5 Aralık 2015 Cumartesi

Çokkültürcülük





08.Eylül.2006
Gülay Göktürk


Şahin Alpay'ın dünkü Zaman Gazetesi'nde yayınladığı "Çokkültürcülük tartışması" öteden beri hassas olduğum bir konuyu "kaşıdığı" için tartışmaya katılmadan duramazdım.

 Alpay yazısında Avrupa'da ve ABD'de bu kavram çerçevesinde yürüyen son tartışmaları aktarıyor. Çokkültürcülüğün tarihi olarak tekkültürcü (asimilasyonist) yani farklı etnik, dilsel ve dinsel kökenlerden yurttaşları tek bir kültür potasında eritme politikalarının toplumları bütünleştirmede gösterdiği başarısızlık karşısında, alternatif bir kültür politikası olarak ortaya çıktığını anlatıyor. Ancak son yıllarda Avrupa'da farklı kültürlerden gelen göçmenlerin, özellikle de Müslümanların toplumla bütünleştirilmesinde karşılaşılan sorunların kültür politikaları üzerine tartışmayı alevlendirdiğini söyledikten sonra, özetle bu tartışmaları aktarıyor. 

Öncelikle belirteyim, mesele zaten "çokkültürcülük" başlığıyla ortaya konduğu anda, hata yapılmış, "dava" kaybedilmiş demektir. Çok kültürlülüğü savunmak başka, "çokkültürcü" olmak başkadır çünkü. O yüzden ben de on yılı aşkın bir zamandır bir yandan farklı kimliklerin özgürce bir arada yaşamasını savunurken bir yandan da "çokkültürcülük" eğilimlerine karşı mücadele ediyorum. 

Nedir "çokkültürcülük" eğilimleri derken kastettiğim: Kimlikler üzerindeki baskılara karşı çıkalım derken başka bir uca savrulup bir kimlik fanatizmine düşmek, alt kimlikleri yüceltmek, dokunulmaz kılmak, yok olacaklar, eriyecekler diye ödü kopmak... Ve giderek, bütün insanların ırk dil din cinsiyet farkı gözetmeksizin eşit olduğunu temel değer olarak kabul etmiş toplumlarda birilerinin "daha eşit" olduğunu dayatmaya kalkmak; tarihi hınçların açısını böyle iltimas talepleriyle çıkartmaya çalışmak... Aradan geçen yıllar, bu tip endişelerin boş kuruntu olmadığını gösterdi ne yazık ki... 

Şimdi özelikle Avrupa "çokkültürcülük" politikalarının başarısızlığından yakınıyor. Farklı kimliklere yapılan aşırı vurgu, niyet ne olursa olsun, değişmezliğin ve donmuşluğun bir kez daha vurgulandığı, farklı gruplar arasındaki duvarların biraz daha kalınlaştığı ve herkesin biraz daha içe kapandığı bir dünya yaratıyor. Kimlik dediğimiz anda, kendimizin seçmediği, dolayısıyla değiştiremeyeceği bir özellikten, aşılmaz bir engelden söz ediyoruz. 

Farklı kimliklere böylesine sarılmak farklı grupları, cemaatleri kaynaştırmıyor, tersine içe kapanmalarına ve fanatikleşmelerine yol açıyor. Kimliği korumak baş amaç haline geldi mi, karşılıklı iletişimin ve alışverişin yerini içe kapanma, hasımlık ve düşmanlık alıyor. Hoşgörü... Evet, en iyi beklentimiz ancak hoşgörü olabiliyor, "çokkültürcü"lerin idealindeki dünyada... Hoşgörü, güçlünün "dediğim dedik" dayatmasına tercih edilir elbette. Ama bu kadarcık mıdır insanlığın gidebileceği yer? "Öteki"yi olduğu gibi kabul etme, değiştirmeye yeltenmeme ve ondan etkilenmeme vaadiyle yetinebilir miyiz? Bizim herkesin birbirini hoşgörmesine değil, herkesin birbirini anlamasına, yanlışını burnuna dayamasına, etkilemesine ve dönüştürmesine ihtiyacı var asıl... Farklı düşünen, farklı hisseden ve farklı yaşamak isteyen insanların "birbirlerini olduğu gibi kabul etme" kolaycılığına sapmadan, arada bir kavga dövüş ederek de olsa tartışmasına ve birbirini etkilemesine... 

Çokkültürcülük ve hoşgörü, "öteki"ne karşı duyguları nötrleştirmeyi öngörüyor. Oysa duygular ilelebet nötr kalamıyor. Bir arada oluş, zaman içinde kozmopolitizme doğru yol alıp pozitif duygular üretemezse, kabuk bağlayan yalnızlıklara ve negatif duygulara dönüşüyor. Dünyanın gidişatına baktığımızda, şu anda ikincisini görüyoruz ne yazık ki... İçinde doğdukları kozayı delip uçmak yerine, kendi elleriyle kat kat örmeye, sağlamlaştırmaya devam eden, sonunda da artık delip çıkamaz hale getirdikleri o kozalar içinde hapis hayatı yaşamaya mahkum olmuş insan toplulukları... Etnik topluluklar, dinler, cemaatler... Yeni kabilecilik çağı hepimize hayırlı olsun!




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder