Fernand Braudel
https://arsenaldeletras.files.wordpress.com/2014/06/fernand-braudel-01.jpg |
Kuşkusuz içdeniz, yeniden
canlanan tarih anılarıyla, uzak tarihlerle, görünürde ölü sanılan ama yaşamaya
devam eden dünyalardan gelen ışıklarla yorulmuştur. Herkese ve her şeye karşın
Roma'nın 5. yüzyılda Barbarların saldırılarıyla yıkılmadığını iddia eden
tarihçileri severim.
Roma İmparatorluğu Şarlman’la, Otonlar’la ve Şarlken’in
birçok Batılı hümanistin yerleşmesini temenni ettiği Evrensel Monarşi denen
yönetimi ile yeniden doğmuş sayılmaz mı? Sonra, milletlerle kültürlerin
Avrupası’nı kurmaya çalışan bugünün insanları, bilinçli ya da bilinçsiz bir
“pax romana” düşlemiyorlar mı? Roma’nın Avrupa üzerindeki derin etkileri
tartışılmaz, ama kimi şeylerin sürüp gitmesi gene de insanı şaşırtıyor.
Hıristiyanlık 16. yüzyılda ikiye bölündüğünde, bu iki kampı birbirinden ayıran
sınırların, Roma İmparatorluğu’nun çifte sınırı olan Ren ve Tuna nehirleri
olması sadece bir rastlantı mıdır?
Keza, İslam’ın şaşkına
çeviren fetihlerinin hem Yakın Doğu’da, hem de Kartaca'nın iki alanında birden,
yani hem Kuzey Afrika’da hem İspanya'nın bir bölümünde kolayca kabul edilmiş
olması da mı rastlantıdır?
Daha önce de söyledik, Pön dünyası Roma yasasını
benimsemekten çok İslam uygarlığını kabule daha derinden hazırdı, çünkü İslam
uygarlığı sadece bir katkı değil, bir süreklilikti. O sadece Yahudiliği ve
İbrahim peygamber geleneğini değil, uzun zamandır yerine oturmuş bir kültürü,
töreleri, alışkanlıkları kendine mal etmişti. Çünkü uygarlık sadece din
değildir, gerçi her kültürel sistemin merkezinde bir dinin bulunması gerekir,
ancak uygarlık bir yaşama sanatı ve durmaksızın yinelenen binlerce alışkanlığın
bir toplamıdır. Binbir Gece Masallar’ında hükümdarı selamlamak, “onun önünde
secdeye varıp toprağı öpmektir.” Bu, Hüsrev’in (531-579) sarayında öteden beri
sürüp giden bir alışkanlıktır. 16 ve 17. yüzyıllarda ve daha sonraları bile
İstanbul’a, İsfahan'a, Delhi’ye atanan Avrupalı elçiler bu selam biçimini, hem
kendileri hem de temsil ettikleri prens için küçük düşürücü bulduklarından
ondan kurtulmanın çarelerini ararlardı. Mısırlıların bu adetlerine sinirlenen
Herodottos: “Selam vermek için sokak ortasında birbirlerinin önünde yerlere
kadar eğilirler, ellerini dizlerine kadar indirip köpekleri taklit ederler”
diyor.
Müslümanların geleneksel kıyafetlerini de anımsayın, değişmesi ne kadar
uzun sürmüştür. Bu kıyafeti eski Babil’de de görürüz, bundan yirmibeş yüzyıl
önce yine Herodotos’un yazdığına göre: “Babilliler önce ayaklarına kadar inen
bir keten gömlek giyerler, [E.F. Gautier buna gandourah der] bunun üzerine uzun
bir yün bluz geçirirler, [buna da cellabe denir] ve en son beyaz bir mantoya
sarınırlar [bu bir çeşit küçük beyaz maşlahtır] bir de başlıkları vardır, [fes
ya da tarbuh]”.
Ev (İslam öncesi evidir), yiyecekler, batıl inançlar konusunda
da durum aynıdır: Hıristiyanların taşıdıkları madalyon ya da ruhanilerin
omuzlarından sarkan atkının, Müslümanlardaki eşdeğeri Fatma’nın elidir ve
Kartaca’da mezar taşlarını süslemektedir.
İslam’ın, Yakın Doğu’nun tarih
zenginlikleriyle yüklü topraklarına bağlı olduğu bir gerçektir. Batı uygarlığı
gibi İslam uygarlığı da, Alfred Weber'in de dediği gibi “türemiş bir uygarlık”,
ikinci dereceden bir uygarlıktır; buna aşılanmış uygarlık da diyebiliriz.
Birinci dereceden tek uygarlık acaba Çin uygarlığı mı?
Kısaca bugünün
zihniyetlerini ele alan her türlü inceleme, zorunlu olarak uygarlıkların sonu
gelmez geçmişlerine yönelir. Yüzyıllar içinde her ikisi de uzun süreli iki
Hıristiyanlık meydana gelmiştir ki bunlar aslında daha önceki dönemlerin
gerçeklerine birer dönüş olmuştur: Bu iki Hıristiyanlık’tan birinin merkezi
Roma ve Batı, ötekininki ise yeni Roma, yani Konstantinopolis’tir.
Fernand Braudel,
"Akdeniz: Mekan ve Tarih"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder