C. W. CERAM
Eski yazıları okumak ilk bakışta
sihirbazlık gibi görünür. İlkçağa yönelik bilgiler içinde bundan daha akıl sır
ermez iş yoktur. Binlerce yıl kum ve moloz altında kalmış yazılardır bunlar.
Yazan da, yazanın ulusu da binlerce yıl önce kaybolmuştur. Üstelik bu ulusun
bizimle ne soyca bir ilişkisi vardır, ne de tarihçe. Gelgelelim, yazılar yine
de okunur.
Bu sihirbazlığın bir iki temel ilkesini
açıklamak istiyoruz. Ancak ne kadar çaba harcanırsa harcansın, bu açıklama
hiçbir zaman hoş vakit geçirici biçimde yapılamayacaktır. Okuyucunun özellikle
dikkat göstermesini ister. Bu yüzden sabırsız olanlara ve Hitit ulusunun
yaşantısı hakkında bir an önce bir şeyler öğrenmek isteyenlere şimdilik bu üç
bölümü atlamalarını öğütlerim. Daha sonra konuyla ilgili bilgileri biraz daha
artmış olarak bu bölümlere dönebilirler .
Ama, konumuzun mantıklı bir sıra içinde
gelişimini izlemek isteyen ve bir parçacık kafa yormaktan çekinmeyenler, bu
atlamayı yapmadan okumalıdırlar.
Bilinmeyen yazıların okunması sorunu biz
buna kısaca çözümleme diyeceğiz başlangıçtan bu yana çok farklı biçimlerde ele
alınmıştır.
Latince, ölü bir dildir, fakat bugün pek
çok kimse tarafından yazılabilir; iki binyıl önce Romalıların zafer anıtları
üstüne yazdıkları yazılar okunabilir; birçokları bunları sadece okumakla
kalmazlar, aynı zamanda anlarlar da. Latince, bir ulusun dili olarak Roma
İmparatorluğu'yla birlikte göçüp gitti, ama eğitim dili olarak yüzlerce yıl
varlığını korudu, günümüze kadar geldi. Ölü bir dil olmasına karşılık onunla
ilgili bilgiler asla kaybolmadı.
Böylesine ideal bir durum, eski Doğu
dillerinin ve yazılarının çoğunda görülmüyor. Geçen yüzyılın arkeologları
toprağın altından sayısız yazılı belge çıkardılar; taş yazıtlar, ki1 tabletler,
mühürler, tahtadan kitaplar ve papirüsler.
Bu belgelerin kimisinde bilinen bir yazı
vardı, fakat kullanılan dil bilinmiyordu. Kimisinde ise hangi dilde yazıldığı
biliniyordu, buna karşılık kullanılan yazı sistemi bilinmiyordu. Bir de
öyleleri vardı ki; bilinmeyen dilde, bilinmeyen yazı sistemiyle yazılmışlardı.
Bu yetmiyormuş gibi başka bir zorluk daha yüklenmişlerdi, hiç bilinmeyen bir
ulusun yazılı belgeleriydiler.
İşte William Wright Hama Taşları nı duvardan söktüğü an böylesine
üç başlı bir muamma karşısında kalmıştı. Taşlarda şimdiye kadar hiç görülmemiş
bir yazı sistemi vardı, bilinmeyen bir dil kullanılmış ve bilinmeyen bir ulus
tarafından yazılmıştı.
Bu çeşit olaylarla ilgili olarak (Girit
yazılarının okunmasında hizmeti görülmüş bir araştırıcı olan) Amerikalı Alice
Kober, 194'de haa şöyle konuşmaktaydı: Şu gerçeği aklımızdan çıkarmayalım:
Bilinmeyen bir dilde bilinmeyen bir, alfabeyle yazılmış yazı okunamaz!..
Oysa biz, bugün William Wright'ın
taşlarında Hitit ulusunun icadı olan bir hiyeroglif yazısının kullanıldığını
bilmekteyiz. Bu hiyerogliflerin esrarı hemen hemen çözülmüş, dilleri de hemen
hemen öğrenilmiştir.
Muammanın çözülmesi nasıl başarıldı?
Bunu açıklamak için Hitit bilim
çalışmalarının başladığı yerden başlamak gerekir. Hareket noktası; Boğazköy
metinlerinden biridir. Okunabilen çivi yazısıyla, fakat bilinmeyen bir dilde
yazılmıştı.
Eski yazıları çözümleme işinin toparlak
hesap 150 yıllık bir geleneği vardır. Georg Friedrich Grotefend ile Jean
François Champollion adlarına bağlanan iki klasik çözümleme başarısı, eldeki
metinde birden fazla yazı kullanılması ve bu yazılardan birinin
bilinir cinsten oluşuyla gerçekleştirilmiştir. Çivi yazısını söken
Grotefend için bu bilinir öğe, ünlü üç Pers kralının adlarının
saptanmasıydı. Gerçi ilkin varsayımsaldı, ama daha ilk uygulamada doğruluğu
anlaşıldı ve böylece daha sonraki çözümlemelere yol açtı.
Mısır hiyerogliflerini çözümleyen
Champollion için bu bilinir öğe, okunabilen Grekçe bir metindi. Üç dilde
yazılmıştı. Rozetta Taşı , ya da Reşit Taşı
denilen bu taşın üstündeki Grekçe metinde yazılı Ptolemeus adının,
hiyeroglif metinde özellikle çerçeve içine alındığını saptayınca ilk harfleri
elde etti. Buradan hareketle diğer harfleri söktü.
Grotefend olsun, Champollion olsun,
çözümlemelerinin çıkış noktalarını, başka ilişkiler nedeniyle bilinen adlara
dayandırmışlardır. Bu da bir çözümleme girişimine başlamakta en iyi yolun ad
arama olduğunu gösterir.
Bu konuda başka bir yolu da çok yakın bir
zamanda Alman bilgini Ernst Sittig bulmuştur. Eski Girit yazılarını çözümlemek
için elli yıl uğraşılmış, fakat olumlu bir sonuca varılamamıştı. Bu bilgin ise
ordunun şifre çözmede kullandığı matematik istatistik metot ile Eskiçağ
filolojisinin dil karşılaştırma ve ad arama metodunu birleştirerek yeni bir yol
ortaya koydu.
Ancak, Girit yazılarının başarılı
çözümleyicisi, aslında bir mimar olan, genç bir İngiliz, Michael Ventrist oldu.
Bunun için uyguladığı metot da klasik adlar okuma yoluydu. Champollion'un
zamanından beri Bilingue denilen iki dilli bu metinler, yeni
keşfedilmiş yazılarla karşılaştıklarında bütün eski dil filologlarının rüyası
olmuştu. Bu rüyanın Champollion'un eriştiği nitelikte olanı pek ender görüldü.
Zaten gerekli de değildi artık; metotlar adamakıllı incelmişti. İşe ilk
başlayan öncüler için hiçbir şey ifade etmeyen noktalardan bugün çok önemli
bilgiler elde edilmektedir. Her yeni çözümleme, eski dilleri birbirine bağlayan
ilişkiler sistemini biraz daha aydınlatıyor, açıklayıcı bilgileri arttırıyor.
Ne gariptir, eski diller arasında bir
zamanlar örülmüş ilişkiler ağının düğümlerini saptamak işi, ilk çözümlemelerden
çok önce, 1786'da gerçekleştirilmiştir. Hem de Önasya araştırmalarının bilinen
merkezlerinde, Almanya'nın, İngiltere'nin inceleme odalarında değil,
Hindistan'da.
Bu ilişkiler ağını eşsiz bir dil
yeteneğiyle ilk kez anlayan ve bu anlayışla alabildiğine geniş filolojik
keşifleri sağlayan adam, aslında bir hukukçuydu. Kalküta'da Yüksek Mahkeme'nin
Başyargıcı'ydı. Boş zamanlarında yaptığı hiç de eski dillerin karşılaştırılması
degildi; daha çok Hindu ve Müslüman kanunlarını toplar, bunların çevirisiyle
uğraşırdı.
Adı William Jones, 1746'da Londra'da
doğmuş, eski diller ve Eskiçağ tarihi öğrenimi yapmış, sonra da Harrow'da,
Yakındoğu Dilleri (Farsça, Arapça, İbranice) okutmuştu. Bu işi para bakımından
kendisini tatmin etmeyince ayrılıp sırf daha iyi kazanç umuduyla hukuk öğrenimi
yapmıştır.
Bu yeni sahasında çok hızlı ve çok parlak
bir yükselme göstermesi, onun, yeteneğinin bir belirtisi olduğu gibi, bugün
Hint-Avrupa dediğimiz (sadece Almanya'da hala lndo-Cermen denilen) dil
akrabalığını ilk kez saptamak gibi tarih bilimlerinin bütün dallarını etkileyen
filolojik keşfi yapmış olması, onun zekasının başka bir belirtisidir.
Hint-Avrupa dillerini inceleme sadece genel
İlkçağ tarihi bilgisini gerektirmez; ayrıca (büyük göçleri ve ırk
karışımlarıyla) etnoloji, eski çağlar coğrafyası (İlk Hint-Avrupa toplum
biçimlerinin, aile hukukunun oluşumu ve özellikleriyle) sosyoloji, (Tarihöncesi
çağarda bitki ve hayvanların dağılımı, hayvan evcilleştirme hareketlerinin
yayılımı ile) hayvanbilim (zooloji) ve bitkibilim (botanik) bilgilerini de
zorunlu kılar.
Jones, Hindistan'a atanmamış olsaydı (bu
ülkenin edebiyat ve bilim dili olan) Sanskritçe incelemelerine belki de hiçbir
zaman yönelemeyecekti. Sanskritçe'den hareketle dillerde saklı bulunan bir
iskelet keşfetti; çeşitli dillerin bireysel görünümleri arkasında onların asıl
yüzlerini, bir aile oluşturan yüzlerini gördü.
C. W. CERAM, "Tanrıların Vatanı Anadolu"nun içinde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder