Ursula K. Le Guin
Çuval Kuramı Üzerine
http://www.123rf.com/photo_7423764_still-image-of-burlap-sacks-full-with-different-herbs-seasonings-ingredients-and-spices-used-in-prep.html |
Bildiğimiz kadarıyla insansıların evrim
geçirip insana dönüştüğü ılımlı ve tropik bölgelerde, türün temel gıdası
bitkilerdi. Paleolitik, Neolitik ve tarihöncesi çağlarda, o bölgelerdeki
insanlar yüzde 65 ila 80 oranında toplayıcılık yaparak besleniyorlardı;
yalnızca kutup iklimlerinde et başlıca gıda maddesi olarak kendini
gösteriyordu. Mamut avcıları bütün ihtişamlarıyla mağara duvarlarını ve zihni
işgal etseler de, aslında o çağlarda hayatımızı ve tombulluğumuzu tohum, kök,
yaprak, filiz, fidan, kabuklu yemiş, böğürtlen, meyva ve tahıl, böcek ve deniz
kabukluları toplayarak sürdürüyor, protein oranını yükseltmek için de ağ veya
tuzak kullanarak kuş, balık, fare, tavşan gibi korkunç dişleri olmayan küçük
hayvanlar yakalıyorduk.
Üstelik, tarımın icadından sonra başkalarının tarlalarında kölelik eden köylülerle ya da uygarlığın icadından itibaren ücret karşılığında çalışan işçilerle kıyaslanmayacak ölçüde az emek harcıyorduk bunun için. Tarih öncesinin ortalama insanı, haftada on beş saat kadar çalışarak gül gibi geçinip gidiyordu.
Üstelik, tarımın icadından sonra başkalarının tarlalarında kölelik eden köylülerle ya da uygarlığın icadından itibaren ücret karşılığında çalışan işçilerle kıyaslanmayacak ölçüde az emek harcıyorduk bunun için. Tarih öncesinin ortalama insanı, haftada on beş saat kadar çalışarak gül gibi geçinip gidiyordu.
İnsan haftada on beş saat çalışmayla
hayatını kazanabiliyorsa, başka şeyler için pek fazla zaman kalıyor demektir. O
kadar ki, belki de hayatlarını renklendirecek çocukları, el işçiliği, aşçılık,
şarkı söylemek gibi yetenekleri ya da kafa yoracak pek enteresan düşünceleri
olmayan huzursuz tipler, bu zaman bolluğu yüzünden şöyle bir dolanıp mamut
avlamaya karar vemiş olabilirler. Sonra da, becerikli avcılar sırtlarında bir
ton et, bol bol fildişi ve bir hikaye taşıyarak yorgun argın geri dönüyorlardı.
Hayatı değiştiren şey et değildi burada. Hikayeydi.
Yabani yulaf tohumuna ellerimin bütün
gücüyle asılıp kabuğundan kopardım, sonra bir tane daha, bir tane daha, bir
tane daha, bir tane daha topladım, sonra pirelerin ısırdığı yerlerimi kaşıdım,
Ool komik bir şey anlattı, derken dereye gidip bir su içtik, biraz da
kertenkeleleri seyrettik, sonra oralarda biraz daha yulaf görmeyeyim mi... diye
devam eden bir macerayı şöyle gerçekten sürükleyici bir hikaye haline getirmek
hiç kolay değil. Mızrağımı o kıllı, devasa gövdeye sapladım; o sırada canavar
Oob’u kocaman dişlerinden birine geçirmiş havada savuruyor, Oob avaz avaz
haykırarak kıvranıyor, kanı kıpkızıl yağmur gibi üstümüze boşanıyordu, neyse ki
şaşmaz okumla mamutu tam gözünden vurdum, beyni dağılınca hayvan devrildi, Boob
da onun altında kalıp unufak oldu... gibi bir anlatıyla karşılaştırılamaz,
klasmana bile girmez.
Bu ikinci hikayede yalnız Eylem değil, bir
de Kahraman var. Kahramanlar güçlüdür. Siz neye uğradığınızı anlamadan, bir de
bakarsınız ki yabani yulaf çayırındaki adamlar ve kadınlar, onların çocukları,
yapıcıların el becerisi, düşünenlerin düşünceleri ve şarkıcıların şarkıları o
örgüye eklenmiş, hepsi kahramanın öyküsünde göreve koşulmuş. Ama hikaye onların
değil, kahramanın hikayesi.
Virginia Woolf sonradan Three Guineas (Üç
Lira) adıyla yayımlanan kitabı tasarlarken, defterinde “Sözlük” diye bir başlık
açmıştı; farklı bir hikaye anlatabilmek için İngilizceyi yeni bir plan
doğrultusunda baştan kurmayı düşünüyordu. Bu sözlükte kahramanlık maddesinin
karşılığı “botulizm” (gıda zehirlenmesi) olarak geçer. Kahraman'ın karşılığıysa,
“şişe”dir. Kahramanı şişe olarak almak, katı bir değerlendirme. Ben de şimdi şişeyi
kahraman olarak öneriyorum. Cin veya şarap şişesini değil de, eskiden olduğu
gibi kap manasında, içinde başka bir şey taşıyan bir nesne manasında şişeyi.
Eğer içine dolduracak bir kabınız yoksa,
yulaf gibi uysal ve beyinsiz bir yiyecek bile elinizden kaçıp gider. Elinizin
altındayken yiyebildiğiniz kadarını midenize indirirsiniz, ne de olsa en temel
kap midedir; ama yarın sabah yağmurlu, buz gibi havada uyandığınız zaman da
ağzınıza atacak bir iki avuç yulafınız olsa, biraz da küçük Oom’a verseniz de ağlaması
dursa fena olmazdı hani; iyi de, bir mide ve bir avuç dolusundan fazlası eve
nasıl götürülür? Ne yapalım, yağmur altında kalkıp vıcık vıcık çamur olmuş
allahın cezası çayıra gidersiniz, orada da bebeyi içine koyacak bir şeyim
olsaydı da yulafları iki elimle toplayabilseydim diye aklınıza gelir. Bir
yaprak, boş bir kabak, bir deniz kabuğu, çanta çuval torba şişe çanak kutu kap.
Tutacak bir şey. Doldurulacak bir şey.
İlk kültürel gereç, büyük ihtimalle
doldurulacak bir nesneydi... Pek çok kuramcı, en erken kültürel buluşların
toplanan ürünlerin içine doldurulduğu bir kap ve bir de file gibi bir taşıma
gereci olması gerektiğini belirtiyor.
Women's Creation'da (Kadınların Yaratısı)
Elizabeth Fisher böyle diyor. Ama yo, olamaz. O harikulade, büyük, uzun, sert
şey nerede? Hani yanlış hatırlamıyorsam bir kemikti de bu, filmde Maymun Adam
bunu alıp ilk defa birinin beynini göçertmiş sonra da dünyanın ilk kitabına
uygun cinayetini işledim diye aşka gelip havaya fırlatmıştı, o da havada döne
döne uzay gemisi olmuş, kozmosu yarıp döllemiş, filmin sonunda da (her nasılsa)
bir rahime, herhangi bir koruyucu çerçeveye gerek duymadan Samanyolu’nda
süzülen güzel mi güzel ve elbette erkek bir cenin yaratmıştı? Bilmiyorum.
Umurumda bile değil. Ben o hikayeyi anlatmıyorum.
Onu daha önce duyduk; bütün o
sopalar, mızraklar, kılıçlar, o beyin göçerten, saplanan, vurulan şeyler, o
uzun ve sert şeyler hakkında işitmediğimiz şey kalmadı; ama içine bir şeyler
konan şeyi, mazrufun zarfını şimdiye kadar hiç dinlemedik. Bu yeni bir hikaye.
Yeni bir haber.
Ama eski de. Sonradan icat edilmiş, lüks,
olmasa da olur bir gereç olan silahtan önce (düşünürseniz, herhalde çok çok
önce); gerekli bıçak ve baltadan çok önce; vazgeçilmez kesici, öğütücü ve
kazıcı gereçlerle aynı sıralarda -çünkü yiyemediklerinizi eve taşımak için
kullanacağınız bir şey yoksa, dünyanın patatesini kazıp çıkarmanın manası
olmazdı. Enerjiyi dışa vuran gereçten ya önce ya onunla beraber, enerjiyi eve
taşıyan gereci yaptık. Bana mantıklı geliyor. Fisher’ın insanın evriminde Çuval
Kuramı dediği kuramın yandaşıyım ben.
Bu kuram yalnızca geniş kuramsal
belirsizlik alanlarını açıklayıp (çoğunlukla kaplan, tilki, vs. gibi arazi
hakimiyetine son derece düşkün memelilerin doldurduğu) geniş kuramsal saçmalık
alanlarından kaçınmakla kalmıyor; aynı zamanda şahsen bana da insanlığın
evriminde şimdiye kadar hiç hissetmediğim biçimde bir kök sunuyor. Kültürün
doğuşu ve gelişimi sokmaya, parçalamaya, öldürmeye yarayan uzun ve sert
aletlerin kullanımıyla açıklandığı müddetçe, kendime orada bir pay ne
görebilmiş, ne de istemiştim. Bu kuramcıların sözünü ettiği toplum, bu
uygarlık, besbelli onlarındı; ona sahiptiler, ondan memnundular; sapına kadar
insandı onlar, vuruyor, sokuyor, parçalıyor, öldürüyorlardı. İnsan olmak
arzusuyla, olduğuma dair bir ipucu aradım ben de; ama insan olmanın yolu bir
silah yapıp can almaktan geçiyorsa, belli ki ben ya son derece defolu bir
insandım.
“Kadınlar, Ejderhalar, Rüyalar”ın içinde.
Başlığı ben koydum: "Ve kadın çuvalı yarattı" DK
Başlığı ben koydum: "Ve kadın çuvalı yarattı" DK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder