanların kendi yönetimlerini meşrulaştırmaya çalıştıkları –böylelikle, yönetme iddiasında bulundukları kişilerin ahlaken kendilerine itaat etmeye mecbur olmaları kadar, onların da ahlaken hükmetmeye mecbur oldukları– düşüncesi hem çok eski, hem de çok yaygındır.
       Weber'in merkezi önemdeki kuramsal iddiası (1968: I, 212-307) –halkın bilincindeki belli inançların, gündelik itaatin ve o yüzden de kuralları yöneten ilişkisel ağın "istikrarı" için vazgeçilmez bir koşul olduğu– hâlâ akla yakındır. Bununla birlikte, her devletin kendi sivil toplumunu denetleme yollarının etkililiğindeki artış ve araçsal bürokrasinin genişlemesi, bürokrasinin yönettiği kişiler arasında giderek daha çok yaygınlaşan bir kuşkuculuk doğurarak, onun etkililiğinin sınırlarını da yaratıyor. Başka devletlerin yanı sıra, ABD hükümetinin de, SSCB hükümetinin de giderek daha fazla keşfettiği gibi, otoritenin eli giderek daha dar bir alana uzanabiliyor. 1968, bu tür bir kuşkuculuk patlayışını simgeliyordu. Eski toplumsal hareketlerin devlet iktidarına gelmesi bu otorite aşınmasını bir süre sınırlandırmıştı. Ama bu yeni rejimler halk kitlesinin gittikçe daha fazla güçlenen "devlet karşıtı" bilincinin seline kapılarak hızla silinip süprüldüler.
       Bu süreç, yeni teknolojinin devletlerin kendi mekânlarını denetleme yetenekleri üzerindeki etkisiyle, hayret uyandırıcı bir biçimde hızlandırılmış bulunuyor. Elektronikleşme, fiziksel bakımdan elektrifikasyondan farklıdır; toplumsal ilişkilerin mekânını daraltmaktan çok daha fazlasıyla, toplumsal ilişkileri onların mekânlarını denetleyerek kontrol altında tutma yeteneğini sınırlamaktadır. Devlet olma halinin işaret ettiği sonuçların açıklanması –ve yaşanması– gerekiyor hâlâ. Ama halkların, kendilerinin ve birbirleriyle ilişkilerinin –yurttaş olarak, topluluklar olarak, bireyler olarak– işgal ettikleri mekânın denetlenmesi yoluyla denetimi, modern dünya sisteminin mekânsal hâkimiyet alanlarının oluşturduğu iki anahtar yönde, devletler içinde ve devletler arasında, temelinden bir çöküş süreci içindedir.
       Dördüncüsü, dezavantajlı konumdaki statü gruplarının –toplumsal cinsiyetin, kuşağın, etnik kimliğin, ırkın, cinselliğin– talepleri daha da güç kazanacaktır. Burada Gallaudet'ye kulak vererek tarihsel kapitalizmin asıl parya katmanını oluşturan fiziksel özürlüleri de eklemeliyiz. Bu altı statü grubunun ilişkilerinin hepsi de birbirlerinden derin bir şekilde farklıdır; hatta dünya toplumsal yapıları içindeki özgüllükleri bakımından, bu farklılıkları daha da fazladır; ancak şu üç özelliği paylaşırlar: Hepsi de yeni solun eski solu eleştirisinin zemini oldular. Hepsi de halk içinde, kelimenin gerçek anlamıyla, emek-sermaye ya da devlet-sivil toplum kadar güçlü çelişkilerdir. Ve hepsinin ezilenleri de durumu kendi lehlerine çevirmeyi değil; yalnızca yapısal değil ideolojik olarak da (toplumsal cinsiyet, kuşak, etnik kimlik, ırk, cinsellik, sağlıklılık ilişkileri bakımından üstünlük/zayıflık varsayımlarının toplumsal bilinçten silinmesi anlamında), açık bir biçimde toplumsal eşitliği gözetmektedir.
       Bu yüzden, devletlerarası sistemin ittifaklar sistemindeki olası yeni düzenlemeleri, artan keskin ekonomik dalgalanmalarla, keskinleşen (ve özellikle coğrafi bakımdan genişleyen) bir sınıf mücadelesiyle, devletlerin kendi sivil toplumlarını denetleme alanındaki artan yetersizliğiyle ve tüm dezavantajlı statü gruplarının eşitlik taleplerini ısrarlı biçimde pekiştirmeleriyle tasarımlayabiliriz. Bütün bunların bizi nereye götüreceği, eşyanın doğası anlamında çok belirsizdir. 1848'den sonra, dünyanın eski solu 1917' nin olacağından emindi. Bunun nasıl, nerede ve ne zaman olacağını tartışıyorlardı. Ama, orta vadedeki halk egemenliğinin amacı açıktı. 1968 sonrasında ise, dünya sistem karşıtı hareketleri –hem eski ve hem yeni hareketler– orta vadeli amaç konusunda hiç de açık değillerdi. Bu yüzden de, kısa vadeli hedefler üzerinde yoğunlaşma eğilimi taşıyorlardı. Eğer örgütler, uzun vadeli idealler adına bile olsa, kısa vadeli amaçlar üzerinde yoğunlaşırsa, orta vadeli başarının, hatta orta vadede hayatta kalma şansının bile feda edilmesi tehlikesinin olduğu açıktır.
       Şu soruya verilecek yanıtımız yok: 1968 neyin provasıydı? Bunun yanıtları, bir anlamda, dünya çapındaki sistem karşıtı hareketler ailesinin önümüzdeki on-yirmi yıl içinde, kendi orta vadeli stratejilerini yeniden düşünme tarzlarına bağlı olacaktır. İyi ya da kötü yanlarıyla 1917, dünyanın eski solunun, 1848'i izleyen yıllardaki muazzam kolektif ve bilinçli çabasının sonucuydu. Kuşkusuz, kapitalist dünya ekonomisindeki yapısal gelişmelerin de bir sonucuydu. Ancak insan örgütlenmesi ve devrimci programlar olmaksızın gerçekleşmesi mümkün değildi.
       Sürüklenme riskleri çok açıktır. Konumları yapısal ve ideolojik bakımdan ne denli zayıflamış olsa da, statükonun sakinleri henüz teslim olmuş değildir. Hâlâ muazzam bir güce sahipler ve bu gücü yeni bir eşitsiz dünya düzenini yeniden kurmakta kullanıyorlar. Başarılı olabilirler. Yahut, nükleer ya da ekolojik bir felaketten dolayı dünya dağılıp gidebilir. Ya da dünya insanların 1848'de ve 1968'de umduğu tarzda yeniden kurulabilir.

Notlar

(*) Halkların baharı. (y.h.) Metne dön
(**) Hegelci terminolojide "içermek", "inkâr etmek" ve "aşmak" kavramlarının üçünü birden içeren terim. (y.h.) Metne dön  







Sistem Karşıtı Hareketler, s. 96-113, Metis Yayınları, 1995

https://www.goodreads.com/book/show/9679902-sistem-kar-t-hareketler



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder