Bülent Somay
http://www.metiskitap.com/catalog/text/58641
Koyuları ben yaptım DK
Giriş:
“Tarih, Psikanaliz ve Popüler Edebiyat”, s. 7-19
İçinde
yaşadığımız dünyayı anlamaya kalktığımızda bir engelle karşılaşıyoruz hep:
"Anlama" fiilinin öznesi olan "ben", "kendim",
aslında tam bir özne değil parçalanmış; tekil ve bütünleşik bir iradeyi temsil
etmiyor. Dolayısıyla bu anlama çabalarımız da hep eksik gedik kalıyor, asla
dış, "nesnel" gerçekliği tam olarak yakalayamıyor. Demek ki ne
yapmamız gerekiyormuş? Önce bu "ben"i tam olarak anlamalı, onun
kuruluşunu ve parçalanmışlığını, yapısını ve unsurlarını kavramalıyız. Ama o zaman
da başka bir engel dikiliyor karşımıza: "Ben", verili, gökten inmiş
ya da kendi iç dinamiğiyle oluşmuş bir "ben" değil; tersine,
dışımızdaki "nesnel" dünyanın verili koşullarıyla biçimlenen bir
benlik. Dolayısıyla, "ben"i kavramanın yolu da öncelikle dış dünyanın
nesnel gerçekliğini anlamaktan geçiyor.
Böylelikle
kendimizi tam bir paradoksun ortasına atmış olduk görüldüğü gibi. Dünyayı
kavramak için kendimizi ("kavrayan özneyi"), kendimizi kavramak için
ise dünyayı ("nesnel gerçekliği") anlamamız gerek. Yumurtanın mı
tavuktan, yoksa tavuğun mu yumurtadan çıktığına karar veremediğimizde içimizi
rahatlatan tek şey, biz nasıl olduğunu anlayamasak da, tavuğun da yumurtanın da
orada, karşımızda durduğu, istediğimizde haşlanmış yumurta, istediğimizde de
kızarmış tavuk yiyebildiğimiz bilgisidir – tabii yeteri kadar paramız varsa.
Yani kısacası, Engels'in de dediği gibi, "Pudingin ispatı yemededir."
Bu bilgi hayata devam edebilmemizi sağlar sağlamasına, ama gene de soru
cevaplanmış olmaz: Hangisi önce geliyor? Nereden başlamalı?
Marx ve
Engels'in bu çalışma boyunca sık sık tekrarlayacağım bir sözleri var: "Tek
bir bilim tanıyoruz, tarih bilimi" (Alman İdeolojisi, Collected Works,
cilt V içinde, s. 28). Bu önerme bizi üniversitelerde tarih bölümü dışındaki
tüm bölümleri kapatmaya, ya da tüm bilimsel disiplinlerin adlarını
"tarih" olarak değiştirmeye çağırmıyor kuşkusuz. Daha ziyade, tüm
bilimlerin, doğa ya da insanlık tarihinin birer veçhesi olarak anlaşılması
gerektiğini vurguluyor. Bu anlamda, dış, "nesnel" gerçekliği kavrama
çabalarımızın tümü "tarih" başlığı altında toplanabilir: Gezegenlerin
hareket yasalarını anlamak için, gözlediğimiz kadarıyla onların tarihlerini
yazar, bu tarihten bazı genellemeler çıkarırız. Aynı şey cisimler ya da
atom-altı parçacıklar için de geçerlidir. Yaptığımız genellemelerin fazla
"genel" olduğunu, ya da aslında gözlemcinin öznelliğini yansıttığını
fark ettiğimizde ise "belirsizlik ilkesini" keşfederiz. Ancak bu ilke
(tarih bilimi bütünselliği içinde) parçacık fiziği için olduğu kadar sosyoloji
ya da iktisat için de geçerlidir.(1)
Dışımızdaki
dünyanın tarihini yazmak, bu dünyanın öyküsünü (histoire=tarih=öykü) farklı
yaklaşımların (farklı disiplinlerin) dilleri ve yöntemleriyle, çeşitli veçhelerden
yaklaşarak yeniden ve yeniden kurmak, "tek bilim olarak tarih bilimi"
anlayışının anlamlı bir sonucudur. Ancak bu, en başta vurguladığım paradoks
açısından yeterli değil: Bu süreçte kendi benliğimizin, öyküyü dinleyen /
yeniden kuran / anlatan öznenin de öyküsünün yazılması, çeşitli veçhelerden
yeniden kurulması gerek. Dolayısıyla "tek bilim olarak tarih bilimi"
ifadesi, aslında iç içe iki süreci aynı anda tarif ediyor: Birincisi (ya da
ikincisi), atomaltı parçacıkların hareketinden sınıf mücadelelerine kadar
genişleyen bir yelpaze içinde, dışımızdaki dünya üzerine yazdığımız (sonra
bozup yeniden yazdığımız) öyküler; ikincisi (ya da birincisi) ise, bu öyküleri
yazan özne üzerine yazdığımız (sonra bozup yeniden yazdığımız) öyküler. Bu
öyküleme dizgesi içinde bir sıra, bir öncelik ilişkisi gözetmek mümkün değil
aslında; iki süreç iç içe örülü, her biri diğerini çağırıyor: Kendimizdeki
öteki korkusunu, yabancı korkusunu anlamadan Dachau ve Auschwitz'i asla tam
olarak anlayamayacağız; "ailenin, özel mülkiyetin ve devletin
kökeni"ni kavramadan kendi Oidipal sorunlarımızı anlamlandıramayacağız bir
türlü.
Demek
ki tarih bilimini Marx ve Engels'in yaptıkları şekilde doğanın tarihi ve
insanlığın tarihi olarak ikiye ayırabildiğimiz gibi, "iç tarih" ve
"dış tarih" olarak, yani benliğimizin oluşumunun tarihi ve dış,
nesnel dünyanın tarihi olarak da ikiye bölmemiz mümkün. Bu iki tarihten
birincisine psikanaliz, ikincisine de genel olarak tarihyazımı diyebiliriz.
Psikanaliz ve tarihyazımı, kendi başlarına birer bilimsel disiplin olmanın
ötesinde, birer metodoloji, birer dünyaya bakış tarzı (Weltanschauung) olarak
görülebilir. Tabii bu paralellikte bir isimlendirme sorunu yok değil:
Psikanaliz, ister bir metodoloji olarak, ister bir disiplin olarak, ister bir
tedavi yöntemi olarak, isterse de bir dünyaya bakış tarzı olarak kavransın, hep
aynı şeyi ifade eder. Sonuç olarak, kurucusu ve isim babası olan Sigmund
Freud'un oluşturduğu yöntemsel ve ideolojik ana hatlardan hemen hemen hiç
ayrılmamış, yüz yılı biraz aşan tarihi boyunca bazı sapmalarla da olsa hep aynı
temel ön kabulden hareket etmiştir: İnsanların duygu, düşünce ve
davranışlarının temel hareket ettirici saiki, onların bilinçli benlikleri
olduğu kadar, bilinçdışlarıdır da. Bu temel önermeyi kabul ettiğinizde, kaçınılmaz
olarak psikanalizin alanına girmiş olursunuz.
Oysa
tarih için aynı bütünleşik ifadeyi kullanmak çok daha zor. "Tarih"
biliminin bir kurucusu, isim babası ya da metodolojik bütünlüğü yok. Bu nedenle
de "tarih" derken neden bahsettiğimizi daha açık seçik belirtmekte
fayda var. Tarih gelişigüzel bir öyküler toplamı, yüceltilmiş bir biyografiler
dizisi ya da ayrıntılar girdabı olabileceği gibi, öykülerin ve nesnelerin
sistematize edilip arşivlenmesi anlamına da gelebilir. Ancak ben bu çalışmada ("tek
bilim olarak tarih bilimi"nden farklı olarak) özgül bir
"tarih"ten ya da "tarihyazımı"ndan bahsettiğimde, tıpkı
psikanalizde olduğu gibi, merkezi bir önerme çevresinde sistematize edilen bir
yaklaşım biçimini, bir dünyaya bakış tarzını kastediyorum. O önerme de şu:
Kadın ve erkeğin toplumsal işlevlerinin farklılaşmaya başladığı andan itibaren,
insanlık tarihinin temel hareket ettirici saiki sınıf mücadelesidir. Tabii ki
bu da, Marx'ın materyalist tarih anlayışı dediği yaklaşımdan başka bir şey
değil.(2)
Öyleyse
iç tarihi, benliği kavramaya çalışırken ilk bakacağım şey, bastırılmış
olanların toplaştığı o sanal mekân, yani bilinçdışı. Dış tarihi, toplumların
hareketini kavramaya çalışırken ise daima sınıfların konumlanışına,
dinamiklerine ve mücadelelerine bakacağım. Bu çalışmada iç ve dış tarihin
dinamiklerini, popüler kültür, daha da sınırlarsak, popüler edebiyat alanı
içinden örneklerle araştırıyorum. Ama bunu gerekçelendirmek için öncelikle
popüler kültür / edebiyat derken neyi kastettiğimi, ve kültürel tarih /
psikanaliz araştırmasının neden popüler kültür alanından seçilmiş örneklerde
daha anlamlı olduğunu düşündüğümü açıklamam gerekiyor.
Popüler
Kültür Nasıl Bir Şey?
20.
(ve 21.) yüzyılda "popüler edebiyat" dediğimizde aklımıza gelenler,
bilimkurgu, fantazi, polisiye ve "pembe diziler". Bunları da
"yüksek edebiyat" kategorisine giren roman, şiir ve tiyatronun
karşısında konumlandırıyoruz. Bu kategorileştirmede baştan sakat olan bir yan yok
değil kuşkusuz: Popüler edebiyat babında saydığımız tüm türler de aslında roman
ya da öykü, yani kurgusal anlatı formunda. Dolayısıyla, popüler / yüksek
edebiyat hiyerarşisini kurarken, 18. yüzyıl Avrupa entelijensiyasının
rahatlığından yoksunuz: Onlar daha baştan şiir ve tiyatronun karşısına tüm bir
türü, yani şu roman denilen nevzuhur formu yerleştirip "aşağı"
edebiyat ilan edebiliyorlardı. Ancak roman 19. yüzyıl boyunca saygınlık kazanıp
"yukarı" tırmanabilmiş olduğu için, kategorileştirmek daha zor artık.
Alt-türlerden (BK, polisiye, fantazi) bahsetmek zorundayız "aşağı"yı
ya da popüler edebiyatı tanımlarken. Ama "yukarı"nın tanımı daha da
güç: Hangi roman alt-türü "yukarı"da sayılacak? Sadece gerçekçi roman
mı? Öyleyse 20. yüzyılın ikinci yarısında romancıların sık sık fantastik
aygıtlara başvurmasıyla oluşan "fantastik gerçekçilik" gibi bir melez
alt-türü ne yapacağız? Örneğin Marquez, Borges, Rüşdi, Türkiye'de Orhan Pamuk
zaman zaman bu türde yazıyorlar, ama kimsenin aklından geçmiyor onları
"yüksek" edebiyattan ihraç etmek.
Belki
de bu noktada durup, yukarı / aşağı ikiliğinin ima ettiği
"söylenmeyenleri" düşünmeliyiz biraz. Eskiden işler kolaydı, çünkü
sanatta yukarı / aşağı ayrımı, sınıf ayrımına neredeyse bire bir denk
düşüyordu: "Yukarı" ya da "yüksek" sanat, egemen sınıfın
sanatıydı, "aşağı" sanat ise ezilen sınıfın sanatı. Bahtin'in
"şenlik söylemi" tanımıyla düşünecek olursak, gökyüzü, erkek, belden
yukarısı, ruh ve akıl, hâkim sınıfın sanatına denk düşüyordu; yeryüzü, kadın,
belden aşağısı, beden ve dışkı ise ezilen sınıfın sanatına. Ve ne gariptir ki,
günümüzde zamanın sınavından geçtikleri için "klasik", dolayısıyla da
"yüksek" sanat mertebesine terfi ettirilmiş olan birçok sanatçı,
kendi zamanlarında hiç de öyle değildiler: Shakespeare kendi devrinde
"Üniversite Akilleri" olarak kabul edilen Lyly ve Nashe gibi yazarlar
ve Marlowe karşısında bir sokak tiyatrocusu sayılıyordu. Chaucer belden aşağı
halk öykülerini yazıya dökmekten başka ne yapmıştı ki zaten?(3)
Defoe alt tarafı bir gazeteci parçasıydı, üstelik ya olmayacak öyküler
anlatıyor (Robinson Crusoe gibi), ya da örtük bir pornografi yapıyordu (Moll
Flanders gibi) o "roman" denilen biçimsiz, zarafetten ve ciddiyetten
uzak düzyazılarında.
Kuşkusuz
bu verdiğim örnekler Bahtin'in tanımladığı "şenlik söylemi"ne dahil
değil. Bunlar daha ziyade, Ortaçağ Avrupası'nda daima hâkim sınıfın kültüründen
ayrı duran şehir kültürüne ait örnekler. Ancak şehir kültürü hâkim sınıf
kültüründen olduğu kadar, halk kültürü dediğimiz şeyden, yani ulus-öncesi,
yerel, hemen hemen daima sözlü ve geleneksel olan kültürden de farklı. Şehir
kültürü bir yandan eski Yunan'ın polis kültürünün ya da imparatorluk
metropolünün kültürünün hâkim sınıf özelliklerini taşırken, bir yandan da
ortaçağ şehirlerinin ayaktakımı / ön-proleter / küçük burjuva özelliklerini de
bünyesinde barındırdığı için, daima iki-değerli bir yapıya sahiptir. Belki de
kelimenin gerçek anlamıyla "popüler" kültür tam olarak bu demek: Şehirli
kültürü. İçinde devrimci ve banal olanı, sıradan ve avangard olanı, yerel ve
evrensel olanı aynı anda barındıran, esas olarak ezilen sınıflara ait, ancak
bir zamanların kültürel merkezlerinin ve imparatorluk metropollerinin küstah ve
evrenselci edasını da taşıyan bir kültür. Bu kültür, ortaçağ boyunca şehir
dışına, soylu malikânelerine, ya da şehre fakat "ayaktakımının"
ulaşamayacağı saraylara yerleşen hâkim sınıf kültürüne olduğu kadar, tümüyle
kırsal alanda kalan, yerel ve sözlü karakterinden, geleneksel formlarından hiç
vazgeçmeyen halk kültürüne de uzaktır.
Ancak
tarihte ilk kez görülen bir manevra ile, o güne kadar bazı ayrıcalıklarla da
olsa ezilen, aşağı sınıflar safında olan burjuvazi hâkim sınıf mertebesine
yükselince işler değişti. Burjuvazi 15. ve 18. yüzyıllar arasında hem ekonomik
hem de toplumsal konumunu geliştirmiş, ama aristokrasinin kültürel ve sanatsal
ayrıcalıklarına da imrenerek bakmıştı bu süre boyunca. 18. yüzyılın sonlarından
(İngiltere'de biraz daha önceden) başlayarak toplumda hâkim sınıf haline
geldiğinde, bu tarihsel özelliği yüzünden ikili bir yapı edindi burjuvazi: Bir
yandan artık aristokrasiye bağımlılıktan kurtulan (bu özgürlük sayesinde de
maddi destekten yoksun kalan) edebi entelijensiyanın eserlerinin dağıtım ve
tüketimini (giderek üretimini de) kontrol edebiliyor, bir yandan da bir
zamanlar mensubu olduğu ezilen sınıfların kültürel varoluşunu da kendi yaşam
ortamına, yani piyasa mekanizmasına doğru yönlendiriyordu. Prekapitalist
dönemin şehirli kültürünün piyasa mekanizması bünyesinde yeniden örgütlenmesi
ve bu oluşumun geçmiş dönemin hâkim sınıf kültürünün formlarını ve birikimini
yedeğine alması, yeni bir kültürel yapının, "popüler kültür"
dediğimiz şeyin ortaya çıkmasına yol açtı.
Bu
yeni yapı, ekonomik planda sanatsal ve kültürel üretimin parametrelerini kökten
değiştirdi: Burjuvazi şehir kültürünün üretim, dağıtım ve dolaşım
mekanizmalarını göreli olarak kolay ele geçirdi, ama tüm bir ortaçağı
velinimetlerinin koruması altında geçirmiş olan, ancak yavaş yavaş bu koruyucu
kanatların üstlerinden çekilmekte olduğunu hisseden seçkin sanatçı ve aydın
zümresini kontrol almak aynı kolaylıkta olamazdı. En nihayet bu zümre koca bir
çağ boyunca burjuva banalliğinden tiksinerek, burjuvazinin basitliğini,
görgüsüzlüğünü, maddiyatçılığını ve "yüce değerlere" ilgisizliğini
alaya alarak geçirmişti yaşamını. Bunu yaparken de sırtını görünüşte sarsılmaz
gibi duran, seçkin, zarif, ince duyarlıklara sahip, ama gün geçtikçe
anlamsızlaşan, yaşamsal fonksiyonlarını kaybeden bir sınıfa dayamıştı. Seçkin
aydınlar, kendilerini bir zamanlar alay ettikleri burjuvazinin karşısında
korumasız bulunca nasıl sürdüreceklerdi eski küstahlıklarını? Buna çeşitli
çareler bulundu: Birinci çare, aristokrasi zayıfladıkça ve ulusal bir
kapitalist pazar oluştukça giderek güç kazanan ulusal devleti yeni velinimet
olarak benimsemek, onun koruyucu kanatları altına girmekti. Ulusal bilim ve
sanat enstitüleri, üniversiteler bu çözümü kolaylaştıran yollar oldu. İkinci
çare ise piyasa mekanizmasını kabul etmek, ancak eleştirel / ironik bir tavrı
da elinden geldiğince saklı tutmaktı. Bu tavra en iyi örnek, piyasa için
neredeyse seri üretim yapan, ancak burjuvaziye karşı acı bir ironiyi de asla
elden bırakmayan Balzac'ın tavrıdır. Bu ikinci yolu tercih eden sanatçılar ve
aydınlar, ikircikli bir biçimde de olsa, popüler kültürle yan yana yaşamaya,
onunla etkileşim içine girmeye başladılar.
Bu
etkileşim, burjuva toplumunun sanatsal ve kültürel yapısının başlıca iç
dinamiğidir: 20. yüzyıldan bir örnek verecek olursak, yüzyılın başlarında, bir
yandan New Orleans genelevlerinde siyah müzisyenler tarafından beyaz
müşterileri eğlendirmek amacıyla, bir yandan da siyahların Hıristiyan cenaze
âdetlerine uyum sağlayabilmeleri için yaratılan melez tören biçimlerinin ortaya
çıkardığı kültürel karmaşanın ürünü olan caz, bu dinamiğin sonucunda
"yüksek" kültür mertebesine yükselmiştir. Bir yandan beyaz, klasik
eğitim görmüş, saygın müzisyenler (mesela böyle bir klarnetçi olan Benny
Goodman, cazın ilk kez New York'un en seçkin sahnesi olan Carnegie Hall'a
çıkmasını sağlamıştır) caza yönelirken, bir yandan da Avrupalı klasik
müzikçilerin bir kısmı caz armoni ve ritmlerinden etkilenmişlerdir (mesela
Satie ve Stravinski). Bu etkileşimin belki de en iyi örneği, hem klasik müzikte
hem de caz alanında eser veren, kelimenin gerçek anlamıyla
"iki-değerli" bir sanatsal yaşamı olan George Gershwin'dir.
Kendisi
de bir soylu olan Alexis de Tocqueville, 1831-32 yıllarında yaptığı Amerika
gezisindeki gözlemlerini De la democratie en Amerique (Amerika'da Demokrasi
Üzerine) adlı iki ciltlik kitabında toplayarak, gelmekte olan burjuva çağının
politik, ekonomik, hukuki ve kültürel açılardan belki de en yetkin özetini
vermeyi başardı. De Tocqueville'in öyküsü bir yandan fazlasıyla nesneldir ve
Amerika'da anlatılanın aslında "hepimizin öyküsü" olduğunu,
Avrupa'nın tümünün de bu yola girmesinin kaçınılmaz olduğunu vurgular, bir
yandan da kaybolmakta olan (aslında Amerika'da asla varolmamış olan)
aristokratik değerlerin ardından (yalnızca üslubundaki ince sarkazm yoluyla)
ağıt yakar:
[Demokrasilerde] insanların edebiyata ayıracakları zaman çok az olduğu için, bunun tamamını çok iyi kullanmak isterler. Kolay elde edilen, hızlı okunan ve anlaşılması için bilgi ve araştırma gerektirmeyen kitapları tercih ederler. Kendini hemen belli eden ve kolayca keyif veren güzellikler isterler; hepsinden de önemlisi, beklenmeyeni ve yeni olanı arzularlar...
[Demokrasilerde] insanların edebiyata ayıracakları zaman çok az olduğu için, bunun tamamını çok iyi kullanmak isterler. Kolay elde edilen, hızlı okunan ve anlaşılması için bilgi ve araştırma gerektirmeyen kitapları tercih ederler. Kendini hemen belli eden ve kolayca keyif veren güzellikler isterler; hepsinden de önemlisi, beklenmeyeni ve yeni olanı arzularlar...
Bir
bütün olarak alındığında, demokratik çağların edebiyatı, aristokrasi çağında
olduğu gibi bir düzen, intizam, bilim ve sanat sunamaz asla; tam tersine, formu
çoğu kez küçümsenecek, bazen aşağılanacaktır. Üslubu sık sık fantastik,
uygunsuz, aşırı yüklü ve gevşek olacaktır – hemen hemen her zaman da ateşli ve
gözüpek.(4)
De
Tocqueville'in bu tarifi, 19. yüzyıldan günümüze kadar uzanan "popüler
kültür"ün tam bir tasviri gibidir. "Kolay elde edilen, hızlı okunan
ve anlaşılması için bilgi ve araştırma gerektirmeyen kitaplar",
prekapitalist dönemdeki edebiyat eserlerinin tam zıddıdır: O zamanki kitapları
elde etmek zordu (sınırlı baskı, yüksek fiyat, çoğu zaman sadece el yazması);
hızlı okunamazlardı (okuryazarlık çok sınırlıydı); anlaşılmaları için ön
hazırlık, ön bilgi gerekiyordu (bir kısmı halkın konuştuğu bir dilde bile
değildi, mesela Latinceydi, çoğunda başka ve elde edilmesi daha da güç eserlere
atıflar vardı). Oysa "demokrasi kültürü" kitabı metalaştırarak kolay
elde edilir bir nesne haline getirdi. Ancak bunu yaparken de, kitabın taşıdığı
seçkin değeri ortadan kaldırdı, bir kitabı elinize alıp değerlendirmeye
kalktığınızda vereceğiniz yargının "nesnel" (sınıflı toplumlar için
"sınıfsal" anlamına gelir bu terim) ölçütlerini muğlaklaştırdı.
Eskiden beğenmediğiniz bir edebiyat ürününü "nesnel olarak"
"yüksek" sanat kıstaslarına vurarak değerlendirebilir, sonunda da
bunlara uymamakla eleştirip mahkûm edebilirdiniz. "Demokrasi
kültüründe" ise bu hakkınız elinizden alındı: Artık yalnızca kendi öznel
yargılarınızı söylemek, "Beğendim," ya da "Beğenmedim,"
demek, kısacası özne olmak zorundasınız.
Popüler
Kültürün Tarihi/Psikanalizi
Yukarıda
bir tarifini vermeye çalıştığım anlamıyla popüler kültür, popüler edebiyat, her
zaman çağın ruhunu taşımaya, yüksek sanat / edebiyat eserlerinden daha fazla
adaydır. Nitekim Ben Jonson'ın Shakespeare'i "soule of the age"
(çağın ruhu) diye adlandırması boşuna değil: Jonson bunu söylediği sırada
(1623) Shakespeare henüz popüler kültür alanından yüksek edebiyat alanına
transferini tamamlamamıştı, ama çağının ruhu olmaya, onun temel tarihsel ve
kültürel özelliklerini özümseyip kaydetmeye, çağdaşı olan "yüksek"
kültür temsilcilerinden çok daha yakındı.
Popüler
kültürü eleştirirken kullandığımız terimlerden biri mutlaka
"klişe"dir. Oysa klişe, yani standartlaşmış türsel ve kültürel
konvansiyonlar, her zaman toplumsal olsun, kişisel olsun, bastırılmışın geri
dönüşü için daha uygun bir zemin sağlar. Yüksek edebiyat klişeden kaçarken (ya
da başvurma gereği duymazken) toplumsal ve bireysel analizini kendisi, kendi
terimleriyle yapmaya gayret eder. Örneğin Dostoyevski'nin kendi yarattığı
karakterleri analiz biçimi, hem kendisi, hem de içinde yaşadığı kültürel yapı
hakkında derin bir içgörü sunar bize, neredeyse proto-psikanalitik bir
yaklaşımın ipuçlarını verir. Yeraltından Notlar'daki Yeraltı İnsanı'nın
narsistik kişilik kuruluşu, zaten yazarı tarafından yeterince irdelenmiş,
hastalık hastalığının Rus aydınının devlet ve ordu, Şark ve Garp karşısındaki
ikircikli konumunun bir metaforu olduğu apaçık belirlenmiştir. Bundan sonra
kalkıp bir de bizim onu analiz etmeye çalışmamız, kendimiz için yararlı
olabilir belki, ama Dostoyevski'nin kavranışına çok da bir şey katmaz. Oysa bu
tür derinlikli analizlerden ziyade, türsel ve kültürel klişelerle hareket eden
("kolay elde edilen, hızlı okunan ve anlaşılması için bilgi ve araştırma
gerektirmeyen") popüler edebiyat, tam da bu klişelere yerleşen kültürel
bilinçdışının taşıyıcısı olmaya adaydır.
Popüler
edebiyat ürünlerini birer semptom olarak ele aldığımızda, tanıdık, sürekli
tekrarlanan klişeler üzerinden, bu semptomların ardında yatan örtük düşünceleri
yakalamak son derece kolaydır. Bu kolaylık da bizi detektif gibi davranma
fetişizminden korur: Malumu ilam etmekle yetinemeyiz artık; örneğin, polisiye
türünün pek sevdiği "kapalı oda" temasının bir rahim metaforu
olduğunu, fantastik edebiyattaki "yolculuk" temasının bir içgörü
oluşturma / büyüme metaforu olduğunu söyleyip, analizimizi o noktada
bırakamayız. Buradan formun kendisinin analizine geçilebilir:
[Marx'ta da Freud'da da] mesele, biçimin ardında gizlendiği varsayılan "içeriğe" yönelik basbayağı fetişist meraktan uzak durmaktır: Analiz yoluyla açığa çıkarılacak "sır", biçim (metaların biçimi, rüyaların biçimi) tarafından gizlenen içerik değil, tam tersine, bu biçimin kendisinin "sır"rıdır. Rüyaların biçiminin teorik zekâsı, belirtik içerikten yola çıkıp "gizli çekirdeği"ne, örtük rüya-düşüncelerine nüfuz etmekte değildir; şu soruya verilen cevaptadır: Örtük rüya-düşünceleri neden böyle bir biçim almışlar, neden bir rüya biçimi içine taşınmışlardır? Metalarda da aynı durum geçerlidir: Gerçek sorun metanın "gizli çekirdeği"ne nüfuz etmek –metanın değerini onu üretmek için harcanan çalışma miktarıyla belirlemek– değil, çalışmanın neden bir metanın değeri biçimini aldığını, kendi toplumsal karakterini neden yalnızca kendi ürününün meta biçimi içinde onaylayabildiğini açıklamaktır.(5)
[Marx'ta da Freud'da da] mesele, biçimin ardında gizlendiği varsayılan "içeriğe" yönelik basbayağı fetişist meraktan uzak durmaktır: Analiz yoluyla açığa çıkarılacak "sır", biçim (metaların biçimi, rüyaların biçimi) tarafından gizlenen içerik değil, tam tersine, bu biçimin kendisinin "sır"rıdır. Rüyaların biçiminin teorik zekâsı, belirtik içerikten yola çıkıp "gizli çekirdeği"ne, örtük rüya-düşüncelerine nüfuz etmekte değildir; şu soruya verilen cevaptadır: Örtük rüya-düşünceleri neden böyle bir biçim almışlar, neden bir rüya biçimi içine taşınmışlardır? Metalarda da aynı durum geçerlidir: Gerçek sorun metanın "gizli çekirdeği"ne nüfuz etmek –metanın değerini onu üretmek için harcanan çalışma miktarıyla belirlemek– değil, çalışmanın neden bir metanın değeri biçimini aldığını, kendi toplumsal karakterini neden yalnızca kendi ürününün meta biçimi içinde onaylayabildiğini açıklamaktır.(5)
Popüler
edebiyat klişelerinin ardında yatan içeriğin zaten bilindiğini, ya da en
azından (popüler okur tarafından bile) sezildiğini varsayarsak, kendimize
sormamız gereken soru, bu içeriğin neden bu değil de şu klişe olarak karşımıza
çıktığı, bu ortaya çıkışın nasıl, hangi süreçlerle gerçekleştiğidir. Örneğin,
polisiyenin bir tür olarak analizi, bize tam da bu "gizli çekirdeğe nüfuz
etme" fetişizminin bir okumasını verecektir. Tarih ya da psikanaliz,
eldeki ipuçlarından ve tanıklıklardan yola çıkarak ruhun ya da çağın
"gizli çekirdeğini" ortaya çıkarma sanatı değildir. Ama polisiye tam
da bunu yapma iddiasındadır: Katili bulma, cinayetin arkasındaki saiki ortaya
çıkarma, cinayet anının eksiksiz bir öyküsünü yazma sanatı. Polisiye bunu
yaptığında, yani cinayetin "gizli çekirdeği"ne nüfuz ettiğinde ne
olur? Katil yakalanır ve cezalandırılır. Ama cinayet(ler)i mümkün kılan
toplumsal, kültürel ve ruhsal yapılar el değmeden kalır.
"Öldürmeyeceksin!" buyruğunun neden bir türlü ciddiye alınamadığı,
bizi öldürmeye yönelten o karşı konulamaz saiklerin (özgül
"nedenlerin" değil de, öldürmeyi mümkün kılan ruhsal yapıların) neler
olduğu soruları, polisiye tarafından ele alınmaz. Ancak her polisiyede,
bunların ipuçları, klişelerin kuruluşunda gizlenmiş olarak durur. Dolayısıyla
polisiyeyi bir tarih (materyalist tarih anlayışı) ya da psikanaliz metaforu
olarak okumaya başladığımızda, içerikten semptoma uzanan yol hakkında da bilgi
edinmeye başlarız. Örneğin, polisiyenin ana teması olan evcilleştirilmiş
öldürmenin toplumsal-tekinsiz içeriğini yakalamak, bize savaş ve terör diye
ayrı ayrı adlandırdığımız, ama aslında birbirlerinden hiç de farklı olmayan o
"politika biçimleri" hakkında bir içgörü kazandıracaktır.
Aynı
şekilde, bilimkurgunun iyi niyetli pozitivist çabalarının aslında göz ucuyla
görülen tekinsiz Gerçek'i evcilleştirme gayretinden başka bir şey olmadığını da
fark edebiliriz bu yolla. Yoksa, BK tarihinde yüzlerce, binlerce örneği bulunan
"başka türle karşılaşma" öykülerinin ne anlamı olabilirdi ki?
Yabancı, uzaylı bir ırk gelip dünyayı fethetmeye kalkar. Ya da tam tersine,
insanlar gidip onların gezegenlerini fethetmeye çalışır. Bunun bir sömürgecilik
/ emperyalizm metaforu olduğunu keşfetmek kolaydır. BK yazarı kendi ideolojik
konumuna bağlı olarak, bu durum hakkında radikal, liberal, hatta anarşist bir
yorum yapabilir. Ancak içerikten BK formuna geçiş çalışmasını incelediğimizde,
önemli olanın sömürgecilik metaforu değil de, "öteki"nin ancak
"pozitif bilim" içine çekilerek evcilleştirilebilen Gerçek çekirdeği
olduğunu fark ederiz. Marslı yeşil yaratıklardan kızılderiliye ya da Afrikalı
siyaha aktarım yapmak kolaydır, ama aynı metaforun bütün "ötekiler",
kadınlar, ezilen sınıflar, cinsel, politik ve yöresel ötekiler için de
işlemekte olduğunu ve tüm bunlar karşısında hissedilen dehşet duygusunu
bilimselleştirme yoluyla örtmeye çalıştığını görmek, yepyeni bir içgörünün
kapılarını açar bize.
Sınıf
Mücadelesinin Bilinçdışı
Materyalist
tarih anlayışıyla psikanalizin popüler kültür arazisinde kesiştiği moment, bu
özgül neksus, bize bu iki dünya görüşünü bir arada ve yeni bir çerçevede ele
alma olanağı sağlar. Bu çerçevenin temeli tabii ki, önce Lacancı psikanalizi
popüler kültür üzerinden yeniden okuyan / yazan daha sonra da bu okuma / yazma
faaliyetini felsefe tarihi üzerinden politik iktisat alanına, sınıf
mücadelesine ve en nihayet pratik politik örgütlenme anlayışına taşıyan Slavoj
Zizek tarafından atıldı. Zizek'in yola çıkarken kurduğu sacayak, klasik Alman
felsefesi (Hegel), psikanaliz (Lacan) ve popüler kültürden (Hitchcock)
oluşuyordu. Ancak 1990-2000 arası dönemde bu sacayağın ilk ayağı hızla bir
yandan geriye (Descartes, Kant ve Hıristiyan düşüncesine), bir yandan da
ileriye (Marx üzerinden Lenin'e) bağlanarak, benim "materyalist tarih
anlayışı" diye isimlendirmeyi tercih ettiğim dünya görüşüne yaklaştı.
Şimdi, Zizek'in açtığı yoldan ilerleyerek, bir yandan sınıf mücadelesinin
kültürel ve tarihsel bilinçdışını, bir yandan da bugün bildiğimiz biçimiyle
bilinçdışının tarihsel oluşumunu araştırmamız, bunu da bize bir kültürel
klişeler hazinesi sunan popüler kültür üzerinden yapmamız mümkün.
Bu
kesişme ya da kaynaşmanın, içinde bulunduğumuz tarihsel dönem açısından hayati
önemi var. En başta söylediklerime dönecek olursak, içinde yaşadığımız dünyayı
çelişkileri ve dönüşüm potansiyelleriyle birlikte anlamlandırmaya çalışma
faaliyeti, "anlamlandırma" faaliyetinin kendisini kavramadan, kendi
sınırlarını tanımadan başarıya ulaşma şansına sahip değildir. Bu da ancak
"anlamlandıran" zihnin mekanizmalarını kavrayarak, zihinsel
faaliyetin bilinç / bilinçdışı dinamiklerini değerlendirerek yapılabilir. Ancak
bu değerlendirme çalışması da geri dönüp bilincin/bilinçdışının içinde oluştuğu
tarihsel/maddi koşulları kavramaya yönelmelidir. Kısacası, günümüzde, özellikle
de 20. yüzyıl boyunca yaşadığımız devrimci pratikten ("koşulların
değişmesi ile insan faaliyetinin çakışması") çıkartabileceğimiz derslerin
de ışığında, psikanalize bigane bir materyalist tarih anlayışından, ya da
materyalist tarih anlayışından habersiz bir psikanalizden kimseye bir fayda
gelmeyeceği ortadadır. "Bana ne psikanalizden," diyen bir devrimci /
düşünür, aslında kendi üzerine düşünmeyi, kendi düşüncesinin sınırlarını
tanımayı reddetmektedir; maddi koşulların değişimi üzerine kafa yormayı
reddeden psikanalist ise, aslında kendi faaliyetini düşünsel bir boşlukta
temellendirmektedir.
"Bir
çağın hâkim fikirleri, o çağın hâkim sınıfının fikirleridir", amenna. Peki
ama o çağın ezilen sınıflarının fikirleri, duyguları nereye gitmiştir bu
denklemde? Tabii ki bastırılmış, o çağın bilinçdışına itilmiştir. O yüzden de
bu "bastırılmış olanın geri dönüşünü" anlamlandırabilmek için, psikanalizin
yöntemine, bilinçdışının bilinçli davranışları etkileyen, yönlendiren ve zaman
zaman da belirleyen potansiyelini kavrama tekniklerine ihtiyacımız var. Devrim
daima "bastırılmış olanın geri dönüşü" olarak anlamlandırılabilir.
Tam da bu yüzden daima tekinsiz bir çekirdeğe sahiptir ve akıl yoluyla tam
olarak kavranması mümkün değildir. Devrim hiçbir zaman simgesel düzenin yerini
kibarca başka bir simgesel düzene bırakması olarak görülemez; tersine arada
geçilmesi gereken bir "Gerçek" aşaması vardır ki, bu aşama tekinsiz
bir dehşetle, tekinsiz bir keyifle iç içedir. Eğer çağımız kapitalizmin yeni ve
bu kez kolay kolay evcilleştirilemeyecek bir krizine gebeyse, bu
"Gerçek" aşamasından geçmemiz de kaçınılmaz görünüyor.
Notlar:
"pozitivizm" dendiğini unutuyor değilim. Ancak buradaki yaklaşımım
aynı yolu tersten katetmeyi amaçlıyor: İnsan bilimlerini "pozitif"
denilen doğa bilimlerinin Aydınlanmacı nedensellik yasalarıyla açıklamaya
çalışmaktan ziyade, doğa bilimlerini tarih biliminin farklı veçhelerden bakmaya
izin veren, belirsizliğe yer tanıyan yaklaşımıyla kavramaya çalışıyorum. Yukarı
(2) Buradaki "materyalist" ibaresinin de açıklanmaya ihtiyacı olduğunu unutmamalıyız. Kendisini dine ve giderek aşkın ve kutsal olana karşı konumlandıran, elle tutulur olanın dışında madde tanımayan ve düşünceyi beynin bir tür salgısı zanneden 18. yüzyıl materyalizmi değil sözünü ettiğim. Maddi dünya ile o dünyayı algılayan/anlamlandıran/yorumlayan özne arasındaki ilişkinin karşılıklılığını önvarsayım olarak kabullenen Marksist materyalizm: "Koşulların değişimi ve yetiştirme hakkındaki materyalist doktrin, koşulların da insanlar tarafından değiştirildiğini ve eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini unutur... Koşulların değişmesi ile insan faaliyetinin ya da kendini değiştirmenin çakışması ancak devrimci pratik olarak kavranabilir ve akıl yoluyla anlaşılabilir." Marx, Feuerbach Üzerine III. Tez. Yukarı
(3) Nitekim, zaman geçip de Chaucer "yukarı"ya transfer olduktan sonra bile, 19. yüzyılın en önemli edebi eleştirmenlerinden kabul edilen Matthew Arnold bunu unutmayacak, Chaucer'ı "yüksek ciddiyet" kıstasıyla yargılayarak Shakespeare ve Homeros'tan farklı bir yere (biraz "aşağıya") yerleştirecekti. Bkz. Matthew Arnold, Study of Poetry. Yukarı
(4) Alexis de Tocqueville, Democracy in America, cilt I (çeviri benim). Yukarı
(5) Slavoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Metis, 2002, s. 27. Yukarı
(2) Buradaki "materyalist" ibaresinin de açıklanmaya ihtiyacı olduğunu unutmamalıyız. Kendisini dine ve giderek aşkın ve kutsal olana karşı konumlandıran, elle tutulur olanın dışında madde tanımayan ve düşünceyi beynin bir tür salgısı zanneden 18. yüzyıl materyalizmi değil sözünü ettiğim. Maddi dünya ile o dünyayı algılayan/anlamlandıran/yorumlayan özne arasındaki ilişkinin karşılıklılığını önvarsayım olarak kabullenen Marksist materyalizm: "Koşulların değişimi ve yetiştirme hakkındaki materyalist doktrin, koşulların da insanlar tarafından değiştirildiğini ve eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini unutur... Koşulların değişmesi ile insan faaliyetinin ya da kendini değiştirmenin çakışması ancak devrimci pratik olarak kavranabilir ve akıl yoluyla anlaşılabilir." Marx, Feuerbach Üzerine III. Tez. Yukarı
(3) Nitekim, zaman geçip de Chaucer "yukarı"ya transfer olduktan sonra bile, 19. yüzyılın en önemli edebi eleştirmenlerinden kabul edilen Matthew Arnold bunu unutmayacak, Chaucer'ı "yüksek ciddiyet" kıstasıyla yargılayarak Shakespeare ve Homeros'tan farklı bir yere (biraz "aşağıya") yerleştirecekti. Bkz. Matthew Arnold, Study of Poetry. Yukarı
(4) Alexis de Tocqueville, Democracy in America, cilt I (çeviri benim). Yukarı
(5) Slavoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Metis, 2002, s. 27. Yukarı
Koyuları ben yaptım DK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder