ORÇUN İMGA
Bilindiği üzere tarihçiler, yazının icadıyla başlayan devirlere “Tarihsel Çağlar”, yazının bilinmediği devirlere de “Tarih Öncesi Çağlar” adını vermektedirler. İlk yazı Mezopotamya’da ve Mısır’da yaklaşık olarak, M.Ö. 3000’in başlarında kullanılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla, tarih öncesi devirlerin, M.Ö. 3000 tarihinden eski olan çağlar olduğunu söylemek mümkündür. Tarih öncesi uygarlıkları genel olarak; Paleolitik Çağ, Mezolitik Çağ, Neolitik Çağ, Kalkolitik Çağ ve Maden Çağı olarak sınıflandırmak mümkündür.
İlk insan topluluklarının yaşam düzenleri, avlanma ve yenilebilir bitkilerin derlenmesine dayanıyordu. Erkek, hayvan avlayarak, kadın da bitki ve küçük hayvanları toplayarak hayatını idame ettirebiliyordu. Bunların barındıkları yerler de, mağaralar ve doğal etkilerden az da olsa korunmuş olan kaya sığınaklarıydı. Bu bakımdan, insanlar daha bereketli avlanma alanları buldukları zaman, oralara kolayca göç edebiliyor, yer değiştirebiliyorlardı. Belirli bir mekan veya konutla yaşam alanları sınırlandırılmış değildi. Bu insanların bıraktıkları maddi kültür belgeleri, yani onlardan günümüze kadar gelebilmiş kalıntılar, genellikle, çakmak taşlarının yontulmasıyla biçimlendirilmiş baltalar, kesiciler, deliciler ve kazıyıcılar gibi aletler olduğundan, yarattıkları kültüre “Eski Taş Devri” anlamında kullanılan Paleolitik çağ adı verilmektedir. Diğer yandan, yaşam biçimlerinin henüz besin üretimi aşamasına erişemediğine bakılarak, bu kültür evresine “Toplayıcılık ve Avcılık Dönemi” adı da verilmektedir.
Bu dönemde, belirli düzeyde oluşmuş bir sanat anlayışının varlığını gözlemlemek de mümkündür. Taştan ve fildişinden yapılan heykelcikler ile mağara duvarlarına yapılan başarılı duvar resimleri, dönemin günümüze bıraktığı değerli maddi kültür miraslarıdır. Dikkati çeken bir diğer husus da bazı bölgelerdeki mezarlarda ölünün yanında yiyeceklerin de bulunmuş olmasıdır. Buradan, taş devri insanının yaşamın ölümden sonra da devam ettiğine inandığı anlaşılmaktadır. Anadolu’da bu çağ, özellikle Antalya’nın 30 km. kuzeybatısındaki Karain Mağarası’nda izlerini bırakmıştır.
Paleolitik Çağ’da yontma ve yongalama yöntemiyle yapılan aletler, “Orta Taş Devri” anlamındaki Mezolitik Çağ’da bileme ve cilalama yöntemleri de kullanılarak daha çeşitli ve kullanışlı hale getirilmiş, kütüklerden oyma kayıklar yapılmıştır. “Mikrolit” adı verilen çakmak taşından yapılan minik aletler, bu devre özgü buluntular arasındadır.
Bu dönem insanının besin üretimine geçmemekle beraber, toplayıcılık ve avcılıkta daha yoğun olarak faaliyet gösterdikleri anlaşılmaktadır. Bu dönemde mağara hayatı bazı yerlerde kısmen devam etmekle birlikte, iklimlerin yumuşaması sebebiyle, insanların çoğu geniş ormanlar içindeki açık alanlarda, deniz ve göl kıyılarında ya da nehir boylarında küçük gruplar halinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Dönemin sonuna doğru gıda birikimine başlanmıştır.
Ancak kuşkusuz, yaşam biçimindeki en köklü gelişme, insanların besin üretimine geçmeleri ile meydana gelmiştir. Yabani tahıl türlerinden elde edilen tohumların ekilmesiyle başlayan ve giderek gelişen tarıma paralel olarak, bazı hayvanların evcilleştirilmesi sonucunda insanlar, besinleri ürettikleri topraklara bağlanmaya mecbur kalmışlar ve böylece göçebelik devri sona ermiştir. Tarım toprakları daha çok ovalarda bulunduğundan, mağara ve kaya sığınaklarında yaşayıp, uzak tarlalarda çalışmanın zorluğu hemen anlaşılmış, bu ihtiyaç konut yapımı gereğini ortaya çıkarmıştır. Gerek besinlerin üretilmesi, gerekse ilk yerleşik köy toplumlarının oluşması, insanlık tarihinde yeni bir çağın başlangıcı olarak kabul edilmektedir. İşte, “Yeni Taş Devri” anlamına gelen Neolitik Çağ, bu yüzden bir devrim olarak nitelenmektedir.
I. NEOLİTİK DEVRİM VE NEOLİTİK YERLEŞİMLER
Gordon Child, 1936 yılında yayımlanan Kendini Yaratan İnsan (Man Makes Himself) isimli kitabında, birbirini izleyen iki devrimden söz etmektedir. Bunlardan birincisi “Neolitik Devrim”, ikincisi ise “Kentsel Devrim”dir.
Bilindiği gibi, Paleolitik Çağ’da, insanlar yaşamlarını avlanma ve besin toplama yoluyla sürdürüyorlardı. Nüfus ve doğal çevredeki nüfus yoğunluğu, doğanın onlara sağladığı besinle sınırlıydı ve gerekli besini sağlamak için sık sık yer değiştirmeleri gerekiyordu. Neolitik Çağ’da ise toplumlar, tarım yapmayı ve hayvanları evcilleştirmeyi öğrendiler; bu yolla besin ürettiler.
Neolitik toplum, doğa koşulları uygun olduğunda, artık kendi tüketimi için gerektiğinden çok besin üretebiliyor ve artan nüfusu beslemek için üretimini arttırabiliyordu. Artık ürünlerini depolamak için tarım yaptıkları yerlerin yakınına köyler kurdular ve zamanla, bu yerleşmelerin nüfusları ve sayıları arttı . Child’a göre, “ekonomilerini ve araç-gereçlerini yerel koşullara uydurma çabası, her neolitik topluma, keşif ve icatlarda bulunma yolunda, kendine özgü, farklı olanaklar sunmuştur. Böylece, her grup, kendi koşullarına uygun, farklı gelenekler geliştirmiştir. Bu nedenle, tek bir “neolitik kültür”den söz edilemez. Bir çok neolitik kültürler vardır. Ancak, Graham Clark gibi yazarlar da, bunun böyle olmadığını, bu farklılaşmanın neolitik devrimin her yerde eş zamanlı olmayıp, çok uzun zaman farklarıyla gerçekleşmiş olmasından kaynaklandığını savunmuştur.
Yakındoğu ve Ortadoğu’da birkaç bin yıl süren bir evrimle insanoğlu, yavaş yavaş yerleşik düzene geçerek bulunduğu ortamın hakimi durumuna geldi ve “Neolitik Devrim” olarak adlandırılan bu olgu, insan topluluklarının yaşantılarını kökünden değiştirdi. Böylece Paleolitik Dönem’in avcı-toplayıcıları, aşamalı bir süreç sonucunda yerlerini ilk tarımcı ve hayvancılara bıraktılar. İnsanoğlunun bu şekilde sabit düzene geçmesi ile dünya üzerindeki ilk yerleşim birimleri de ortaya çıkmış oldu. Bu konu ile ilgili olarak en çok kullanılan iki örnek, Filistin’deki Eriha (Jericho) ile Anadolu’daki Çatalhöyük’tür. Eriha, Filistin’in suyu bol, ayrıcalıklı bir noktasına yayılan bir yerleşim merkezi olmuştur. Yerleşim alanı, güneşte kurutulmuş tuğlalarla inşa edilmiş, yarı yarıya yere gömülü evlerden oluşmaktadır. Kent, savunma amaçlı olup olmadığı belirlenemeyen bir taş duvarla çevriliye benzemektedir. Bu taş duvarların yanında yüksek bir kule yer almaktadır. Bu dönem yerleşimlerinin hiç birinde bu kulenin bir başka benzerine rastlanamamıştır.
Birçok bilim adamı, Neolitik Dönem’den itibaren özellikle, tam zamanlı çalışan bir zanaatkar kesimin varlığını vurgulamakta ve bundan hareketle, incelenen yerleşim alanının kent sıfatını hak edecek aşamaya geldiği sonucuna varmaktadırlar. Eriha ve Çatalhöyük’te arkeologlar, gün ışığına çıkarttıkları yerleşim alanlarının genişliğinden ve buna bağlı olarak, bu alanda barınabilecek nüfus kalabalığından hayli etkilenmişlerdir. Bu nedenle buraları, sıradan köyler biçiminde tanımlamayı genellikle reddetmektedirler.
Gerçekten de, hem Eriha, hem de Çatalhöyük iyi korunmuş olmaları nedeniyle türlerinin en değerli örnekleridirler. Ancak bu çalışmada, ülkemizde bulunuyor olmasının kazandırdığı önem nedeniyle, Çatalhöyük ayrıntılı olarak incelenmiş ve neolitik dönem kentleri bu örnekte tanımlanmaya çalışılmıştır.
II. ÇATALHÖYÜK
Şüphesiz, Erken Neolitik Çağ yerleşmelerinden en ünlüsü Konya Ovası’ndaki Çatalhöyük’tür. Konya ili, Çumra ilçe merkezinin 11 km. kuzeyindeki höyük “doğu” ve “batı” olmak üzere iki yerleşme yerinden oluşur. Erken Neolitik Çağ tabakaları doğudakindedir. Doğu Çatalhöyük’ün Erken Neolitik Çağ yerleşmesi 1000’den fazla konut ve 5-6 bin kişiyi bulduğu söylenen nüfusuyla Yakındoğu’nun bilinen en büyük köy ya da kasabalarından biri durumundadır. Yaklaşık olarak 7000-6500 yılları arasına tarihlenen höyüğün bu döneme ilişkin son derece küçük bir bölümü kazılabilmiştir (yaklaşık 1/30’u kazılabilmiştir). Elde edilen bulguların doyurucu olmaktan uzak olması, ulaşılan sonuçlarda tarihçiler arasında çelişkiler oluşmasına neden olmuştur.
Çatalhöyük’teki bu Neolitik merkezin konumu ilgi çekicidir. Toros Dağları’ndan Konya Ovası’na akan Çarşamba Çayı Çatalhöyük’ü iki kısıma ayırmaktadır. Konya Ovası yaklaşık M.Ö. 16 000 yıllarına kadar bir çanak gölüydü. Bu bakımdan Çatalhöyük, eski göl alanındaki, hayvancılığa çok uygun otlaklar ile sulak ve verimli alüvyal tarım arazisinin birleştiği bir kesimdedir. Yörenin güneyinde ve batısında ormanlık bölgeler başlamaktaydı. Bu ormanlar, konut yapımına gerekli ahşabı sağlamaktaydı.
Çatalhöyük’te saptanan yerleşim katlarının kesin tarihlerini belirlemek güçtür, ancak bunların yaklaşık ellişer yıl sürdükleri kabul edilmektedir. Hemen hemen her kat, evlerin yeniden yapılmasını gerektiren bir yangınla tahrip olmuştur. Böylece, Çatalhöyük insanları 900 yıl aynı yerde yaşamışlar ve kültürlerini sürdürmüşlerdir.
Çatalhöyük insanları bilinmeyen bir nedenle M.Ö. 5700-5600 yıllarında Çarşamba Çayı’nın diğer kıyısındaki Batı Çatalhöyük’e geçmişlerdir.
Erken gelişme gösteren bu kültürün kökeninin Türkiye’den başka bir yerde olduğunu gösteren bir belirti yoktur. Erken gelişmiş olmalarının, sonunda zamanından önce olgunluğa erişmelerinin nedeni olabileceği söylenmektedir. Çünkü bu kültürün devamı olmamış, Çatalhöyük’teki yerleşme terk edildikten sonra Neolitik kültür geçici olarak gerilemiştir. Bu devreden sonra da Anadolu tarih öncesinde yeni bir dönem, Kelime anlamı “Bakır-Taş Devri” olan “Kalkolitik Çağ” başlamıştır.
http://arkeolojihaber.net/tag/catalhoyuk/ |
ÇATALHÖYÜK: NEOLİTİK DÖNEM YERLEŞİMİ ÖRNEĞİ
GİRİŞ
Bilindiği üzere tarihçiler, yazının icadıyla başlayan devirlere “Tarihsel Çağlar”, yazının bilinmediği devirlere de “Tarih Öncesi Çağlar” adını vermektedirler. İlk yazı Mezopotamya’da ve Mısır’da yaklaşık olarak, M.Ö. 3000’in başlarında kullanılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla, tarih öncesi devirlerin, M.Ö. 3000 tarihinden eski olan çağlar olduğunu söylemek mümkündür. Tarih öncesi uygarlıkları genel olarak; Paleolitik Çağ, Mezolitik Çağ, Neolitik Çağ, Kalkolitik Çağ ve Maden Çağı olarak sınıflandırmak mümkündür.
İlk insan topluluklarının yaşam düzenleri, avlanma ve yenilebilir bitkilerin derlenmesine dayanıyordu. Erkek, hayvan avlayarak, kadın da bitki ve küçük hayvanları toplayarak hayatını idame ettirebiliyordu. Bunların barındıkları yerler de, mağaralar ve doğal etkilerden az da olsa korunmuş olan kaya sığınaklarıydı. Bu bakımdan, insanlar daha bereketli avlanma alanları buldukları zaman, oralara kolayca göç edebiliyor, yer değiştirebiliyorlardı. Belirli bir mekan veya konutla yaşam alanları sınırlandırılmış değildi. Bu insanların bıraktıkları maddi kültür belgeleri, yani onlardan günümüze kadar gelebilmiş kalıntılar, genellikle, çakmak taşlarının yontulmasıyla biçimlendirilmiş baltalar, kesiciler, deliciler ve kazıyıcılar gibi aletler olduğundan, yarattıkları kültüre “Eski Taş Devri” anlamında kullanılan Paleolitik çağ adı verilmektedir. Diğer yandan, yaşam biçimlerinin henüz besin üretimi aşamasına erişemediğine bakılarak, bu kültür evresine “Toplayıcılık ve Avcılık Dönemi” adı da verilmektedir.
Bu dönemde, belirli düzeyde oluşmuş bir sanat anlayışının varlığını gözlemlemek de mümkündür. Taştan ve fildişinden yapılan heykelcikler ile mağara duvarlarına yapılan başarılı duvar resimleri, dönemin günümüze bıraktığı değerli maddi kültür miraslarıdır. Dikkati çeken bir diğer husus da bazı bölgelerdeki mezarlarda ölünün yanında yiyeceklerin de bulunmuş olmasıdır. Buradan, taş devri insanının yaşamın ölümden sonra da devam ettiğine inandığı anlaşılmaktadır. Anadolu’da bu çağ, özellikle Antalya’nın 30 km. kuzeybatısındaki Karain Mağarası’nda izlerini bırakmıştır.
Paleolitik Çağ’da yontma ve yongalama yöntemiyle yapılan aletler, “Orta Taş Devri” anlamındaki Mezolitik Çağ’da bileme ve cilalama yöntemleri de kullanılarak daha çeşitli ve kullanışlı hale getirilmiş, kütüklerden oyma kayıklar yapılmıştır. “Mikrolit” adı verilen çakmak taşından yapılan minik aletler, bu devre özgü buluntular arasındadır.
Bu dönem insanının besin üretimine geçmemekle beraber, toplayıcılık ve avcılıkta daha yoğun olarak faaliyet gösterdikleri anlaşılmaktadır. Bu dönemde mağara hayatı bazı yerlerde kısmen devam etmekle birlikte, iklimlerin yumuşaması sebebiyle, insanların çoğu geniş ormanlar içindeki açık alanlarda, deniz ve göl kıyılarında ya da nehir boylarında küçük gruplar halinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Dönemin sonuna doğru gıda birikimine başlanmıştır.
Ancak kuşkusuz, yaşam biçimindeki en köklü gelişme, insanların besin üretimine geçmeleri ile meydana gelmiştir. Yabani tahıl türlerinden elde edilen tohumların ekilmesiyle başlayan ve giderek gelişen tarıma paralel olarak, bazı hayvanların evcilleştirilmesi sonucunda insanlar, besinleri ürettikleri topraklara bağlanmaya mecbur kalmışlar ve böylece göçebelik devri sona ermiştir. Tarım toprakları daha çok ovalarda bulunduğundan, mağara ve kaya sığınaklarında yaşayıp, uzak tarlalarda çalışmanın zorluğu hemen anlaşılmış, bu ihtiyaç konut yapımı gereğini ortaya çıkarmıştır. Gerek besinlerin üretilmesi, gerekse ilk yerleşik köy toplumlarının oluşması, insanlık tarihinde yeni bir çağın başlangıcı olarak kabul edilmektedir. İşte, “Yeni Taş Devri” anlamına gelen Neolitik Çağ, bu yüzden bir devrim olarak nitelenmektedir.
http://arkeolojihaber.net/tag/catalhoyuk/ |
Gordon Child, 1936 yılında yayımlanan Kendini Yaratan İnsan (Man Makes Himself) isimli kitabında, birbirini izleyen iki devrimden söz etmektedir. Bunlardan birincisi “Neolitik Devrim”, ikincisi ise “Kentsel Devrim”dir.
Bilindiği gibi, Paleolitik Çağ’da, insanlar yaşamlarını avlanma ve besin toplama yoluyla sürdürüyorlardı. Nüfus ve doğal çevredeki nüfus yoğunluğu, doğanın onlara sağladığı besinle sınırlıydı ve gerekli besini sağlamak için sık sık yer değiştirmeleri gerekiyordu. Neolitik Çağ’da ise toplumlar, tarım yapmayı ve hayvanları evcilleştirmeyi öğrendiler; bu yolla besin ürettiler.
Neolitik toplum, doğa koşulları uygun olduğunda, artık kendi tüketimi için gerektiğinden çok besin üretebiliyor ve artan nüfusu beslemek için üretimini arttırabiliyordu. Artık ürünlerini depolamak için tarım yaptıkları yerlerin yakınına köyler kurdular ve zamanla, bu yerleşmelerin nüfusları ve sayıları arttı . Child’a göre, “ekonomilerini ve araç-gereçlerini yerel koşullara uydurma çabası, her neolitik topluma, keşif ve icatlarda bulunma yolunda, kendine özgü, farklı olanaklar sunmuştur. Böylece, her grup, kendi koşullarına uygun, farklı gelenekler geliştirmiştir. Bu nedenle, tek bir “neolitik kültür”den söz edilemez. Bir çok neolitik kültürler vardır. Ancak, Graham Clark gibi yazarlar da, bunun böyle olmadığını, bu farklılaşmanın neolitik devrimin her yerde eş zamanlı olmayıp, çok uzun zaman farklarıyla gerçekleşmiş olmasından kaynaklandığını savunmuştur.
Yakındoğu ve Ortadoğu’da birkaç bin yıl süren bir evrimle insanoğlu, yavaş yavaş yerleşik düzene geçerek bulunduğu ortamın hakimi durumuna geldi ve “Neolitik Devrim” olarak adlandırılan bu olgu, insan topluluklarının yaşantılarını kökünden değiştirdi. Böylece Paleolitik Dönem’in avcı-toplayıcıları, aşamalı bir süreç sonucunda yerlerini ilk tarımcı ve hayvancılara bıraktılar. İnsanoğlunun bu şekilde sabit düzene geçmesi ile dünya üzerindeki ilk yerleşim birimleri de ortaya çıkmış oldu. Bu konu ile ilgili olarak en çok kullanılan iki örnek, Filistin’deki Eriha (Jericho) ile Anadolu’daki Çatalhöyük’tür. Eriha, Filistin’in suyu bol, ayrıcalıklı bir noktasına yayılan bir yerleşim merkezi olmuştur. Yerleşim alanı, güneşte kurutulmuş tuğlalarla inşa edilmiş, yarı yarıya yere gömülü evlerden oluşmaktadır. Kent, savunma amaçlı olup olmadığı belirlenemeyen bir taş duvarla çevriliye benzemektedir. Bu taş duvarların yanında yüksek bir kule yer almaktadır. Bu dönem yerleşimlerinin hiç birinde bu kulenin bir başka benzerine rastlanamamıştır.
Birçok bilim adamı, Neolitik Dönem’den itibaren özellikle, tam zamanlı çalışan bir zanaatkar kesimin varlığını vurgulamakta ve bundan hareketle, incelenen yerleşim alanının kent sıfatını hak edecek aşamaya geldiği sonucuna varmaktadırlar. Eriha ve Çatalhöyük’te arkeologlar, gün ışığına çıkarttıkları yerleşim alanlarının genişliğinden ve buna bağlı olarak, bu alanda barınabilecek nüfus kalabalığından hayli etkilenmişlerdir. Bu nedenle buraları, sıradan köyler biçiminde tanımlamayı genellikle reddetmektedirler.
Gerçekten de, hem Eriha, hem de Çatalhöyük iyi korunmuş olmaları nedeniyle türlerinin en değerli örnekleridirler. Ancak bu çalışmada, ülkemizde bulunuyor olmasının kazandırdığı önem nedeniyle, Çatalhöyük ayrıntılı olarak incelenmiş ve neolitik dönem kentleri bu örnekte tanımlanmaya çalışılmıştır.
II. ÇATALHÖYÜK
Şüphesiz, Erken Neolitik Çağ yerleşmelerinden en ünlüsü Konya Ovası’ndaki Çatalhöyük’tür. Konya ili, Çumra ilçe merkezinin 11 km. kuzeyindeki höyük “doğu” ve “batı” olmak üzere iki yerleşme yerinden oluşur. Erken Neolitik Çağ tabakaları doğudakindedir. Doğu Çatalhöyük’ün Erken Neolitik Çağ yerleşmesi 1000’den fazla konut ve 5-6 bin kişiyi bulduğu söylenen nüfusuyla Yakındoğu’nun bilinen en büyük köy ya da kasabalarından biri durumundadır. Yaklaşık olarak 7000-6500 yılları arasına tarihlenen höyüğün bu döneme ilişkin son derece küçük bir bölümü kazılabilmiştir (yaklaşık 1/30’u kazılabilmiştir). Elde edilen bulguların doyurucu olmaktan uzak olması, ulaşılan sonuçlarda tarihçiler arasında çelişkiler oluşmasına neden olmuştur.
Çatalhöyük’teki bu Neolitik merkezin konumu ilgi çekicidir. Toros Dağları’ndan Konya Ovası’na akan Çarşamba Çayı Çatalhöyük’ü iki kısıma ayırmaktadır. Konya Ovası yaklaşık M.Ö. 16 000 yıllarına kadar bir çanak gölüydü. Bu bakımdan Çatalhöyük, eski göl alanındaki, hayvancılığa çok uygun otlaklar ile sulak ve verimli alüvyal tarım arazisinin birleştiği bir kesimdedir. Yörenin güneyinde ve batısında ormanlık bölgeler başlamaktaydı. Bu ormanlar, konut yapımına gerekli ahşabı sağlamaktaydı.
Çatalhöyük’te saptanan yerleşim katlarının kesin tarihlerini belirlemek güçtür, ancak bunların yaklaşık ellişer yıl sürdükleri kabul edilmektedir. Hemen hemen her kat, evlerin yeniden yapılmasını gerektiren bir yangınla tahrip olmuştur. Böylece, Çatalhöyük insanları 900 yıl aynı yerde yaşamışlar ve kültürlerini sürdürmüşlerdir.
Çatalhöyük insanları bilinmeyen bir nedenle M.Ö. 5700-5600 yıllarında Çarşamba Çayı’nın diğer kıyısındaki Batı Çatalhöyük’e geçmişlerdir.
Erken gelişme gösteren bu kültürün kökeninin Türkiye’den başka bir yerde olduğunu gösteren bir belirti yoktur. Erken gelişmiş olmalarının, sonunda zamanından önce olgunluğa erişmelerinin nedeni olabileceği söylenmektedir. Çünkü bu kültürün devamı olmamış, Çatalhöyük’teki yerleşme terk edildikten sonra Neolitik kültür geçici olarak gerilemiştir. Bu devreden sonra da Anadolu tarih öncesinde yeni bir dönem, Kelime anlamı “Bakır-Taş Devri” olan “Kalkolitik Çağ” başlamıştır.
A. Çatalhöyük’ün Mekansal Yapısı
Çatalhöyük’te konutlar, büyüklüğü yaklaşık 20-30 m2 olan dikdörtgen bir ana mekan ile, ona bitişik, 5-6 m2 büyüklüğünde bir veya iki depo alanından oluşmaktaydı.
Konutlar, tümüyle, tek katlı olarak, kil-saman karışımı güneşte kurutulmuş kerpiçten inşa edilmişlerdi. Konutlar bitişik düzendeydi ve her konut birimini kendi bağımsız duvarı kuşatıyordu. Arı kovanında olduğu gibi, göz göz birbirine yapışmıştı. Damlar beldede oturanların toplumsal yaşam alanları oluyordu. Evlerin kimilerinin kutsal tapınma yeri olduğu görülmekteydi. Duvarlarda renkli resimler yapılmış, sıvandıktan sonra da tekrar tekrar boyanmıştı. Resimlerdeki desenler Paleolitik Çağ’ın mağara resimlerine çok benziyordu. Bu resimler erken dönem insanlarının etkinlikleri, görünüşü ve giysisi, hatta dini konusunda çok önemli bilgi kaynağıdır. Evler daima birbirinden daha yüksek yapılıyordu. Konutlar birbirlerine öyle sıkı kenetlenmişlerdi ki, sokak ya da geçit yoktur. En dışta oluşan duvarlar, kapı ve pencerelerle de parçalanmadığından, sürekli
bir savunma duvarı işlevi görmekteydi. Çatılar düz bir set oluşturmakta, konutlara giriş, çatıdaki delikten aşağıya merdiven sarkıtılarak sağlanmaktaydı. Çatıların oluşturduğu kademeli yatay setler savunma açısından kolaylık sağlıyor ve çevrenin yüksek bir noktadan denetlenmesine yardımcı oluyordu. Gerektiğinde, her konut, tek başına, içeriden de savunulabiliyor ve girişler denetlenebiliyordu. Böylece, özel bir savunma duvarı olmayan Çatalhöyük’te, konutların birbirlerine göre konumları, çatının hemen altında bulunan pencerelerin ve kapı açıklarının en aza indirilmesi, önemli savunma kolaylıkları sağlıyordu.
Bütün bu düzenlemeler tüm kentin önceden düşünülmüş bir plana göre yapıldığını düşündürmektedir.
Yapı malzemesi, alüvyon ovasının çok bol olarak sunduğu kerpiçtir. Evlerin dış yüzleri çamur ile sıvanmıştır; içte ağaç dikmeler ve bunların üzerinde yatay hatıllar, üzeri toprakla kaplı düz çatılar desteklemekteydi. Dikey ağaçlar, genellikle ince olan duvarlara çatıyı taşımada böylece yardımcı oluyordu. Nüfusun en az 5000-6000 olduğu zamanlarda 1000 ev bulunduğu tahmin edilmektedir. Evler genellikle oturma odası, kiler ve mutfaktan oluşmaktaydı. Eve giriş çatıda bulunan ve aynı zamanda evin içinde bulunan ocak ve fırına da baca vazifesi gören bir delikten sağlanmaktaydı. Asal oda ile depolar arasında ise zeminden yüksekte açılmış, mağara kovuklarını anımsatan giriş delikleri bulunmaktadır. Odanın duvarlarına bitişik olarak yapılan sekiler, oturma ve yatma için kullanılan bir tür kerevet görevi yapmaktaydı. Ölüler de evlerin içine ve bu sekilerin altına gömülmekteydi. Duvarlar boya ile parçalara ayrılıyor, bunların içleri kırmızı ile boyanıyordu.
Çatalhöyük’te, karma ekonomiye geçilmiş olmasına rağmen, besin üretiminin ağırlık noktasını hayvancılık oluşturmaktaydı. Bu faaliyet alanının konut dokusundaki yansıması ise, konut grupları arasında oluşan avlulardır. Bu ortak avlular, taş endüstrisi ve ticaretiyle uğraşan erkeklerin dışında kalan nüfusun, özellikle kadınların, çiftçilik konusunda yeni denemeler yapma ve bunların sonuçlarını birbirlerine aktarma türü faaliyetlerini sürdürdükleri, böylece de hayvanların ve bitkilerin evcilleştirilmesi konusunda önemli gelişmelerin sağlandığı mekanlar olarak düşünülmektedir.
Çatalhöyük’te konutlar, büyüklüğü yaklaşık 20-30 m2 olan dikdörtgen bir ana mekan ile, ona bitişik, 5-6 m2 büyüklüğünde bir veya iki depo alanından oluşmaktaydı.
Konutlar, tümüyle, tek katlı olarak, kil-saman karışımı güneşte kurutulmuş kerpiçten inşa edilmişlerdi. Konutlar bitişik düzendeydi ve her konut birimini kendi bağımsız duvarı kuşatıyordu. Arı kovanında olduğu gibi, göz göz birbirine yapışmıştı. Damlar beldede oturanların toplumsal yaşam alanları oluyordu. Evlerin kimilerinin kutsal tapınma yeri olduğu görülmekteydi. Duvarlarda renkli resimler yapılmış, sıvandıktan sonra da tekrar tekrar boyanmıştı. Resimlerdeki desenler Paleolitik Çağ’ın mağara resimlerine çok benziyordu. Bu resimler erken dönem insanlarının etkinlikleri, görünüşü ve giysisi, hatta dini konusunda çok önemli bilgi kaynağıdır. Evler daima birbirinden daha yüksek yapılıyordu. Konutlar birbirlerine öyle sıkı kenetlenmişlerdi ki, sokak ya da geçit yoktur. En dışta oluşan duvarlar, kapı ve pencerelerle de parçalanmadığından, sürekli
bir savunma duvarı işlevi görmekteydi. Çatılar düz bir set oluşturmakta, konutlara giriş, çatıdaki delikten aşağıya merdiven sarkıtılarak sağlanmaktaydı. Çatıların oluşturduğu kademeli yatay setler savunma açısından kolaylık sağlıyor ve çevrenin yüksek bir noktadan denetlenmesine yardımcı oluyordu. Gerektiğinde, her konut, tek başına, içeriden de savunulabiliyor ve girişler denetlenebiliyordu. Böylece, özel bir savunma duvarı olmayan Çatalhöyük’te, konutların birbirlerine göre konumları, çatının hemen altında bulunan pencerelerin ve kapı açıklarının en aza indirilmesi, önemli savunma kolaylıkları sağlıyordu.
Bütün bu düzenlemeler tüm kentin önceden düşünülmüş bir plana göre yapıldığını düşündürmektedir.
Yapı malzemesi, alüvyon ovasının çok bol olarak sunduğu kerpiçtir. Evlerin dış yüzleri çamur ile sıvanmıştır; içte ağaç dikmeler ve bunların üzerinde yatay hatıllar, üzeri toprakla kaplı düz çatılar desteklemekteydi. Dikey ağaçlar, genellikle ince olan duvarlara çatıyı taşımada böylece yardımcı oluyordu. Nüfusun en az 5000-6000 olduğu zamanlarda 1000 ev bulunduğu tahmin edilmektedir. Evler genellikle oturma odası, kiler ve mutfaktan oluşmaktaydı. Eve giriş çatıda bulunan ve aynı zamanda evin içinde bulunan ocak ve fırına da baca vazifesi gören bir delikten sağlanmaktaydı. Asal oda ile depolar arasında ise zeminden yüksekte açılmış, mağara kovuklarını anımsatan giriş delikleri bulunmaktadır. Odanın duvarlarına bitişik olarak yapılan sekiler, oturma ve yatma için kullanılan bir tür kerevet görevi yapmaktaydı. Ölüler de evlerin içine ve bu sekilerin altına gömülmekteydi. Duvarlar boya ile parçalara ayrılıyor, bunların içleri kırmızı ile boyanıyordu.
Çatalhöyük’te, karma ekonomiye geçilmiş olmasına rağmen, besin üretiminin ağırlık noktasını hayvancılık oluşturmaktaydı. Bu faaliyet alanının konut dokusundaki yansıması ise, konut grupları arasında oluşan avlulardır. Bu ortak avlular, taş endüstrisi ve ticaretiyle uğraşan erkeklerin dışında kalan nüfusun, özellikle kadınların, çiftçilik konusunda yeni denemeler yapma ve bunların sonuçlarını birbirlerine aktarma türü faaliyetlerini sürdürdükleri, böylece de hayvanların ve bitkilerin evcilleştirilmesi konusunda önemli gelişmelerin sağlandığı mekanlar olarak düşünülmektedir.
B.
Çatalhöyük’te Kullanılan Alet ve Gereçler
Bu evlerin içindeki eşyalar, Neolitik devrin teknoloji ve ekonomisi hakkında ayrıntılı bilgiler vermektedir. Çanak-çömlek en eski katta daha az kullanılmaktayken daha sonraları yaygınlaşmıştır. Neolitik çağda besin üretimine geçilmiş olmasına rağmen ilk başlarda pişmiş toprak kaplar yapılması bilinmiyordu. Bu nedenle, Neolitik çağın bu evresi “Akeramik” denilen çanak-çömleksiz bir dönemdir ve Anadolu’da birkaç Neolitik merkezde bu evre saptanabilmiştir. Çatalhöyük’te kapların yapımında sadece kil kullanılmıyordu; geniş kaplar, çeşitli büyüklüklerde kaseler ve kapaklı kutular tahtadan yapılmaktaydı. Tahıl samanından veya bataklık sazlarından yer hasırları örüldüğü gibi, kapaklı sepetler de üretiliyordu. Kemiklerden ise iğne, kaşık, ya da çeşitli aletlere sap yapmakta yararlanıyordu. Aletler ve silahlar, obsidyenden yapılıyordu. Obsidyenin çok geniş bir kullanımı olmasına karşılık, çakmaktaşı sadece, tören hançerleri gibi, özel aletlerin yapımında hammadde olarak işe yarıyordu. Ok ve mızrak uçları, her çeşit bıçak ve orakların maddesi ise yine obsidyendi.
Diğer yandan, hayvan postları, kürk ve derilerden de giysi olarak yararlanılmıştır. Kadın giysileri omuzda iğne ile tutturuluyor, erkek giysilerinde ise kemer veya kemik iğnelerle kumaşların kaymaması sağlanıyordu. Süs eşyası olarak boncuklar kullanılmıştı. Törenlerde ise, leopar derisi giyildiği duvar fresklerinde görülmektedir.
Çatalhöyük’te ortaya çıkarılan en önemli bulgulardan biri de M.Ö. 6000 yılına tarihlenen dokuma parçasıdır. Dokumada kullanılan malzemenin yün olması, hayvancılığın yan ürünlerinden olan yünün dokuma amacıyla kullanılması da Çatalhöyük’teki ekonomik yapının gelişmişlik düzeyi açısından önemli bir göstergedir.
Dokuma kadar önemli başka bir uğraş da, neolitik Çatalhöyük’te sınırlı amaçlarla da olsa, bakır ve kurşunun kullanılmış olmasıdır. Bu durum, Çatalhöyük’ün, metal kullanmayan neolitik toplum tarımına uymayan bir örnek olduğunu göstermektedir.
Kilden çanak-çömlek yapımı, neolitik toplumun önemli bir özelliği olarak bilinmektedir. Çatalhöyük’te yaşayan topluluklar ise, duvarları ve yaptıkları heykelcikleri boyadıkları halde, seramik kaplara fazla özen göstermemişlerdir. Kilden yapılmış küçük eşyalar arasında, mühürlere de rastlanmıştır. Ancak, kilin en yaygın kullanımı, konutların yapımı sırasında olmuştur.
Bu evlerin içindeki eşyalar, Neolitik devrin teknoloji ve ekonomisi hakkında ayrıntılı bilgiler vermektedir. Çanak-çömlek en eski katta daha az kullanılmaktayken daha sonraları yaygınlaşmıştır. Neolitik çağda besin üretimine geçilmiş olmasına rağmen ilk başlarda pişmiş toprak kaplar yapılması bilinmiyordu. Bu nedenle, Neolitik çağın bu evresi “Akeramik” denilen çanak-çömleksiz bir dönemdir ve Anadolu’da birkaç Neolitik merkezde bu evre saptanabilmiştir. Çatalhöyük’te kapların yapımında sadece kil kullanılmıyordu; geniş kaplar, çeşitli büyüklüklerde kaseler ve kapaklı kutular tahtadan yapılmaktaydı. Tahıl samanından veya bataklık sazlarından yer hasırları örüldüğü gibi, kapaklı sepetler de üretiliyordu. Kemiklerden ise iğne, kaşık, ya da çeşitli aletlere sap yapmakta yararlanıyordu. Aletler ve silahlar, obsidyenden yapılıyordu. Obsidyenin çok geniş bir kullanımı olmasına karşılık, çakmaktaşı sadece, tören hançerleri gibi, özel aletlerin yapımında hammadde olarak işe yarıyordu. Ok ve mızrak uçları, her çeşit bıçak ve orakların maddesi ise yine obsidyendi.
Diğer yandan, hayvan postları, kürk ve derilerden de giysi olarak yararlanılmıştır. Kadın giysileri omuzda iğne ile tutturuluyor, erkek giysilerinde ise kemer veya kemik iğnelerle kumaşların kaymaması sağlanıyordu. Süs eşyası olarak boncuklar kullanılmıştı. Törenlerde ise, leopar derisi giyildiği duvar fresklerinde görülmektedir.
Çatalhöyük’te ortaya çıkarılan en önemli bulgulardan biri de M.Ö. 6000 yılına tarihlenen dokuma parçasıdır. Dokumada kullanılan malzemenin yün olması, hayvancılığın yan ürünlerinden olan yünün dokuma amacıyla kullanılması da Çatalhöyük’teki ekonomik yapının gelişmişlik düzeyi açısından önemli bir göstergedir.
Dokuma kadar önemli başka bir uğraş da, neolitik Çatalhöyük’te sınırlı amaçlarla da olsa, bakır ve kurşunun kullanılmış olmasıdır. Bu durum, Çatalhöyük’ün, metal kullanmayan neolitik toplum tarımına uymayan bir örnek olduğunu göstermektedir.
Kilden çanak-çömlek yapımı, neolitik toplumun önemli bir özelliği olarak bilinmektedir. Çatalhöyük’te yaşayan topluluklar ise, duvarları ve yaptıkları heykelcikleri boyadıkları halde, seramik kaplara fazla özen göstermemişlerdir. Kilden yapılmış küçük eşyalar arasında, mühürlere de rastlanmıştır. Ancak, kilin en yaygın kullanımı, konutların yapımı sırasında olmuştur.
C. Çatalhöyük’te Toplumsal Yapı
Çatalhöyük’te konutların standart bir plana göre yapıldığı ve tabakalar arasında herhangi bir farklılaşma olmadığı izlenmektedir. Konutlardaki bu tekdüzelik, toplumsal yapıda da bir katmanlaşma olmadığı izlenimini vermektedir. Çatalhöyük, gelişmiş, uzmanlaşmış ekonomik faaliyetlerin ve bölgelerarası ticaretin odaklaştığı bir merkezdi, ama bir yönetim işlevi içermiyordu ve bir yönetici sınıf oluşmamıştı. Bunun da nedeni, elde edilen artık ürünün oldukça sınırlı kalması ve anamal birikiminin sağlanamamış olmasıdır. Bunun göstergeleri de konutların küçük ve gösterişsiz olmaları, bunun yanısıra, saray, tapınak, koruma duvarı, kale gibi anıtsal öğelerin inşa edilmemiş olmasıdır.
Bilindiği gibi kenti, özellikle sakinlerinin ekonomik ve sosyal faaliyetlerinin çeşitliliği karakterize etmektedir. Bu açıdan, Çatalhöyük, olağandışı bir örnektir. Kazılmış bölümü şaşırtıcı ölçüde yüksek sayıda tapınak barındırmaktadır. Anıtsal yüksek kabartmalarda veya resimlerde, bu yerleşim yerine ün kazandıran çeşitli desenli dekorlar görülmektedir. Çatalhöyük’ün haklı ününün nedeni bu sanat eserlerinden çok, tarihöncesi arkeolojisinde eşi olmayan korunmuşluk düzeyidir. Yerleşim yerinin kazılmış bölümündeki her dört-beş evden birinden bu olağanüstü dekorun kalıntılarıyla karşılaşılmıştır. Bundan hareketle, arkeolog James Mellaart, yerleşim yerinin bu bölümünün konutlara, hatta ruhban sınıfına ayrılmış olduğu sonucuna varmıştır. Oysa, ev sayısına oranla “tapınakların” bolluğu, bir ruhban mahallesi yerine, kişisel ibadethanelerin söz konusu olduğunu da
gösterebilir. Nitekim, bu duvar süslemelerinin bulunduğu yapılarda da, diğer sıradan yapılardaki ev veya mutfak düzeninin aynısına rastlanmaktadır. Çatalhöyük’te büyük olasılıkla ne ruhban mahallesi, ne kamu yapıları, ne tam zamanlı yöneticiler, ne din görevlileri, ne de bir kentçilik anlayışı bulunmaktadır. Çatalhöyük, büyük boyutlu olsa bile birbirlerine az veya çok
benzeyen aile ocaklarının yan yana gelmesinden ibarettir. Bu yan yanalık, gerçek bir kentin örgütlü niteliklerinden henüz yoksundur. Oysa ki gerçek bir kent, örgütlü hiyerarşik siyasal ve sosyal bir yapı yansıtmalıdır.
III. JANE JACOBS’IN ‘YENİ OBSİDYEN’ TEORİSİ VE ÇATALHÖYÜK
Jane Jacobs 1969 yılında yayınlanan Kentlerin Ekonomisi (The Economy of Cities) isimli kitabında, farklı bir varsayım öne sürmüştü. Tarımsal yerleşmeler olmadan kentlerin gelişemeyeceğini ifade eden görüşe karşı çıkan Jacobs, kırsal alanda üretim artışına ve ekonomik gelişmeye neden olan buluşların hep kentlerde ortaya çıktığını, sonra da kırsal kesimde uygulandığını savunmuştur. Yazar, tarih öncesinde de tarım ve hayvancılığın kentlerde geliştiğini, bu görüşe dayanarak, kentlerin tarımdan önce varolduğunu öne sürmüştür.
Bu betimleme ile tarımda gelişme, kentleşme sonucu olarak ele alınmaktadır. Jacobs, Yeni Obsidyen adlı kent çerçevesi içinde, avcı grupların arasında ticaretin olduğunu belirtir. Ticaret içinde en önemli kalemi yiyecek tutmaktadır. Yiyeceğin taze olması gerekliliği hayvanların evcilleştirilmesini gündeme getirir. Hayvanların beslenme zorunluluğu, tarımı doğurmuştur. Böylece tarım, kentten ortaya çıkmıştır. Pazar yeri ise, kentsel yerleşmede anahtar noktayı oluşturmaktadır.
Jacobs, avcılık ile geçinen tarım öncesi toplumların tarım kültürünü ve hayvancılığı geliştirme sürecini açıklamak için hayali bir kent kurmuş, bu kente de Yeni Obsidyen (New Obsidian) adını vermişti. Lav akıntıları kenarında lavların ani soğuması sonucu oluşan, siyah, gri, yeşil ve mor renkli, şişe camını andıran volkanik bir cam olan obsidyen, ok ve mızrak uçları ile dekoratif eşyaların yapımında hammadde olarak kullanılmaktaydı. Neolitik dönem kültürü için büyük önem taşıyan obsidyen, ticareti yapılan önemli bir hammadde idi. Jacobs, Yeni Obsidyen’i, volkanik cam ticaretinin ortaya çıkardığı ve pazaryeri işlevi gören kent olarak betimlemektedir.
Jane Jacobs, Yeni Obsidyen kuramını, arkeolog James Mellaart’ın Orta Anadolu’da, Çatalhöyük ile ilgili araştırmalarında ortaya koyduğu bulguları kullanarak geliştirmişti. Taş Devri koşullarında çok kıymetli bir hammadde olan obsidyen yatakları açısından Anadolu, çok zengindi. Pek çok dağ ve çevresi, volkanik yapıları nedeniyle, zengin obsidyen yatakları içeriyordu.
Farklı yörelerde ortaya çıkarılan arkeolojik bulgular, buralarda, çok çeşitli alet ve gereçlerin yapımında kullanılan obsidyenin, neolitik dönemde bölgelerarası ticarette önemli bir yer tuttuğunu kanıtlamaktadır.
Çatalhöyük’te yaşamsal önemi olan aletlerin neredeyse tamamının yapımında obsidyen kullanılmıştır. Bu volkanik camın, en yakındaki kaynak olarak, o tarihlerde hala aktif olan Hasan Dağ’dan getirildiği ve Çatalhöyük’ün, Van Gölü çevresi, Adana Ovası, Suriye, Filistin, Mezopotamya ve Kıbrıs’a kadar uzanan çok geniş bir alan içinde yapılan obsidyen ticaretinde önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Aletlerin büyük çoğunluğu, doğrudan avlanmak, av hayvanlarının derisini yüzmek ve derileri işlemek gibi avcılıkla ilgili işlerde kullanılan türdendir. Bu olgu, Çatalhöyük’te ilk yerleşme başladığı sıralarda burada yaşayanların avcılık ve toplayıcılık ile geçinmekte olduklarını göstermektedir.
Jacobs’a göre, yerleşme, avcılık ile geçinen bir yerleşik köy iken, obsidyen ticareti işin içine girince, yontma taş endüstrisi gelişmiş ve temel üretim haline gelmişti. Daha sonra, tarım başlamış, diğer yandan da hayvan evcilleştirilerek karma besin üretimi aşamasına geçilmiştir.
Böylece, Jane Jacobs tarafından, Çatalhöyük örnek alınarak geliştirilen Yeni Obsidyen Kuramı’nın en temel eleştirisi, kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. Jacobs’ın senaryosuna göre, kent olmadan, köylerin var olması söz konusu değildir; çünkü bu köylerin varlık nedeni, kentin onlara aktardığı bazı işlevlerdir. Oysa, Çatalhöyük başlangıçta ovanın tek önemli yerleşmesiyken, birdenbire tarih sahnesinden çekiliyor ve onun yerine bir sonraki evrede, altı-yedi adet tarım ve hayvancılıkla geçinen köy ortaya çıkmıştır.
Bir diğer eleştiri ise, Jacobs’ın kenti bir “pazaryeri” olarak tanımlamasına gelmektedir. Tarih içinde pazaryeri olgusunun, Çatalhöyük’ten çok daha sonraki dönemlerde ortaya çıktığı söylenmektedir. İkinci bir nokta ise, pazaryeri olgusunun, tarih içinde, bazı durumlarda, çevresinde kent olmadan da işlev gördüğüdür.
SONUÇ: ÇATALHÖYÜK BİR KENT MİDİR?
Çatalhöyük’te tam zamanlı çalışan bir zanaatkar kesimin varlığı, dikkatle ele alınması gereken bir argümandır. Argümanın yandaşları kadar karşıtları da vardır. Çatalhöyük’te kullanılan bazı eşyaların lüks olmaları, bunların, sırdan bir ev içi üretimden kaynaklandığını düşünmeyi olanaksız kılmaktadır. Çatalhöyük’teki kazılar, son derece çeşitlenmiş bir zanaatkarlık ürünü ağaç veya cilalanmış taştan kapkacak, kemik veya hasırdan çeşitli eşyaların yanı sıra, dövme bakırdan veya nadide taşlardan üstün nitelikli kuyumculuk eserleri vermiştir. Çakmaktaşlarından veya obsidyenden imal edilmiş bazı hançerler olağanüstü niteliktedir.
Burada sorun, zanaatkar varlığının yerleşim yerini kent olarak nitelendirmeye yeterli olup olmadığıdır. Herhangi bir köyde ünlü bir usta zanaatkarın bulunması, tek başına, kentli toplumsal yapının varlığından söz edilmesine olanak vermez. Önemli olan, bulunan lüks eşyalarla kanıtlanan bir zanaatkar varlığı değil, bu gibi zanaatkarların sayısının yerleşim yerinin toplam nüfusuna oranıdır. Üstelik, uzmanlaşmış veya tam zamanlı zanaatkar kavramı da oldukça belirsizdir. Uzmanlaşmadan ne anlaşıldığı sorusu akla gelmektedir. Uzmanlaşmanın türü ve derecesi çok çeşitlilik gösterir. Hatta günümüze gelinceye kadar, “tam zamanlı” zanaatkar hiç var olamamıştır. Bu zanaatkarların tarım faaliyetlerine az çok katılmaları gerekmiştir.
Çatalhöyük’ün savunma sistemine gelince, aynı yöntemin kimi Kızılderili kabilelerinin köylerinde de benimsendiği bilinmektedir. Üstelik, sözü edilen kalıntılar savunma amaçlı bir kuleyi, bir sur altyapısını veya bir savunma hattını işaret etseler bile, surların kenti tanımlamada yeterli olup olmadıklarına ilişkin soru ortaya çıkmaktadır. Evler ve bir sur altyapısı tek başına bir kenti oluşturamamaktadır.
Çatalhöyük’ün durumu bu temelde incelenirse; Çatalhöyük, ününü çok iyi korunmuş olmasına borçluysa da, bu köyün ekonomisi, çağdaşı diğer yerleşim yerlerinden hiç de farklı değildir. Çatalhöyük’ün hiçbir yapısı komşularınınkinden daha büyük ve daha zengin değildir. Kazılmış alanda kollektif veya kamusal işlev gören herhangi bir yapıya rastlanmamıştır.
Çatalhöyük ekonomisi veya nüfusunun toplumsal yapısı hakkındaki bilgiler, bu yerleşim yerinin Neolitik Dönem sonunun diğer Yakındoğu köylerinden farklı kılar nitelikte değildir. Dolayısıyla, “ilk kentleri” bu denli erken dönemlerde aramak yanlış bir yaklaşım olacaktır.
Kentleşme, toplumsal örgütlenmesi köylerinkinden daha karmaşık bir durum alan yapıların yoğunlaşmasıdır. Bu karmaşıklık Neolitik Dönem’de zorunlu değildir. Bu çağın yerleşim yerlerindeki yapı dokusunda, sakinlerinin statülerinde bir hiyerarşiyi işaret edecek nitelikte kopukluklar saptanamamaktadır. Çatalhöyük’te ve diğer yerleşim yerlerinde, köy yapısı son derece eşitlikçi niteliğini sürdürmektedir. Verilerin incelenmesinden görüldüğü üzere, ne Eriha “dünyanın ilk kenti”dir ne de Çatalhöyük “dünyanın ilk sitelerinden biri”dir.
Çatalhöyük, bir “kent” değildir; belirli bir uzmanlaşma düzeyine ulaşmış, özellikle taştan ve obsidyenden alet yapımında ve ticaretinde oldukça geniş bir etki alanına sahip, özgün nitelikleri olan bir merkezi köydür.
KAYNAKÇA
AKTÜRE, Sevgi: Anadolu’da Bronz Çağı Kentleri, 2. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Ocak 1997
AKURGAL, Ekrem: Anadolu Kültür Tarihi, 3. Baskı, Ankara: TÜBİTAK, Nisan 1998
ASLANOĞLU, A. Rana: Kent, Kimlik ve Küreselleşme, Bursa: Asa Kitabevi, 1998
BAYBURTLUOĞLU, Cevdet: Arkeoloji, Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1982
HUOT, Jean-Louis, THALMANN, Jean-Paul ve VALBELLE, Dominique: Kentlerin Doğuşu, çev. Ali Bektaş Girgin, Ankara: İmge Kitabevi, Ağustos 2000
LLOYD, Seton: Türkiye’nin Tarihi, Bir Gezginin Gözüyle Anadolu Uygarlıkları, 10.Baskı, Ankara: TÜBİTAK, Ağustos 1998
SEVİN, Veli: Anadolu Arkeolojisi, Geliştirilmiş 2. Baskı, İstanbul: DER Yayınları, 1999
Çatalhöyük’te konutların standart bir plana göre yapıldığı ve tabakalar arasında herhangi bir farklılaşma olmadığı izlenmektedir. Konutlardaki bu tekdüzelik, toplumsal yapıda da bir katmanlaşma olmadığı izlenimini vermektedir. Çatalhöyük, gelişmiş, uzmanlaşmış ekonomik faaliyetlerin ve bölgelerarası ticaretin odaklaştığı bir merkezdi, ama bir yönetim işlevi içermiyordu ve bir yönetici sınıf oluşmamıştı. Bunun da nedeni, elde edilen artık ürünün oldukça sınırlı kalması ve anamal birikiminin sağlanamamış olmasıdır. Bunun göstergeleri de konutların küçük ve gösterişsiz olmaları, bunun yanısıra, saray, tapınak, koruma duvarı, kale gibi anıtsal öğelerin inşa edilmemiş olmasıdır.
Bilindiği gibi kenti, özellikle sakinlerinin ekonomik ve sosyal faaliyetlerinin çeşitliliği karakterize etmektedir. Bu açıdan, Çatalhöyük, olağandışı bir örnektir. Kazılmış bölümü şaşırtıcı ölçüde yüksek sayıda tapınak barındırmaktadır. Anıtsal yüksek kabartmalarda veya resimlerde, bu yerleşim yerine ün kazandıran çeşitli desenli dekorlar görülmektedir. Çatalhöyük’ün haklı ününün nedeni bu sanat eserlerinden çok, tarihöncesi arkeolojisinde eşi olmayan korunmuşluk düzeyidir. Yerleşim yerinin kazılmış bölümündeki her dört-beş evden birinden bu olağanüstü dekorun kalıntılarıyla karşılaşılmıştır. Bundan hareketle, arkeolog James Mellaart, yerleşim yerinin bu bölümünün konutlara, hatta ruhban sınıfına ayrılmış olduğu sonucuna varmıştır. Oysa, ev sayısına oranla “tapınakların” bolluğu, bir ruhban mahallesi yerine, kişisel ibadethanelerin söz konusu olduğunu da
gösterebilir. Nitekim, bu duvar süslemelerinin bulunduğu yapılarda da, diğer sıradan yapılardaki ev veya mutfak düzeninin aynısına rastlanmaktadır. Çatalhöyük’te büyük olasılıkla ne ruhban mahallesi, ne kamu yapıları, ne tam zamanlı yöneticiler, ne din görevlileri, ne de bir kentçilik anlayışı bulunmaktadır. Çatalhöyük, büyük boyutlu olsa bile birbirlerine az veya çok
benzeyen aile ocaklarının yan yana gelmesinden ibarettir. Bu yan yanalık, gerçek bir kentin örgütlü niteliklerinden henüz yoksundur. Oysa ki gerçek bir kent, örgütlü hiyerarşik siyasal ve sosyal bir yapı yansıtmalıdır.
III. JANE JACOBS’IN ‘YENİ OBSİDYEN’ TEORİSİ VE ÇATALHÖYÜK
Jane Jacobs 1969 yılında yayınlanan Kentlerin Ekonomisi (The Economy of Cities) isimli kitabında, farklı bir varsayım öne sürmüştü. Tarımsal yerleşmeler olmadan kentlerin gelişemeyeceğini ifade eden görüşe karşı çıkan Jacobs, kırsal alanda üretim artışına ve ekonomik gelişmeye neden olan buluşların hep kentlerde ortaya çıktığını, sonra da kırsal kesimde uygulandığını savunmuştur. Yazar, tarih öncesinde de tarım ve hayvancılığın kentlerde geliştiğini, bu görüşe dayanarak, kentlerin tarımdan önce varolduğunu öne sürmüştür.
Bu betimleme ile tarımda gelişme, kentleşme sonucu olarak ele alınmaktadır. Jacobs, Yeni Obsidyen adlı kent çerçevesi içinde, avcı grupların arasında ticaretin olduğunu belirtir. Ticaret içinde en önemli kalemi yiyecek tutmaktadır. Yiyeceğin taze olması gerekliliği hayvanların evcilleştirilmesini gündeme getirir. Hayvanların beslenme zorunluluğu, tarımı doğurmuştur. Böylece tarım, kentten ortaya çıkmıştır. Pazar yeri ise, kentsel yerleşmede anahtar noktayı oluşturmaktadır.
Jacobs, avcılık ile geçinen tarım öncesi toplumların tarım kültürünü ve hayvancılığı geliştirme sürecini açıklamak için hayali bir kent kurmuş, bu kente de Yeni Obsidyen (New Obsidian) adını vermişti. Lav akıntıları kenarında lavların ani soğuması sonucu oluşan, siyah, gri, yeşil ve mor renkli, şişe camını andıran volkanik bir cam olan obsidyen, ok ve mızrak uçları ile dekoratif eşyaların yapımında hammadde olarak kullanılmaktaydı. Neolitik dönem kültürü için büyük önem taşıyan obsidyen, ticareti yapılan önemli bir hammadde idi. Jacobs, Yeni Obsidyen’i, volkanik cam ticaretinin ortaya çıkardığı ve pazaryeri işlevi gören kent olarak betimlemektedir.
Jane Jacobs, Yeni Obsidyen kuramını, arkeolog James Mellaart’ın Orta Anadolu’da, Çatalhöyük ile ilgili araştırmalarında ortaya koyduğu bulguları kullanarak geliştirmişti. Taş Devri koşullarında çok kıymetli bir hammadde olan obsidyen yatakları açısından Anadolu, çok zengindi. Pek çok dağ ve çevresi, volkanik yapıları nedeniyle, zengin obsidyen yatakları içeriyordu.
Farklı yörelerde ortaya çıkarılan arkeolojik bulgular, buralarda, çok çeşitli alet ve gereçlerin yapımında kullanılan obsidyenin, neolitik dönemde bölgelerarası ticarette önemli bir yer tuttuğunu kanıtlamaktadır.
Çatalhöyük’te yaşamsal önemi olan aletlerin neredeyse tamamının yapımında obsidyen kullanılmıştır. Bu volkanik camın, en yakındaki kaynak olarak, o tarihlerde hala aktif olan Hasan Dağ’dan getirildiği ve Çatalhöyük’ün, Van Gölü çevresi, Adana Ovası, Suriye, Filistin, Mezopotamya ve Kıbrıs’a kadar uzanan çok geniş bir alan içinde yapılan obsidyen ticaretinde önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Aletlerin büyük çoğunluğu, doğrudan avlanmak, av hayvanlarının derisini yüzmek ve derileri işlemek gibi avcılıkla ilgili işlerde kullanılan türdendir. Bu olgu, Çatalhöyük’te ilk yerleşme başladığı sıralarda burada yaşayanların avcılık ve toplayıcılık ile geçinmekte olduklarını göstermektedir.
Jacobs’a göre, yerleşme, avcılık ile geçinen bir yerleşik köy iken, obsidyen ticareti işin içine girince, yontma taş endüstrisi gelişmiş ve temel üretim haline gelmişti. Daha sonra, tarım başlamış, diğer yandan da hayvan evcilleştirilerek karma besin üretimi aşamasına geçilmiştir.
Böylece, Jane Jacobs tarafından, Çatalhöyük örnek alınarak geliştirilen Yeni Obsidyen Kuramı’nın en temel eleştirisi, kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. Jacobs’ın senaryosuna göre, kent olmadan, köylerin var olması söz konusu değildir; çünkü bu köylerin varlık nedeni, kentin onlara aktardığı bazı işlevlerdir. Oysa, Çatalhöyük başlangıçta ovanın tek önemli yerleşmesiyken, birdenbire tarih sahnesinden çekiliyor ve onun yerine bir sonraki evrede, altı-yedi adet tarım ve hayvancılıkla geçinen köy ortaya çıkmıştır.
Bir diğer eleştiri ise, Jacobs’ın kenti bir “pazaryeri” olarak tanımlamasına gelmektedir. Tarih içinde pazaryeri olgusunun, Çatalhöyük’ten çok daha sonraki dönemlerde ortaya çıktığı söylenmektedir. İkinci bir nokta ise, pazaryeri olgusunun, tarih içinde, bazı durumlarda, çevresinde kent olmadan da işlev gördüğüdür.
SONUÇ: ÇATALHÖYÜK BİR KENT MİDİR?
Çatalhöyük’te tam zamanlı çalışan bir zanaatkar kesimin varlığı, dikkatle ele alınması gereken bir argümandır. Argümanın yandaşları kadar karşıtları da vardır. Çatalhöyük’te kullanılan bazı eşyaların lüks olmaları, bunların, sırdan bir ev içi üretimden kaynaklandığını düşünmeyi olanaksız kılmaktadır. Çatalhöyük’teki kazılar, son derece çeşitlenmiş bir zanaatkarlık ürünü ağaç veya cilalanmış taştan kapkacak, kemik veya hasırdan çeşitli eşyaların yanı sıra, dövme bakırdan veya nadide taşlardan üstün nitelikli kuyumculuk eserleri vermiştir. Çakmaktaşlarından veya obsidyenden imal edilmiş bazı hançerler olağanüstü niteliktedir.
Burada sorun, zanaatkar varlığının yerleşim yerini kent olarak nitelendirmeye yeterli olup olmadığıdır. Herhangi bir köyde ünlü bir usta zanaatkarın bulunması, tek başına, kentli toplumsal yapının varlığından söz edilmesine olanak vermez. Önemli olan, bulunan lüks eşyalarla kanıtlanan bir zanaatkar varlığı değil, bu gibi zanaatkarların sayısının yerleşim yerinin toplam nüfusuna oranıdır. Üstelik, uzmanlaşmış veya tam zamanlı zanaatkar kavramı da oldukça belirsizdir. Uzmanlaşmadan ne anlaşıldığı sorusu akla gelmektedir. Uzmanlaşmanın türü ve derecesi çok çeşitlilik gösterir. Hatta günümüze gelinceye kadar, “tam zamanlı” zanaatkar hiç var olamamıştır. Bu zanaatkarların tarım faaliyetlerine az çok katılmaları gerekmiştir.
Çatalhöyük’ün savunma sistemine gelince, aynı yöntemin kimi Kızılderili kabilelerinin köylerinde de benimsendiği bilinmektedir. Üstelik, sözü edilen kalıntılar savunma amaçlı bir kuleyi, bir sur altyapısını veya bir savunma hattını işaret etseler bile, surların kenti tanımlamada yeterli olup olmadıklarına ilişkin soru ortaya çıkmaktadır. Evler ve bir sur altyapısı tek başına bir kenti oluşturamamaktadır.
Çatalhöyük’ün durumu bu temelde incelenirse; Çatalhöyük, ününü çok iyi korunmuş olmasına borçluysa da, bu köyün ekonomisi, çağdaşı diğer yerleşim yerlerinden hiç de farklı değildir. Çatalhöyük’ün hiçbir yapısı komşularınınkinden daha büyük ve daha zengin değildir. Kazılmış alanda kollektif veya kamusal işlev gören herhangi bir yapıya rastlanmamıştır.
Çatalhöyük ekonomisi veya nüfusunun toplumsal yapısı hakkındaki bilgiler, bu yerleşim yerinin Neolitik Dönem sonunun diğer Yakındoğu köylerinden farklı kılar nitelikte değildir. Dolayısıyla, “ilk kentleri” bu denli erken dönemlerde aramak yanlış bir yaklaşım olacaktır.
Kentleşme, toplumsal örgütlenmesi köylerinkinden daha karmaşık bir durum alan yapıların yoğunlaşmasıdır. Bu karmaşıklık Neolitik Dönem’de zorunlu değildir. Bu çağın yerleşim yerlerindeki yapı dokusunda, sakinlerinin statülerinde bir hiyerarşiyi işaret edecek nitelikte kopukluklar saptanamamaktadır. Çatalhöyük’te ve diğer yerleşim yerlerinde, köy yapısı son derece eşitlikçi niteliğini sürdürmektedir. Verilerin incelenmesinden görüldüğü üzere, ne Eriha “dünyanın ilk kenti”dir ne de Çatalhöyük “dünyanın ilk sitelerinden biri”dir.
Çatalhöyük, bir “kent” değildir; belirli bir uzmanlaşma düzeyine ulaşmış, özellikle taştan ve obsidyenden alet yapımında ve ticaretinde oldukça geniş bir etki alanına sahip, özgün nitelikleri olan bir merkezi köydür.
KAYNAKÇA
AKTÜRE, Sevgi: Anadolu’da Bronz Çağı Kentleri, 2. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Ocak 1997
AKURGAL, Ekrem: Anadolu Kültür Tarihi, 3. Baskı, Ankara: TÜBİTAK, Nisan 1998
ASLANOĞLU, A. Rana: Kent, Kimlik ve Küreselleşme, Bursa: Asa Kitabevi, 1998
BAYBURTLUOĞLU, Cevdet: Arkeoloji, Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1982
HUOT, Jean-Louis, THALMANN, Jean-Paul ve VALBELLE, Dominique: Kentlerin Doğuşu, çev. Ali Bektaş Girgin, Ankara: İmge Kitabevi, Ağustos 2000
LLOYD, Seton: Türkiye’nin Tarihi, Bir Gezginin Gözüyle Anadolu Uygarlıkları, 10.Baskı, Ankara: TÜBİTAK, Ağustos 1998
SEVİN, Veli: Anadolu Arkeolojisi, Geliştirilmiş 2. Baskı, İstanbul: DER Yayınları, 1999
Aynı tartışma Çatalhöyük için de var: Çatalhöyük; köy müdür, kent midir? https://kaynaklarlatarih.blogspot.com.tr/2015/12/catalhoyuk-koy-mudur-kent-midir.html
YanıtlaSil