14 Aralık 2015 Pazartesi

Osmanlı İmparatorluğu’nda para ve iktidar ilişkisi üzerine

 Mehmet Genç

 [Uzunca ama önemli bir yazıdır. Öğreticidir, düşündürücüdür.]

Osmanlı Devleti’ndeki “iktidar” sorunu ve bu arada özellikle iktidarın kaynağı ve meşruluğu gibi konular tarihçiler ve diğer sosyal bilimciler tarafından daha önce masaya yatırılmış olmakla birlikte, iktisat tarihçileri bu konuya fazla eğilmiş görünmemektedirler. Ben, bir iktisat tarihçisi olduğum için, konuyu bu açıdan ele almak istiyorum.

Önce kavramları kendi açımdan tanımlamak isterim. Bu konuşmada benim “para” dan kastım doğrudan doğruya zenginliktir, paralı olmaktır. “İktidar” ise kudrettir ve açıkçası en üst düzeydeki siyasal erktir. Osmanlı örneğinde siyasal erkin temsilcisi ise sultanın kendisidir. Biraz geniş bir yaklaşımla bunu sultan ve hanedan mensupları diye de ifade edebiliriz. İşte konuşmamızda bu iki kavram arasındaki ilişki sorgulanacak, yani iktidar ile para arasındaki sıkı bağlantı ortaya konmaya çalışılacaktır.



Bizim tezimiz şudur: Osmanlı’da iktidarın kaynağı paradır veya onun sağladığı güçtür. Bu görüş, sultanların iktidar olabilmek ve devleti yönetebilmek için zengin olmaları, birtakım varlıklara sahip olmaları gerektiğini ifade eder. Bu koşul diğer bütün koşullara öncelik arzeder ve bu unsurun yokluğu halinde saltanatı destekleyen diğer bütün unsurlar anlamsızlaşır ve iktidar olmaya yetmezler. Nitekim, konuya bu bakış açısıyla yaklaşıldığında, iktidarın kaynağı ve meşruiyetiyle ilgili olarak daha önce literatürde çok işlenmiş ve ön plana çıkarılmış olan kan bağı, dinsel temsil, hükümdarın kişisel gücü ve karizması ya da komutanlık yetenekleri gibi unsurlar geri plana atılmış olur. 


Elbetteki bunlar da son derece önemlidir, ama bize göre yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, iktidarın asıl kaynağı paradır. Dolayısıyla Osmanlı’da iktidarın kaynağına inmek için öncelikle mali sisteme ve mali kurumlara bakmak gerekmektedir. Osmanlı mali sisteminde “miri” hazine denen devlet hazinesinden ayrı olarak özel bir padişah hazinesi vardır. Sultanlar güçlerini esas itibariyle “iç hazine” veya “Enderun Hazinesi” denen bu kurumdan alırlar. Bu kurumun bir diğer adı da “Ceb-i Hümayun” dur. Bu isim, kurumun özellik ve niteliğini de ortaya koyar. Ceb-i Hümayun, devletin en üst mali yönetici ve sorumlusu olan Baş Defterdarın bile tamamen yetki alanının dışında oluşmuş çok güçlü ve çok mahrem bir kurumdur. Bize göre, eğer bu iç hazine ve onun sağladığı olanaklar padişahların ellerinde olmasaydı, onların iktidar olmaları ve hele iktidarlarını sürdürebilmeleri mümkün olamazdı. Ancak, hemen belirtelim ki sultanlar, kendilerine iktidar sağlayan bu çok özel hazinenin yanı sıra mali sistemin diğer kurumlarını da bu egemenliği pekiştirecek bir organizasyona tabi tutmuşlardır. Dolayısıyla, mali sistemin ve bu arada özellikle iç hazinenin yüzyıllar boyunca devam eden serüveninin yakından izlenmesi, Osmanlı’daki iktidar savaşıyla ilgili ipuçlarını da ortaya koyacaktır. Zaman içinde sultanların yetkilerinin artması veya azalması, bir başka ifadeyle siyasal sistemdeki dönüşümler, öncelikle saltanatın doğrudan kendi kontrolünde olan mali kaynakların artıp azalmasıyla doğru orantılıdır.


Mali olanakların ve siyasal iktidarın paylaşımı

Osmanlı devlet sistemi incelendiğinde, mali olanakların paylaşımı ile siyasal iktidarın paylaşımı arasındaki bağlantılar dikkat çekicidir. İktidarın somut ifadesi askeri gücün kontrolü demek olduğundan, bu sistem içerisinde askeriyenin finansmanı sorunu fevkalade önem taşır. Osmanlı sisteminde tüm ülke tanım gereği “mülk-i şahane” olarak ifade edilirse de uygulamada ikili bir ayırım göze çarpar. Bu ikili ayırım gelirler açısından da kendini gösterir. Nitekim ülke gelirlerinin bir bölümü “havass-ı hümayun” u oluştururken, diğer bölüm “havass-ı vüzera” diye adlandırılır. Havass-ı hümayun gelirleri Hazine-i Amire adı verilen merkezdeki miri hazineye girerken, havass-ı vüzera denen alanın gelirleri bölgenin idari ve askeri yöneticilerine tahsis edilerek,tımar sistemi gereği, hazine dışında kalır. Bu ikili mali yapı, ikili bir askeri yapıyı da kendiğinden ortaya çıkarır. Nitekim, merkezde havass-ı hümayun gelirleri ile Kapukulu Ocakları denen ücretli ve daimi bir hassa ordusu ( royal army ) finanse edilirken, taşrada yerel yöneticiler ellerindeki mali olanaklarla eyalet askerlerini finanse ederler. Böylece siyasal erkin bir bölümü taşradaki valilere delege edilmiş olur.

Böyle bir yapılanmada en ilginç nokta, merkezdeki ordunun “hassa” olarak nitelenmesine rağmen, giderlerinin hassa hazinesi durumundaki iç hazineden değil de “miri” ( devlet ) diye nitelenen Hazine-i Amire’den karşılanmasıdır. Üstelik Hazine-i Amire sadece padişah askerinin maaşlarını ödemekle kalmaz ayrıca sarayın her türlü giderini de finanse eder. Böyle bir tablo içerisinde ceb-i hümayun adlı hazinenin konumu ve önemi de kendiliğinden ortaya çıkar. Demek ki Hazine-i Amire’nin varlığı ve asker maaşlarının bu hazinece ödenmesi sultanların kendilerini güvencede hissetmeleri ve iktidarlarını sürdürmeleri için yeterli değildir. Onların iktidar olabilmeleri için adeta bir örtülü ödenek şeklinde, kimseye hesap vermeyecekleri ayrı bir mali olanağa ihtiyaçları vardır. 


Gerçekten iç hazine hesapları çok mahremdir ve bu hesaplar defterdarların ve dolayısıyla mali bürokrasinin ilgi alanının dışında tutulmuştur. Keza bu hesapların dökümleri ve sonuçları da miri hazine hesapları gibi belli zaman aralıklarıyla dışarıya da açıklanmamıştır. Padişahlar iç hazinenin muhafazasını ve hesaplarının yönetimini en yakın sırdaşı olan görevlilere emanet etmiş ve bu kaynakları ve onlara ilişkin hesap dökümlerini sarayın en güvenilir yeri olan harem-i hümayunda saklamışlardır. Dolayısıyla, devlet arşivlerinde araştırmalar yapan bugünün araştırıcıları için bu gizli kayıtları bulmak ve bu hazinenin zaman içindeki gelir gider durumunu izlemek hiç de kolay bir iş değildir. Ama, bazı vesilelerle dışarıya yansıyan bilgiler ve uygulamalar bu hazinenin gücü ve mahiyeti hakkında, dolaylı da olsa, önemli ipuçları ortaya koyabilmektedir.


Hükümdarın kişisel serveti ve siyasal güç

İç hazinenin Osmanlı sistemindeki yerini değerlendirebilmek için kuşkusuz özellikle 16. yüzyıl sonrasındaki dönemlere bakmak lazımdır. Bu açıdan en anlamlı dönem 16-18. yüzyıllar arasıdır. Zira, 16. yüzyıl öncesinde henüz kurumlar yerli yerine oturmamış ve mahiyetleri netleşmemiştir. 19. yüzyıl ise iç hazine açısından değişimlerin gündeme geldiği yeni bir dönemin başlangıcıdır. Ancak, henüz iç hazinenin bir kurum olarak tam belirginleşmediği erken yıllarda bile, hükümdarın kişisel serveti ile siyasal güç arasındaki bağlantılar yakalanabilmektedir. Nitekim, Aşıkpaşazade Tarihi’ne bakıldığında görülür ki, devletin kurucusu olan Osman Gazi sadece kılıcı keskin bir bahadır olmayıp, ona babasından kalan önemli miktarda davar sürüleri ve atlar vardır. Bu sürüler, yeşil Bursa ovalarında daha da büyüyerek imparatorluğun sonuna dek Osman Gazi’nin torunlarınca korunmuştur. Cumhuriyet döneminin meşhur Karacabey harası aslında kökü çok eskilere inen bir padişah çiftliği olup, imparatorluk günlerinin çok sayıdaki diğer padişah çiftliklerine bir örnektir.

İç hazinenin gelir kaynakları 15. yüzyıldan sonra genişlemiş ve artmıştır. Aslında tüm ülke padişahın mülkü sayılmasına rağmen, bir noktadan sonra “kişisel” olanla “miri” olan ayrışmış ve “havass-ı hümayun” dan ayrı olarak padişah hasları ve çiftlikleri oluşmaya başlamıştır. Bu özel alanlar (ya da gelir kaynakları) sadece padişahın şahsı ile sınırlı kalmamış ve hanedan ailesinin diğer fertleri de bu süreçten nasiplenmişlerdir. Osmanlı sisteminde padişah ile devlet iç içe geçmiş görünmekle birlikte, bir noktadan sonra padişahların kendilerini devletin dışında ve üzerinde ayrı bir yere yerleştirdikleri kolayca belli olmaktadır. Çünkü ülkede oluşan her türlü vergi ve benzeri fiskal gelirlerin bir bölümü devlet hazinesine değil de doğrudan iç hazineye aktarılmaya başlanmıştır. Bu gelirlerin başında muhakkak ki padişah haslarından sağlanan vergiler vardı. Ancak, kaynaklar bununla sınırlı kalmamış ve Mısır gibi bazı özel eyaletlerin gelirleri de doğrudan Enderun’a alınmaya başlanmıştır. Bazı haraç ödemeleri veya savaş tazminatlarının da iç hazineyi beslediği bilinmektedir. Avaid ve caize adı verilen ödemeler de padişahlara yapılmaktaydı. Müsaderelerden elde edilen gelirler de iç hazineyi besleyen bir diğer kaynaktı.


Sultanlar çeşitli kaynaklarla zenginleşen ve büyüyen iç hazine olanaklarını korumak ve daraltmamak için büyük özen gösterdiler. Ancak, devletin başındaki insanlar olarak bu büyük mali kaynağı tamamen “kişisel” sayarak kendilerine ayırmaları ve kendilerini devletin mali sorunlarından soyutlamaları da mümkün olamazdı. Nitekim, örneğin her padişah değişiminde askere dağıtılan “cülus bahşişleri” nin de Hazine-i Amire’ye ödettirilmesi yakışık almazdı. Keza, savaşlarda başarı gösterenlerin padişahça ödüllendirilmesi veya askerleri teşvik için ikramiye şeklinde maaş dışı bazı ödemelerin yapılması da sultanların ellerini kendi ceplerine sokmalarını gerektirmekteydi. Ancak, bu gibi “adet üzere olan” ödemeler dışında sultanlar iç hazine olanaklarını dış hazine hesaplarından ayrı tutmaya hep özen gösterdiler ve tabir caizse devletin mali sıkıntılarını son raddeye kadar kendi mali sıkıntıları gibi algılamamayı yeğlediler.


Ne var ki, 16. yüzyılın son çeyreğine girerken Osmanlı İmparatorluğu Batı’dan kaynaklanan ve büyük Fiyat Devrimi denen enflasyonist hareketin dalgasına yakalandı ve bu tarihten itibaren Osmanlı’nın parasal ve mali dengeleri bozuldu. Artık Osmanlı mali tarihinde yeni bir dönem başlıyordu. Bu dönemde Hazine-i Amire’nin yıllık “bütçe” leri açık vermeye başlıyor ve defterdarlar giderek bu açıkları kapatmakta zorlanıyordu. Bu zorlu süreç, dönemsel iniş çıkışlarla daha sonraki yüzyıllarda da devam etti. Kronik bütçe açıklarıyla karşılaşan ve asker maaşlarının ödenmesinde zorlanan defterdarlar, önce kendilerince bazı parasal ve mali önlemler almaya çalıştılar. Ancak bütün bu gibi önlemler yapısal bir değişiklik getirmediği için sorunların kökten çözümünü sağlayamadı. Artık defterdarların sarayın kapısını çalmaktan başka çareleri kalmamıştı. Öyle yaptılar ve sultandan yardım istediler. İşte bu noktada padişahların tutumu ilginçtir: Padişahlar gerekli parasal yardımda bulundular ama hem bunu adeta istemeye istemeye yaptılar, para isteyen defterdarları azarlayarak Hazine’nin daha iyi idare edilmesini ve bu gibi başvuruların tekerrür etmemesini istediler, hem de verilen paraların borç olduğunun altını çizdiler. Vak’anüvis tarihlerinin sayfalarına ve bazı arşiv belgelerine yansıyan bu gibi olaylar sultanların defterdarlara kesenin ağzını açmada fevkalade nekes davrandıklarını ortaya koymaktadır. Kısacası sultanlar, en hayati zamanlarda ve konularda bile kendi kişisel servetlerini korumayı ve hiç olmazsa onu azaltmamayı bilinçli bir politika olarak sürdürdüler. Çünkü biliyorlardı ki padişahlık statüsü içinde güçlü bir iktidarın devam edebilmesi için güçlü bir iç hazinenin varlığı da şarttır.


Sultanların mali gücünü pekiştiren ve güvence altına alan mekanizmalar

Sultanların elindeki bu büyük mali güç, çağının değer yargıları ve hukuk sistematiği içerisinde meşrulaştırılmış ve bunun yanı sıra bu gücü güvenceye alacak mekanizmalar da kurulmuştu. Örneğin daha önce değinilen tımar rejimi, taşra kaynaklarını yerel güçlere tahsis etmekle bu mekanizmanın önemli ayaklarından birini oluşturmaktaydı. Böylece merkezle taşra arasında mali ve askeri nitelikli zahiri bir denge kurulmuş ama sultan gerek Kapukulu Ocakları ve gerekse İç Hazine’nin varlığı sayesinde bu dengeyi her an kendi lehine işletecek bir ağırlığı da elinde tutmuştu. Burada İç Hazine’nin önemi ve rolü açıktır. 

Kapukullarına gelince: Bunlar saltanatı koruyan ve devamını sağlayan en önemli kurumlardan biriydi. Devşirme kökenli olan kullar imparatorluğun en gözetilen kesimiydi. Kendilerine maaş ödeniyor, ellerine silah veriliyordu. Bazıları ise üst düzey yönetici olarak devlete hizmet ediyordu. Ama kökenleri nedeniyle kul aslından olanların padişaha alternatif olmaları mümkün değildi. Öte yandan müsadere uygulaması kul aslından olan zengin paşaların servetlerini törpülüyor ve bu kaynakların yeniden iç hazineye aktarılmasına olanak veriyordu. Müsadereden elde edilen gelirlerin sultanlarca yeni gözdelere aktarılmasıyla sistemin yeniden üretimi de mümkün olmaktaydı. 


Gerek doğrudan padişahın ve gerekse hanedan mensuplarının kişisel servetlerinin meşrulaştırılıp korunmasını sağlayan bir diğer mekanizma da vakıflardı. Bilindiği üzere imparatorlukta en önemli vakıf grubunu selatin evkafı (sultan vakıfları) oluşturmaktaydı. Bu vakıflar sayesinde cami, medrese, han, hamam, kervansaray, imarethane, hastane vs gibi kamusal nitelikli birçok eser yaratılmakta ve böylece o dönemin mali anlayışı gereği devlet bütçesinden finanse edilmeyen birçok kamu kuruluşunun bu yoldan yani padişah ve yakınlarının kişisel servetleri sayesinde yapılması sağlanmaktaydı. Bu eserler yaratılırken vakıf sahibi açısından belki temel amacın özünde yine kişisel nitelikli bir saik (dinsel inanç ve duyguların tatmini ) yatmaktaydı ama bu eserlerin ortaya çıkması kamusal bir ihtiyaca cevap veriyor ve böylece servetlerin meşrulaştırılmasında da bu mekanizma önemli bir işlev görüyordu.


Burada belki temliklere de değinmek yerinde olur. Bilindiği üzere temlik sultanların bazı arazileri özel kimselere mülk olarak vermesidir. Böyle bir işlem aslında miri arazi rejiminin ruh ve kurallarına aykırıdır, ancak temliklerin de böyle bir yapılanmada önemli bir işlevi olduğunu görmek gerekir. Şöyle ki: Temlikler sultanların kullarına bir ihsan aracı olarak hem bir güç göstergesi, hem de bazı güç odaklarını tatmin edip yatıştıracak bir kaynak aktarımıdır. Her yeni sultan selefinin bu gibi tasarruflarını tanımayıp geri alma hakkını elinde tutmuştur. Ne var ki vakıf kurumu burada temliklerden nasiplenenlerin imdadına yetişmiş ve onlar bu sahaları vakfa dönüştürerek bir dokunulmazlık zırhının arkasına saklanmışlardır. Bu yoldan oluşan vakıf eserlerden de, aynen sultan vakıflarında olduğu gibi, toplumun dolaylı da olsa bir yarar sağladığı söylenebilir.


İktidara ortaklık sürecinin başlaması ve ilk sonuçları

İç Hazine’yi merkez alarak yazılacak bir Osmanlı Tarihi’nin çok anlamlı ve berrak sonuçlar ortaya koyacağı açıkça görülmektedir. Bu hazinenin zayıflaması ve daralması, Osmanlı’da iktidarın niteliği ve değişimi hakkında da önemli ipuçları verecektir. Aslında Osmanlı hanedanının serüveni ile Batı’daki benzerleri arasında önemli farklar olmadığı da görülür. Nitekim, örneğin 1648 İngiliz Devrimi veya 1789 Fransız Devrimi acaba sadece kralların siyasal gücünün sınırlanması olayından mı ibarettir, yoksa bunun arkasında kralların mali olanaklarıyla ilgili başka bir süreç de mi vardır? Osmanlı Devleti’nde padişah hazinesinin miri hazine lehine daralarak küçülmesi ve zayıflaması 17. yüzyıldan başlayarak Tanzimat’a kadar ( 1839) uzanan geniş bir zaman dilimine yayılır. Bu sürecin başlarında sultanların miri hazineye destek ve katkıları hep geçici gibi yorumlanmış ama sonu gelmeyen mali krizler nedeniyle sultanların fedakarlıkları daimi ve geri dönülmez bir nitelik kazanır olmuştur. Buna en güzel örneklerden biri Mısır irsaliyesi denen Mısır eyaleti geliridir. Nitekim aslında Enderun’a gönderilen bu gelir, mali krizler nedeniyle hep miri hazine kalemleri arasına katılır olmuştur. Müsadere gelirlerinin de defterdarların emrine tahsis edilerek maaş ödemelerindeki eksikleri tamamlamada kullanıldıklarını görmekteyiz. Savaş dönemlerinde ise sultanların miri hazineye katkı ve yardımları daha da zorunlu bir hal almıştır. Hatta böyle dönemlerde imdadiyye adlı özel vergiler toplanmış ve liste başlarına valide sultan, kızkardeşler vs gibi hanedan mensupları da dahil edilmiştir. En sonunda, 18. yüzyılın ikinci yarısından sonra, vakıflardan sağlanan kaynakların bile devlet giderleri için kullanılmasını sağlayan mali/ hukuki mekanizmalar bulunmuştur.

19. yüzyıl geldiğinde, geride bırakılan olumsuz yıllara rağmen İç Hazine yine de oldukça büyük olmalıydı. Ancak, bu yeni dönemde ülke kaynaklarının yeniden değerlendirilip bölüşümüne gidilirken, artık hanedanın değil de mirinin gözetildiği de bir gerçektir. Nitekim Selim III ile birlikte yeni merkezi devlet hazineleri ortaya çıkmış ve böylece bunlara aktarılan yeni kaynaklarla mirinin toplam içindeki payı nisbi olarak artmıştır. İç hazine olanaklarının devlet hazinesine aktarılmasında en büyük fedakarlığı yapanlardan biri de Mahmud II dir. Bu padişah Asakir-i Mansure adlı yeni ve büyük bir ordu kurulurken, bu ordunun finansmanıyla ilgilenecek olan Mansure Hazinesi için kendi cebinden şaşılacak derecede büyük meblağlar aktarmış, ancak bunu yapmadan önce hem defalarca defterdarın kendisine yalvarması gerekmiş hem de “bende de yok” gibi cevaplar vermiştir. Bu olay, zayıflamış haliyle bile, sultanların ne kadar büyük bir kişisel mali gücü kendi ellerinde tuttuklarının göstergesidir. Başta da söylediğimiz gibi bu mali güç siyasal gücün de en önemli dayanağını oluşturmaktaydı. Bu mali gücün törpülenmesi sultanların siyasal yetkilerinde de erozyona yol açacaktır.


Tanzimat’tan sonraki yeni dönem

Tanzimat’ın ilanı ile birlikte Osmanlı’nın hem mali hem de siyasal tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Zira Tanzimat sırasında devlet yeniden yapılanırken, sultanların mali olanakları daraltılmış, buna karşılık devletin merkezi hazinesi büyümüştür. Bu dönemde artık sultanlar ve bu arada hanedan mensupları merkezi devlet bütçesinden maaş alan görevliler haline dönüşmüşlerdir. Tabii bu yeni gelişme, sultanların birden her türlü birikimlerinin ve özel mülklerinin tükendiği ve sıfırlandığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Ancak Tanzimat sonrasında artık eski İç Hazine yoktur. Tanzimat sonrası dönem geleneksel yapının tasfiye edilerek modern devlete geçişi ifade eden bir sancılı süreçtir. Bu süreçte hanedan önemsizleşirken merkezi devletin ve genişleyen bürokrasinin temsilcisi halinde Bab-ı Ali öne çıkmıştır. Artık iktidarda sultanlar değil Bab-ı Ali vardır. Tanzimat döneminin devleti, paradoksal biçimde, aslında Kanuni döneminin devletinden daha güçlüdür. Buna karşın 16. yüzyılın sultanları Tanzimat sultanlarından hem daha zengin hem daha muktedirdirler

Osmanlı iltizam rejimi ve değişmeleri *
Devlet için vergilendirmenin, şematik olarak ifade edersek, başlıca iki metodu vardır. Bugün hemen her ülkede görüldüğü üzere maaşlı memurlarla vergilendirme yapılabilir; yahut vergilendirme işi özel teşebbüs olarak faaliyette bulunan şahıslara belirli şartlarda devredilebilir. Bu iki metod, devletin vergilendirmede kullanabileceği mekânizmaların iki ideal şematik kutbudur. Tarih içinde bu iki kutup arasında değişik dozlarda kombinasyonlar her zaman için mümkün ve mevcut olmuştur.

Osmanlılar emanet ve iltizam usulleri diye adlandırdıkları bu metodların her ikisini de kullanmışlardır. Ancak başlangıçtan itibaren iltizamı giderek belirginleşen şekilde emanete tercih etmişler ve bu tercihlerini XIX. yüzyılın ortalarına kadar pek değiştirmemişlerdir. Tanzimat’tan itibaren tercih istikameti emanetin lehine değişmekle birlikte, iltizam tam olarak tasfiye edilemeden imparatorluğun sonuna kadar yaşamaya devam etmiş ve Osmanlı düzeninin yaşıtı sayılabilecek nadir kurumlardan biri olma niteliğini kazanmıştır.


İltizamın Osmanlı dünyasında ne zaman başladığını tam olarak bilemiyoruz. Uygulamasına ait ilk örnekleri ile XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren karşılaşıyoruz. Ama bu örnekler dikkatle incelendiği zaman, oldukça gelişmiş ve yerleşmiş terminoloji ve mekânizmaları ile çok daha önceden başlamış olduğuna hükmetmek gerekir. Başlangıcının tam olarak belirlenememesi, sadece kaynakların yetersizliğinden çok, Osmanlı sisteminin mantığından kaynaklanan daha genel ve şumullü bir sebebe bağlanabilir.


Gerçekten Osmanlı sisteminin temel denebilecek tımar, devşirme, malikâne, para vakıfları, yed-i vahid, ayânlık vb. kurumlarının pek çoğunun ne doğdukları, ne de sona erdikleri tarihleri netlikle tespit etmek çok kere imkânsızdır. İmkânsızlık, kaynak yetersizliğinden çok, Osmanlı sisteminin pragmatik, esnek ve âdeta deneme yanılma metodu ile kurumlarını oluşturmasından ve bir kere oluşturduktan sonra çok yavaş değiştirmesinden kaynaklanan bir özellik olarak kaydedilmelidir. İltizam da aynı özelliği paylaşır. Binaenaleyh onun, yalnız doğum tarihini değil, belli başlı değişme merhalelerine ve bitişine ait kesin kronolojik çerçeveler belirlemek de oldukça zordur. Bu sebepten onu, uzun tarihi boyunca âdeta kesintisiz akışına ait inhinaların az çok belirgin hale geldikleri dönemleri teşhise çalışan bir özetleme ile yetinmemiz gerekecektir.


İltizamın temel unsurları

İltizamı, Osmanlı tarihi boyunca geçirdiği çeşitli değişmelerin içinden leitmotiv niteliğindeki ana hatlarını ayıklayarak, genel bir model halinde şöyle tanımlamak mümkündür: Genellikle belirli bir mekânla sınırlı, kanunî ve/veya şer’î vergi unsurlarından oluşan birer malî birimi ifade eden mukataaları vergilendirmenin, rekabete açık, ekseriya açık artırma ile belirlenen ve bir bölümü peşin ödenmesi talep edilen belirli birer yıllık bedel karşılığında, kârı ve zararı kendine ait olmak üzere kabul edecek mültezimlere sınırlı bir süre için, güvenilir bir kefaletle devredilmesidir.

Mültezimlerin bir sosyal grup olarak kimlikleri, aralarındaki rekabetin derecesi ve niteliği, kefillerle ilişkileri, vergilendirme hakkının süresi, ödenecek bedellerin ve peşinlerinin belirlenmesi ve ödeme şekilleri bakımından iltizam sektörü, uzun tarihi boyunca büyük değişmelere sahne olmakla birlikte bu modelin temel unsurları, yani sınırlı sürelerle, rekabet içinde oluşan ve bir bölümü peşin ödenmesi gereken belirli bir yıllık bedel ve kefaletten oluşan iskeleti değişmeden kalmıştır.


Mültezimler arasındaki rekabet bazen açık ve net, bazen dolaylı ve görünmez kalmış, ama daima var olmuştur. Şahıs veya ortaklık olarak faaliyet gösteren mültezimler sivil sektörden reaya, hatta yabancı yahut askerî zümre mensubu olabilir. İltizamda bir peşin ödeme, hazinenin ihtiyacına ve mültezimlerin rekabet derecesine göre iltizam bedeline oranları değişse de, daima vardır. İltizamda süreler uzamış/kısalmış, fiilen birkaç günden 10-15 yıla, hatta mültezimin ömrünün sonuna kadar uzayabilmiş, ama daima sınırlı kalmıştır. XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ber vech-i teb’id, yani ebedî kaydıyla verilenlerde, daha sonra XVIII. yüzyılda ömür boyu (kayd-ı hayat) şartıyla verilen malikâne türü iltizamlarda da belirli veya belirsiz, ama her zaman için sınırlı ve sonlu kalan bir süre söz konusudur. 


Mirasla intikal yok denecek derecededir. Modelin önemli bir unsuru da kefalettir. Başlangıçta her mültezim, büyük çoğunluğu mukataanın bulunduğu bölgede yerleşmiş küçük sermaye sahiplerinden oluşan bir kefil grubuna dayanıyordu. Aynı kefilin başka mukataa veya mültezime destek vermesine müsaade edilmezdi. XV-XVI. yüzyılların bu amorf kefiller topluluğu giderek uzmanlaşan ve büyük merkezlerde, özellikle en büyük çoğunluğu İstanbul’da yoğunlaşan bir kredi kurumu halinde örgütlenmiş sarraflara dönüştü.


Bu değişimi XVIII. yüzyıldan itibaren giderek netleşen bir şekilde müşahade ediyoruz. Kredi veren durumundaki kefiller, iltizam kârlarından her zaman açık veya gizli bir pay da alıyorlardı. Bu payların niteliğini XVIII. yüzyıldan itibaren sarraflarda temerküz eden süreç içinde oldukça net şekilde takip edebiliyoruz. İltizamın temel unsurlarından oluşan modelin zaman içindeki değişmelerine de çok kısa olarak temas eden bu girişten sonra makro düzeyde uzun vâdeli değişmeleri de kısaca gözden geçirmek gerekir.


Başlangıç dönemini XV. yüzyılın ikinci yarısından geriye götüremediğimiz iltizam metodu, XVI. yüzyılın başlarından itibaren hızlı bir genişleme trendi içine girmiştir. Bu dönemde maliyenin binlerce mukataadan oluşan vergi kalemleri yalnız İstanbul’da değil, aynı zamanda her mukataanın bulunduğu bölgede sürekli bir rekabet içinde tutulan taliplerin kadıya, yahut mahallin en büyük maliye yetkilisine (defterdar, muhassıl, vs.) yaptıkları başvuru ile muamele başlardı. Aday bu başvuruda ödeyeceği meblağı, ne kadarını peşin ödeyeceğini, kefillerine ait liste ile her kefilin taahhüt ettiği meblağı ve kabulünü istediği diğer şartları belirtirdi. En uygun şartlarda en yüksek meblağı teklif eden adayın vergilendirmeyi başarabilecek ve teklif ettiği meblağı ödemeye yetecek malî gücünü tespit ettikten sonra kadı, kefillerin de taahhüt ettikleri kefalet meblağını ödeme gücüne sahip olup olmadıklarını belirlemek üzere evlerine kadar giderek bizzat müşahade edip, güvenilir şahitlerin de ifadeleri ile kaydettikten sonra arz tezkeresini hazırlar ve merkeze yollardı. İstanbul’da da gerekli incelemeler yapıldıktan sonra teklif kabule şayan görünürse iltizam mukavelesi oluşmuş sayılır ve bütün bu verileri ihtiva eden bir berat hazırlanarak gönderilirdi. Ondan sonra mültezim vergilendirme işine başlayabilirdi. 


Bu dönemde iltizama reaya veya askerî, müslüman veya gayr-i müslim, hatta yerli veya yabancı herkes katılabilirdi. Mukavele tahvil denilen ekseriya üç yıllık bir süre için yapılırdı. Ama çok kere birkaç tahvil için 9, hatta 12-15 yıla kadar uzayan süreyi kapsayabilir ve bu, verilen beratta açıkça belirtilirdi. Ancak devlet, harcamalarını normal olarak yıllık periyodlarla yaptığı için mültezimin de mukavelede belirlenen süre ne olursa olsun, her yıl için kıstelyevm adı verilen, yani sürenin bütünü için belirlenen meblağdan her yıla isabet eden kısmının ayrı ayrı hesabını kapatması gerekirdi. 


Mültezim çok kere ödeyeceği meblağın bir yıllığına isabet eden kısımının, genellikle yüzde 5 ile yüzde 50’si arasında değişen bir bölümünü bir nevi kefalet akçesi niteliğinde, hazineye peşin olarak öderdi. Peşin olarak yatırılan bu meblağ, yıllık kıstelyevm hesaplarına dahil edilmeden hazinede bekletilir ve ancak mukavele döneminin bitiminde hesaba katılırdı. Bu, mültezimin hazineye verdiği bir nevi faizsiz kredi demekti. Asgari 3 yıldan başlayarak 9, hatta 15 yıla kadar uzayabilen süre için yapılan mukavelede, tarafların uyması bakımından tam bir simetri, tahmin edilebileceği gibi, mevcut değildi. Devlet, fiskalist niteliğine uygun olarak, müzayedeyi sürekli açık tutardı. Talipler daha yüksek bir meblağ teklifi ile mahallinde, yahut İstanbul’da her zaman için başvurabilirlerdi. Daha yüksek teklifi aldığı anda hazine, mukaveleyi hemen değiştirme hakkına sahipti. Eski mültezim bu yeni meblağı kabul ederse mukavelesi yenilenirdi; ama kabul etmediği takdirde mukavele bozulur ve mukataa yeni talibe devredilirdi. Eski mültezim kaç gün veya ay vergilendirme yapmışsa o süreye ait kıstelyevm hesabı yapılırdı. Mukavele fiilen bittiği için yatırmış olduğu peşin de bu hesabın içinde yer alır, eğer kıstelyevmi aşıyorsa fazlası kendisine iade edilirdi.


Hızlı gelişme trendi

Nazarî olarak 3 ile 15 yıl arasında tasarlanan mukavele süreleri XVI. yüzyıl boyunca fiilen çok daha kısa olarak gerçekleşti. Toplumun bütün kesimlerine, hatta yabancılara da açık tutulan yoğun rekabet ortamında mukavele süreleri kısalırken, iltizam bedelleri de tırmanarak yükseldi ve iltizam sektörü hızla genişledi. Bu rekabet ikliminde emanet usulü de silinme derecesinde daraldı. Bu tarihten itibaren XIX. yüzyılın ortalarına. kadar emanet usulü giderek çok nadir hallerde, ya ilk defa tesis edilen bir mukataa için müzayedeye esas alınacak gelir kapasitesini belirlemek gerektiği veya iltizamla almaya istekli ve gereken düzeyde meblağı ödemeye razı mültezimler bulunamadığı, yahut da iltizama verildiği halde mukavele süresi içinde fevkalade değişmeler sonucu mukataanın gelirinde büyük ölçüde azalma beklendiği için mültezimin işi bırakmak zorunda kaldığı durumlarda geçici olarak başvurulan istisnaî bir metod haline gelmeye başladı. 

Emanet usulünün iltizamla rekabet edemediği için ortadan kalktığı muhakkaktır. Zira iltizam emanetle kıyaslanamayacak kadar az masraf ve küçük bir bürokrat kadro ile azami vergilendirme imkânı sağlıyordu. Vergilendirmenin maliyeti, yalnız devlet açısından değil, ekonomi açısından da emanete oranla hissedilir ölçüde düşük görünüyordu. Riski yüklenerek kârı ve zararı kendine ait olacak bir vergilendirmede mümkün olduğu kadar az harcama yaparak azamî geliri elde etme motifi ile hareket eden mültezimin bu işi, maaşla görevlendirilmiş olan memur eminlerden daha etkili şekilde başaracağından ve ekonomi üzerinde aynı vergi hacmine ulaşmak için, emanete göre çok daha düşük bir kaynak yükü bindireceğine şüphe yoktur. Kısacası, vergilendirmenin hem malî hem de iktisadî maliyeti bakımından emanet usulünden daha rantabl ve etkin olduğunu ampirik olarak müşahade ettikleri için, Osmanlı otoriteleri başlangıçtan beri iltizamı tercih ettiler ve sahasını giderek genişlettiler.


Rekabetin şeklinde ve mültezim grubunda değişmeler

Bununla birlikte iltizam usulü devlet ile ekonomi arasındaki malî bağlantıyı kurma mekânizması olarak her ikisinin aleyhine işleyebilecek potansiyel eğilimleri de içinde taşıyordu. Uzun tarihi boyunca iltizam usulünün hem teknik organizasyon şekli hem de sosyal kompozisyonu bakımından gösterdiği değişme, bu eğilimler ile ona karşı alınan çeşitli önlemlerin ve karşı eğilimlerin bir bileşkesidir. İltizamın, ekonomi ve/veya devlet maliyesi aleyhine işlemesini önlemeye matuf mücadelelerin hiçbiri onun yerine rakibi olan emaneti ikame etmemiş, yine iltizamın değişik şekillerine vücut vermekle sonuçlanmıştır. Çünkü iltizam usulü, çağın iktisadî şartları içinde, rantabiliteden de önemli vazgeçilmez görünen iki avantaja sahipti: Hazine için gelirleri mevsimlik, hatta konjonktürel dalgalanmalardan koruyucu nitelikte olmak üzere, hem önceden görme imkânı sağlıyordu hem de iç borcun başlıca kaynağı fonksiyonunu görüyordu. Bir yandan bu vazgeçilmez avantajlarından artan ölçüde yararlanma, diğer yandan muhtemel mahsurlarından mümkün olduğu kadar korunma istikametlerinde bazen birbirine zıt, bazen de birbirini tamamlayan tedbir ve mücadelelerin kompleks yumağı, iltizam usulünün asırlar süren istihalelerden geçmesinin temel dinamizmini oluşturmuştur.

Vergi gelirlerinin hazineye intikal edecek bölümünün belirlenmesi üzerindeki mücadele ve tedbirler bu istihaleyi etkileyen faktörlerin başında yer alır. Bu bölümün azamiye çıkarılması, maliyenin motiflerinin de başındadır. Mültezimler arası rekabet ne kadar iyi işlerse, hazineye intikal eden bölüm de o derecede yüksek olur. Rekabetin işleme derecesini iltizam bedellerinin zaman içindeki seyri kısmen yansıtır. XV. ve XVI. yüzyıllara ait rakamlar rekabetin az çok iyi işlediğini düşündürecek niteliktedir. Ama aynı rakamlar XVII. yüzyıldan itibaren donmaya doğru bir trend içine girerler. Rekabetin azalmış olduğunu düşündüren bu durgun görüntünün arkasına baktığımız zaman görünen ilk manzara, iltizamların yavaş yavaş askerî zümre mensuplarının eline geçmiş bulunmasıdır.


XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren askerî zümrenin hızlanan çoğalması, artan masraflar ve bütçe açıklarını getirmiştir. Bütçe açıklarının başlıca etkisi, bu dönemde artan enflasyona göre düşük kalmış olan maaşların zamanında ve tam olarak ödenememesinde toplanıyordu. Sayısı artan askerî zümre mensupları, reel olarak düşük kalan maaşlarını, vaktinde ve tam olarak alamama tehlikesiyle karşılaştıkları zaman, yaptıkları arasında (esnaflık ve ticarete girme, isyan etme vs. dışında) iltizam sektörüne yoğun şekilde girmeleri de çok belirgindir. Devlet de buna karşı koymak yerine bir tehlikeden kurtulmayı sağlayacağı için yardımcı oldu.


Askerî zümre mensupları başlangıçtan beri iltizam sektöründe çoğunlukta idiler. Ancak XVI. yüzyılın sonlarından itibaren maaşlarını zamanında ve tam olarak almayı garanti etme motifi ile iltizam sektörüne daha büyük çapta yönelmeleri, bu çoğunluğu hızla arttırdı. Sektörün tümü ile askerî zümre mensuplarına inhisar etmeye başlaması XVII. yüzyılın başlarından itibaren giderek hızlandı ve süreç 1650’lerde aşağı yukarı tamamlandı. İltizam sektöründe daha önce sayıları az olmayan gayr-i müslimlerin XVII. yüzyılın ortalarından sonra hemen hemen silinmeye başlaması bu sürecin bir sonucudur.


Askerî zümre mensupları iltizam sektörüne tümüyle hakim oluncaya kadar aralarındaki rekabet mukataa iltizam bedellerinde az çok artışlara yol açıyordu. Hakimiyetin tamamlandığı 1650’lerden sonra, mukataa iltizam bedelleri, belki de iktisadî kapasitenin sınırına varıldığı için, yavaş yavaş donmaya başladı. Aynı yıllarda sayıları artmakta olan askerler arasında rekabetin yönleri de 

değişiyordu. 

Birinci değişme, maaşlarını hazineye terketme karşılığında mukataa iltizamlarını almaya yönelmeleridir. Hazine-mande olarak bilinen bu süreç XVII. yüzyılın ilk yarısında başladı ve ikinci yarısında hızlandı. Mukataaların değişmez görünen bedelleri bu yeni uygulama ile iltizamı almak uğruna feda edilen yıllık maaş miktarı kadar fiilen artırılmış oluyordu. Bu süreç sayesinde devlet, daha önce mültezimlere intikal etmekte olan kârların bir bölümünü maaş ödemelerinden sağlanan tasarruf şeklinde hazineye transfer etmiş oluyordu. Bu, XVII. yüzyılın başı ile sonları arasında bütçe rakamlarının pek değişmemiş görünmesinin buz dağı gibi arkasında sakladığı bir olgudur.


Rekabetin değişen diğer yönü ise iltizam peşinlerinin yükseltilmesidir. XVII. yüzyılda belirginleşen eğilimlerden biri de budur. Bu peşinler mültezimlerden alınan kısa vâdeli iç borç demekti ve donmuş görünen iltizam bedellerini, aynı borcun ödenmesi sözkonusu olmayan faizi oranında yükseltmiş oluyordu.


Bu iki yönde yoğunlaşan rekabet sayesinde devlet vergilerden hazineye intikal eden bölümü artırmaya çalışıyordu. Ama hazinenin payı arttıkça, iltizam sektörü de ekonomiden aldığı payı arttırma eğilimindeydi. Askerî zümrenin giderek büyüyen gövdesi ve sertleşen rekabeti ile hakim olmaya çalıştığı iltizam sektörünün ekonomide yarattığı tahripçi etkilerini azaltmak üzere alınan tedbirler, XVII. yüzyılın sonlarına doğru mukataa iltizamlarında yeni bir sistem değişmesini beraberinde getirdi.


Malikâne sisteminin özellikleri

XVII. yüzyılın sonlarından XIX. yüzyılın ortalarına kadar iltizamda denenmeye girişilen yeni sistem malikânedir. Bu sistemde iltizamlar, o zamana kadar kaydedilen sürelerin en uzunu ile, kayd-ı hayat şartı ile veriliyordu. Bir mukataanın iltizamını malikâne olarak alan şahıs hayatta kaldığı süre boyunca onu elinde bulundurma hakkını da almış oluyordu. Haklarını belirten beratı aldıktan sonra, hazineye ve mükelleflere karşı herhangi bir kanunsuzluk yapmadıkça malikânesinin elinden alınması söz konusu değildi. 

Bu, XVI.-XVII. yüzyıllardaki uygulamalardan çok farklı bir garanti getiriyordu. Vâde bakımından olduğu kadar, rekabet ve peşin şartları bakımından da daha önceki iltizamdan çok farklı özellikleri vardı. Rekabet sıkı bir takip ve kontrol altında etkin şekilde işletiliyordu. Mültezim malikâne olarak satın aldığı vergi kaynağı için hazineye önceden tespit edilmiş ve yıldan yıla değişmeyeceği garanti edilmiş sabit bir yıllık vergiyi ödemekle yükümlü olacaktı. Sistem, vergilendirilen kaynakların üretim kapasitelerini geliştirmeye mültezimleri teşvik etmek amacıyla bunu yapıyordu. Zira bu sayede artacağı umulan vergi gelirlerinin hazineye ödenecek sabit yıllığın üstünde kalan kısmı mültezimlere ait kârı oluşturacaktı. Mültezim vergi kaynağını gelecekte kazanabileceği bu muhtemel kârların bir nevi kapitalizasyonuna tekabül eden muaccele adı verilen bir peşin meblağı ödeyerek satın alacaktı. Bu peşin meblağ, potansiyel alıcıların katıldığı bir müzayede ile belirleniyordu ve daha önceki iltizam peşinlerinden genellikle hem çok daha büyük bir meblağdı, hem de vâde itibarıyla çok farklı idi; eski peşinler tahvil sonunda mutlaka ödenmesi gereken kısa vâdeli ve faizsiz idi. Yeni peşin olarak muaccelede, mukataanın gelirine ve malikânecinin ömrüne göre farklı hadlerde de olsa az veya çok bir faiz mutlaka mevcuttu; ancak vâde ebedi idi, yani hiçbir zaman geri ödenmesi söz konusu olmayan bir peşindi ve faiz ödemesi de malikâneci öldüğü zaman son bulurdu. 


Hazine için bu muacceleler çok önemli bir yeni gelir kaynağı idi ve zamanla çok büyüyebilecekti. Zira sistem sayesinde malikâneciler vergi kaynağının üretim kapasitesini genişlettikçe bir yandan bunların eline geçecek vergi hasılat fazlaları artacak, diğer yandan sahipleri ölüp mukataalar devletçe yeniden satılırken kapitalizasyon meblağları olarak muacceleler de yükselecekti. Vergi iltizamlarını bir nevi aksiyon piyasasına kavuşturan bu sistem 1695’de uygulamaya konuldu ve XVIII. yüzyıl boyunca büyük yaygınlık kazanarak iktisadî faaliyetlerin her şubesinden alınmakta olan vergilerin hemen hepsi (gümrük, damga, öşür, ihtisap, bac vs.) bu sisteme dahil edildi. Amaç ikiliydi, hem ekonomide vergilendirilebilir kaynakları koruyup geliştirebilecek, hem de vergi gelirlerini artıracaktı.


Sistemin ekonomi üzerinde, beklenen ölçüde olmamakla birlikte başlangıç döneminde olumlu etkileri görüldü. Yeni mültezimler, satın aldıkları malikânelerde üretken faaliyetlere genellikle yardımcı oldular; güvenliği sağladılar, kredi verdiler, hatta uzun vâdeli yatırımlar bile yaptılar. Bunlar daha önceki iltizamda, hatta tımar sisteminde pek rastlanmayan yeniliklerdi. Büyük çoğunluğu bürokrat ve askerî zümre mensubu olan yeni mültezimler bu sayede merkantil faaliyetlere meşru olarak kısmen katılma imkânı elde ettiler. Mamafih, bu yoldan kapitalist tipte bir müteşebbis oluşmadı. Malikâneciler, zengin birer rantiye bürokrat olarak kaldılar. Sistemin ekonomi üzerinde zamanla olumsuz etkilerinin ortaya çıkmasının başlıca kaynağı da bu oldu. Fiskalizmin zorlaması ile birçok yeni vergi kalemi ihdas ve ilave edilerek sistem çok genişledi. Rantiye haline gelen malikâneciler, vergi toplamayı fiilen kendileri yapmayıp, ikinci ve hatta üçüncü elden mültezimlere devretmeye başladılar. Böylece sistem ekonomi üzerinde vergi yükünü arttırıcı ve üretim sektöründen giderek kalabalıklaşan rantiye zümrelerine gelir transferini büyüten bir mekânizmadan ibaret hale geldi.


Malikâne sisteminin daraltılması

İltizamın hazine ile halkın ikisine de zarar verme potansiyelleri tekrar işlemeye başladığı görülünce, sistemi yeniden değiştirme iradesi de harekete geçti. İlk ciddî müdahele XVIII. yüzyılın sonlarında Nizam-ı Cedid hareketiyle başladı. Büyük ve kârı yüksek mukataalar malikâne sektörü dışına çıkarıldı. Yeni kurulan İrad-ı Cedid hazinesinin kontrolünde, kısa vâdeli iltizamlarla idare edilmeye geçildi. Burada esas amaç, birer aracı durumuna gelmiş bulunan malikânecilerin almakta olduğu rantı hazineye aktarabilmekti. Bu rantın bir ucunda çoğu İstanbul’da oturan orta-üst tabaka askerî zümre mensubu olan malikâneciler, öbür ucunda da mukataaların bulunduğu bölgede yerleşmiş güçlü ayân ve eşrafdan oluşan ikinci elden mültezimler vardı. Devlet bu iki uca ait rantları kontrol etmek üzere, önce malikâne sektörünü yavaş yavaş daraltmaya ve böylece mukataaları ikinci elden iltizama verme işini üzerine almaya başladı.

İkinci olarak da malikâne rejiminde önce ikinci elden mültezim olarak, daha sonra yavaş yavaş malikâne hisseleri de satın alarak güç kazanmış bulunan taşradaki ayân ve eşrafı aradan çıkarmaya yöneldi. Bunu, malikâne sektöründen çıkardığı mukataaları devlet görevlilerine iltizama vererek yapmaya çalıştı. Nizam-ı Cedid’in son bulduğu 1807’de bu faaliyetler de biraz durakladı ama II. Mahmud döneminde hemen aynı yola, bu sefer daha radikal ve kararlı bir şekilde gidildi. Malikâne sahasının daraltılması giderek hızlandırıldı. Bu daraltma, malikânecilerin elindeki mukataaları gasp ederek değil de Osmanlı hukuk rejimine uygun olarak, malikâneciler öldükçe mukataaları yeniden satışa çıkarmayıp hazinenin kontrolüne alınması şeklinde oluyordu. 


Kontrolü hazineye geçen mukataalar 1811’den itibaren bulundukları bölgenin vali veya sancak beyine iltizama verilmeye başlandı. Amaç, mahallî ayân ve eşrafın iltizamlardaki etkinliğini azaltmak ve merkezî otoritenin temsilcilerini güçlendirmekti. 1811-1839 döneminde, bütün mukataalar merkezden tayin edilen vali, mütesellim ve voyvodalara iltizama verilerek idare ettirildi. Bu dönemde emanet metodu da zaman zaman denenmekle birlikte esas olarak iltizam usulü hakim vergilendirme formu olarak kaldı ve bu form merkezileştirmenin bir aleti olarak kullanıldı. XIX. yüzyılın ilk yarısı içinde bütün vergi iltizamlarının tek dağıtıcısı haline gelen merkezî devlet ve onun adına hareket edenler, daha önce malikâneci ve taşra ayânının aldıkları rantı büyük ölçüde kontrol altına almayı başardılar. Bu dönemdeki modernleşme harcamaları bu sayede merkeze transfer edilmiş olan gelirlerle karşılandı. Yalnız bu transfer ekonomiyi de epeyce hırpalamış bulunuyordu. Aşırı ve dengesiz vergi yükünden doğan şikâyetlerin de çoğaldığı bu dönemin sonunda iltizam sektörü yeni bir değişme devresine giriyordu. Bunu iltizam metodu bakımından sonun başlangıcı diye nitelemek gerekir.


İltizamda sonun başlangıcı

Gülhane’de 3 Kasım 1839’da okunan Hatt-ı Hümayun’da “... alât-ı tahribiyeden olup hiçbir vakitte semere-i nafiası görülmeyen iltizamat usul-ı muzırra”sının kaldırılacağı açıkça ifade ediliyordu. Gerçekten Mart 1840’da imparatorluğun Tanzimat’a dahil edilen ana gövdesinde iltizam tamamen kaldırılarak vergilerin, yeni oluşturulan muhassıllık örgütü içinde maaşlı memurlar vasıtasıyla emanet usulüne göre toplanmasına başlandı. Kaldırılmasında en önemli motif, iltizamın halk üzerinde meydana getirdiği ve vergilendirmeyi zulüm derecelerine vardırmakta olan yükünü hafifletmekti; vergi yükünü gereğinden fazla ağırlaştırdığı kabul edilen iltizam metodu, bu yükün gelirini yalnız halkın değil, aynı zamanda hazinenin de aleyhine olarak genişletmekte olduğu için, tümüyle terkedilirse hem halkın üzerindeki vergi hafifletilmiş hem de hazinenin gelirleri arttırılmış olacaktı. Bu ikili iyiliği gerçekleştirmek üzere getirilen yeni uygulama, geçmişte denenmiş benzeri tedbirlerden radikal şekilde ayrılıyordu. Geçmişte bu tedbirler hep iltizamı iyileştirme veya düzeltme niteliğinde kalmış ve metodun tümüyle terkedilerek, emanet usulüne geçilmesi hiçbir zaman düşünülmemiştir. İlk defa böyle bir radikal karar alınarak tümüyle iltizamın terkedilmesi söz konusu olmuştur.

Bu radikal teşebbüs başlangıçta pek başarılı olamadı. Bu işi başarabilecek etkinlikte bir malî bürokrasi hemen kurulamadığı gibi, ekonominin gelişme derecesi ve üretim-ulaşım-pazarlama yapısı, çoğu aynî olarak tespit ve tahsil edilen ziraî ürünlerin toplanması, depolanması, nakliyesi, pazarlanması ve nihayet nakit olarak hazineye intikal ettirilmesine imkân vermekten oldukça uzaktı. İki yıllık emanet idaresi iltizamda söz konusu olan şikâyetlerin tamamını ortadan kaldıramadı. Buna karşılık Tanzimat’ın nisbeten daha adil olmak üzere uygulamaya konulan yeni vergi rejimi, daha önce ayrıcalıklı bulunan bazı grupların ve bazı bölgelerde bizzat halkın yeni şikâyetlerine sebep oldu. Daha da önemlisi, iltizam sayesinde tahsili malî yılın başından itibaren imkân dahiline girmekte olan bütçe gelirleri, emanetle vergileri toplayan muhassılların yıl sonuna doğru yapacakları ödemelere bağlı kaldığı için, bir yıla yaklaşan bir gecikmeye maruz kalmış oluyordu.


Maliye otoriteleri bu meseleyi, daha baştan öngörerek, Osmanlı tarihinde ilk defa kağıt parayı piyasaya çıkararak halletmeye çalışmışlardı. Ancak yıl sonunda hesaplar yapıldığı zaman gelirlerin, iltizamın sağladığından çok daha düşük düzeyde kaldığı anlaşıldı. Bir sonraki yıl da durumun aynı olduğu görülünce iltizam metoduna tekrar dönüş de kaçınılmaz hale geldi. Ne hazine, ne de halk emanet yönetiminden memnun kalmışlardı. İltizam sektörüne hakim zümrelerin baskı ve dirençleri de bu sonucun oluşmasında katkılarını esirgememişlerdi.

İltizama 1842’den itibaren yeniden dönülmekle birlikte, onun en büyük şikâyetlere yol açtığı, mahzurlarının en çok ortaya çıktığı ziraî üretimde bir yıl daha emanet usulüne devam edildi. Ancak emanet usulünün hazine bakımından en başarısız sektörü bu olduğu için 1843’den itibaren burada da iltizama dönmekten başka çare bulunamadı.

Açık seçik tarifelere göre vergilendirildiği için kanunsuz baskılara yönelme imkânının az olduğu düşünülen gümrükler yeniden iltizama devredilen ilk büyük grubu oluşturdu. Mart 1842’den itibaren İstanbul, Cidde ve Yemen müstesna olmak üzere bütün gümrükler yeniden iltizamla idare edilmeye başlandı. Bununla beraber iltizamı ortadan kaldırma konusunda siyasî irade yerleşmiş bulunduğu için gümrüklerde emanet yönetimi Mart 1860’dan itibaren gerçekleştirilebildi.


Aşarda da iltizama 1843’de yeniden dönülmekle birlikte, devletin esas hedefi ve iradesi üretici halkın üzerindeki baskısını hafifletici mekânizma ve tedbirlerle iltizam metodunu mümkün olduğu kadar iyileştirmek, daraltmak ve neticede kaldırmaktı. Nitekim bu tarihten sonra iltizam usulünün devlete ve halka zarar veren uçlarını budama yönünde deneme ve tedbirlerle sahası giderek daraltıldı. Ancak tümüyle ortadan kaldırılması imparatorluğun sonuna kadar gerçekleştirilemeden kalmış ve Cumhuriyet devrinde aşar ile birlikte 25 Şubat 1925 tarihli kanun ile tasfiye edilmiştir.


* Mehmet Genç’in Voyvoda Caddesi Toplantıları’nda katılımcılarla paylaştığı bu çalışmanın tamamı Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi 22. cilt İstanbul 2000 s. 154-158’de yayımlanmıştır.

  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder