Murat Belge
15/06/2007
Birileri
ha bire 'Türkiye'de ırkçılık yoktur, hiç olmamıştır' veya 'Türkler ırkçı
olamaz' diye yazar dururlar. Onlar böyle yazarken, Türkiye'de ırkçılığın ikinci
dalgası iyice kabarmış ve toplumu sarmış durumda. Bu nedenle, bu işin başı ve
sonrası, nihayet gelinen nokta, başı ile sonu arasındaki farklılaşmalar
hakkında bir şeyler söylemek gerekiyor.
Milliyetçiliğin Türkçü kanadı, ta başından beri, koyu bir ırk ideolojisiyle birlikte yürümüştür.
Üç tarz-ı siyaset içinde 'Osmanlıcı' veya 'İslamcı' yerine 'Türkçü' yolu seçen ve bunun propagandasını yapanlar, Rusya'dan gelen Türkler, genellikle Tatarlar ve Azerilerdi. Gelgelelim, bu 'öncü' milliyetçilerin ideolojisindeki 'ırk' öğesini, daha sonraki dünya tarihinde gördüğümüz 'saldırgan ırkçı' anlayışlardan farklılığı içinde değerlendirmek doğru olur. Bu çeşit 'Pan-Türkizm', kendisinden çok daha güçlü ve etkili bir 'Pan-Slavizm'in tepkisel ürünüydü. Dolayısıyla 'saldırgan'dan çok 'savunma' ihtiyacının bir sonucuydu.
Pan-Slavizm içinde yok olmaktan korkan bu Rusya Türkleri, Türklük dünyası içinde tek egemen devlet konumunda olan Osmanlı devleti altında yaşayan aydınlara 'Türkçü' bir anlayış aşılamaya çalıştılar ve başarılı da oldular. Enver gibi elinin altında her türlü yayılmacı ideolojinin bulunmasını isteyenler bundan kısmen yararlandılar.
Doktor Nâzım veya Bahaettin Şakir gibi bu ideolojiyi tam benimseyenler ise İttihat ve Terakki politikalarının olabilecek en olumsuz biçimi almasına her durumda katkıda bulundular.
Daha geniş bir bağlamda konuya baktığımızda, İkinci Dünya Savaşı'na kadar ırkçılığın 'nelere kadir' olduğunun tam anlaşılmadığını da bir yere kaydetmek gerekebilir. Gerçi ideolojinin, en masum haliyle de, son derece kötü niyetler taşıdığı belliydi, ama gene de, bu sonuçlar henüz pratikte ortaya çıkmamıştı.
Bir de, 'ırk' kelimesi, her zaman, çok kesinlikli bir tanım düşünülerek kullanılmıyordu. Örneğin Mehmed Akif 'Kahraman ırkıma bir gül' derken, gerçekten böyle tanımlanmış bir 'ırk'ı kastetmiyordu. James Joyce da, Portre'nin sonunda, 'ırkımın yaratılmamış vicdanı' diye bir tamlama yapar. Bu örneklerde 'ırk', pek iyi tanımlanmamış, tanımlanması da zaten pek kolay olmayan 'belirli bir insan topluluğu' veya daha da gelişmiş olarak, bugün 'insan soyu' diyeceğimiz bir bütün anlamında söylenmektedir.
Bu erken dönemde intelligentsia arasında bile ırkçılık politikası bütün mantıkî sonuçlarıyla anlaşılmamışken, halk arasında yayılmış olması zaten beklenemezdi.
Ama Cumhuriyet dönemine girildiğinde, değişen dış konjonktürün de etkisiyle, durum ciddi bir biçimde değişti. Buna yarın devam edeyim.
Milliyetçiliğin Türkçü kanadı, ta başından beri, koyu bir ırk ideolojisiyle birlikte yürümüştür.
Üç tarz-ı siyaset içinde 'Osmanlıcı' veya 'İslamcı' yerine 'Türkçü' yolu seçen ve bunun propagandasını yapanlar, Rusya'dan gelen Türkler, genellikle Tatarlar ve Azerilerdi. Gelgelelim, bu 'öncü' milliyetçilerin ideolojisindeki 'ırk' öğesini, daha sonraki dünya tarihinde gördüğümüz 'saldırgan ırkçı' anlayışlardan farklılığı içinde değerlendirmek doğru olur. Bu çeşit 'Pan-Türkizm', kendisinden çok daha güçlü ve etkili bir 'Pan-Slavizm'in tepkisel ürünüydü. Dolayısıyla 'saldırgan'dan çok 'savunma' ihtiyacının bir sonucuydu.
Pan-Slavizm içinde yok olmaktan korkan bu Rusya Türkleri, Türklük dünyası içinde tek egemen devlet konumunda olan Osmanlı devleti altında yaşayan aydınlara 'Türkçü' bir anlayış aşılamaya çalıştılar ve başarılı da oldular. Enver gibi elinin altında her türlü yayılmacı ideolojinin bulunmasını isteyenler bundan kısmen yararlandılar.
Doktor Nâzım veya Bahaettin Şakir gibi bu ideolojiyi tam benimseyenler ise İttihat ve Terakki politikalarının olabilecek en olumsuz biçimi almasına her durumda katkıda bulundular.
Daha geniş bir bağlamda konuya baktığımızda, İkinci Dünya Savaşı'na kadar ırkçılığın 'nelere kadir' olduğunun tam anlaşılmadığını da bir yere kaydetmek gerekebilir. Gerçi ideolojinin, en masum haliyle de, son derece kötü niyetler taşıdığı belliydi, ama gene de, bu sonuçlar henüz pratikte ortaya çıkmamıştı.
Bir de, 'ırk' kelimesi, her zaman, çok kesinlikli bir tanım düşünülerek kullanılmıyordu. Örneğin Mehmed Akif 'Kahraman ırkıma bir gül' derken, gerçekten böyle tanımlanmış bir 'ırk'ı kastetmiyordu. James Joyce da, Portre'nin sonunda, 'ırkımın yaratılmamış vicdanı' diye bir tamlama yapar. Bu örneklerde 'ırk', pek iyi tanımlanmamış, tanımlanması da zaten pek kolay olmayan 'belirli bir insan topluluğu' veya daha da gelişmiş olarak, bugün 'insan soyu' diyeceğimiz bir bütün anlamında söylenmektedir.
Bu erken dönemde intelligentsia arasında bile ırkçılık politikası bütün mantıkî sonuçlarıyla anlaşılmamışken, halk arasında yayılmış olması zaten beklenemezdi.
Ama Cumhuriyet dönemine girildiğinde, değişen dış konjonktürün de etkisiyle, durum ciddi bir biçimde değişti. Buna yarın devam edeyim.
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=224133
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder