9 Aralık 2015 Çarşamba

Braudel: Uzak Tarihler


Fernand Braudel

https://arsenaldeletras.files.wordpress.com/2014/06/fernand-braudel-01.jpg

Kuşkusuz içdeniz, yeniden canlanan tarih anılarıyla, uzak tarihlerle, görünürde ölü sanılan ama yaşamaya devam eden dünyalardan gelen ışıklarla yorulmuştur. Herkese ve her şeye karşın Roma'nın 5. yüzyılda Barbarların saldırılarıyla yıkılmadığını iddia eden tarihçileri severim. 

Roma İmparatorluğu Şarlman’la, Otonlar’la ve Şarlken’in birçok Batılı hümanistin yerleşmesini temenni ettiği Evrensel Monarşi denen yönetimi ile yeniden doğmuş sayılmaz mı? Sonra, milletlerle kültürlerin Avrupası’nı kurmaya çalışan bugünün insanları, bilinçli ya da bilinçsiz bir “pax romana” düşlemiyorlar mı? Roma’nın Avrupa üzerindeki derin etkileri tartışılmaz, ama kimi şeylerin sürüp gitmesi gene de insanı şaşırtıyor. 

Hıristiyanlık 16. yüzyılda ikiye bölündüğünde, bu iki kampı birbirinden ayıran sınırların, Roma İmparatorluğu’nun çifte sınırı olan Ren ve Tuna nehirleri olması sadece bir rastlantı mıdır?

Keza, İslam’ın şaşkına çeviren fetihlerinin hem Yakın Doğu’da, hem de Kartaca'nın iki alanında birden, yani hem Kuzey Afrika’da hem İspanya'nın bir bölümünde kolayca kabul edilmiş olması da mı rastlantıdır? 

Daha önce de söyledik, Pön dünyası Roma yasasını benimsemekten çok İslam uygarlığını kabule daha derinden hazırdı, çünkü İslam uygarlığı sadece bir katkı değil, bir süreklilikti. O sadece Yahudiliği ve İbrahim peygamber geleneğini değil, uzun zamandır yerine oturmuş bir kültürü, töreleri, alışkanlıkları kendine mal etmişti. Çünkü uygarlık sadece din değildir, gerçi her kültürel sistemin merkezinde bir dinin bulunması gerekir, ancak uygarlık bir yaşama sanatı ve durmaksızın yinelenen binlerce alışkanlığın bir toplamıdır. Binbir Gece Masallar’ında hükümdarı selamlamak, “onun önünde secdeye varıp toprağı öpmektir.” Bu, Hüsrev’in (531-579) sarayında öteden beri sürüp giden bir alışkanlıktır. 16 ve 17. yüzyıllarda ve daha sonraları bile İstanbul’a, İsfahan'a, Delhi’ye atanan Avrupalı elçiler bu selam biçimini, hem kendileri hem de temsil ettikleri prens için küçük düşürücü bulduklarından ondan kurtulmanın çarelerini ararlardı. Mısırlıların bu adetlerine sinirlenen Herodottos: “Selam vermek için sokak ortasında birbirlerinin önünde yerlere kadar eğilirler, ellerini dizlerine kadar indirip köpekleri taklit ederler” diyor. 

Müslümanların geleneksel kıyafetlerini de anımsayın, değişmesi ne kadar uzun sürmüştür. Bu kıyafeti eski Babil’de de görürüz, bundan yirmibeş yüzyıl önce yine Herodotos’un yazdığına göre: “Babilliler önce ayaklarına kadar inen bir keten gömlek giyerler, [E.F. Gautier buna gandourah der] bunun üzerine uzun bir yün bluz geçirirler, [buna da cellabe denir] ve en son beyaz bir mantoya sarınırlar [bu bir çeşit küçük beyaz maşlahtır] bir de başlıkları vardır, [fes ya da tarbuh]”. 

Ev (İslam öncesi evidir), yiyecekler, batıl inançlar konusunda da durum aynıdır: Hıristiyanların taşıdıkları madalyon ya da ruhanilerin omuzlarından sarkan atkının, Müslümanlardaki eşdeğeri Fatma’nın elidir ve Kartaca’da mezar taşlarını süslemektedir. 

İslam’ın, Yakın Doğu’nun tarih zenginlikleriyle yüklü topraklarına bağlı olduğu bir gerçektir. Batı uygarlığı gibi İslam uygarlığı da, Alfred Weber'in de dediği gibi “türemiş bir uygarlık”, ikinci dereceden bir uygarlıktır; buna aşılanmış uygarlık da diyebiliriz. Birinci dereceden tek uygarlık acaba Çin uygarlığı mı?

Kısaca bugünün zihniyetlerini ele alan her türlü inceleme, zorunlu olarak uygarlıkların sonu gelmez geçmişlerine yönelir. Yüzyıllar içinde her ikisi de uzun süreli iki Hıristiyanlık meydana gelmiştir ki bunlar aslında daha önceki dönemlerin gerçeklerine birer dönüş olmuştur: Bu iki Hıristiyanlık’tan birinin merkezi Roma ve Batı, ötekininki ise yeni Roma, yani Konstantinopolis’tir.


Fernand Braudel, "Akdeniz: Mekan ve Tarih"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder