12 Aralık 2015 Cumartesi

Ve Kadın Çuvalı Yarattı...

Ursula K. Le Guin

Çuval Kuramı Üzerine
http://www.123rf.com/photo_7423764_still-image-of-burlap-sacks-full-with-different-herbs-seasonings-ingredients-and-spices-used-in-prep.html
Bildiğimiz kadarıyla insansıların evrim geçirip insana dönüştüğü ılımlı ve tropik bölgelerde, türün temel gıdası bitkilerdi. Paleolitik, Neolitik ve tarihöncesi çağlarda, o bölgelerdeki insanlar yüzde 65 ila 80 oranında toplayıcılık yaparak besleniyorlardı; yalnızca kutup iklimlerinde et başlıca gıda maddesi olarak kendini gösteriyordu. Mamut avcıları bütün ihtişamlarıyla mağara duvarlarını ve zihni işgal etseler de, aslında o çağlarda hayatımızı ve tombulluğumuzu tohum, kök, yaprak, filiz, fidan, kabuklu yemiş, böğürtlen, meyva ve tahıl, böcek ve deniz kabukluları toplayarak sürdürüyor, protein oranını yükseltmek için de ağ veya tuzak kullanarak kuş, balık, fare, tavşan gibi korkunç dişleri olmayan küçük hayvanlar yakalıyorduk.
Üstelik, tarımın icadından sonra başkalarının tarlalarında kölelik eden köylülerle ya da uygarlığın icadından itibaren ücret karşılığında çalışan işçilerle kıyaslanmayacak ölçüde az emek harcıyorduk bunun için. Tarih öncesinin ortalama insanı, haftada on beş saat kadar çalışarak gül gibi geçinip gidiyordu.

İnsan haftada on beş saat çalışmayla hayatını kazanabiliyorsa, başka şeyler için pek fazla zaman kalıyor demektir. O kadar ki, belki de hayatlarını renklendirecek çocukları, el işçiliği, aşçılık, şarkı söylemek gibi yetenekleri ya da kafa yoracak pek enteresan düşünceleri olmayan huzursuz tipler, bu zaman bolluğu yüzünden şöyle bir dolanıp mamut avlamaya karar vemiş olabilirler. Sonra da, becerikli avcılar sırtlarında bir ton et, bol bol fildişi ve bir hikaye taşıyarak yorgun argın geri dönüyorlardı. Hayatı değiştiren şey et değildi burada. Hikayeydi.

Yabani yulaf tohumuna ellerimin bütün gücüyle asılıp kabuğundan kopardım, sonra bir tane daha, bir tane daha, bir tane daha, bir tane daha topladım, sonra pirelerin ısırdığı yerlerimi kaşıdım, Ool komik bir şey anlattı, derken dereye gidip bir su içtik, biraz da kertenkeleleri seyrettik, sonra oralarda biraz daha yulaf görmeyeyim mi... diye devam eden bir macerayı şöyle gerçekten sürükleyici bir hikaye haline getirmek hiç kolay değil. Mızrağımı o kıllı, devasa gövdeye sapladım; o sırada canavar Oob’u kocaman dişlerinden birine geçirmiş havada savuruyor, Oob avaz avaz haykırarak kıvranıyor, kanı kıpkızıl yağmur gibi üstümüze boşanıyordu, neyse ki şaşmaz okumla mamutu tam gözünden vurdum, beyni dağılınca hayvan devrildi, Boob da onun altında kalıp unufak oldu... gibi bir anlatıyla karşılaştırılamaz, klasmana bile girmez.

Bu ikinci hikayede yalnız Eylem değil, bir de Kahraman var. Kahramanlar güçlüdür. Siz neye uğradığınızı anlamadan, bir de bakarsınız ki yabani yulaf çayırındaki adamlar ve kadınlar, onların çocukları, yapıcıların el becerisi, düşünenlerin düşünceleri ve şarkıcıların şarkıları o örgüye eklenmiş, hepsi kahramanın öyküsünde göreve koşulmuş. Ama hikaye onların değil, kahramanın hikayesi.

Virginia Woolf sonradan Three Guineas (Üç Lira) adıyla yayımlanan kitabı tasarlarken, defterinde “Sözlük” diye bir başlık açmıştı; farklı bir hikaye anlatabilmek için İngilizceyi yeni bir plan doğrultusunda baştan kurmayı düşünüyordu. Bu sözlükte kahramanlık maddesinin karşılığı “botulizm” (gıda zehirlenmesi) olarak geçer. Kahraman'ın karşılığıysa, “şişe”dir. Kahramanı şişe olarak almak, katı bir değerlendirme. Ben de şimdi şişeyi kahraman olarak öneriyorum. Cin veya şarap şişesini değil de, eskiden olduğu gibi kap manasında, içinde başka bir şey taşıyan bir nesne manasında şişeyi.

Eğer içine dolduracak bir kabınız yoksa, yulaf gibi uysal ve beyinsiz bir yiyecek bile elinizden kaçıp gider. Elinizin altındayken yiyebildiğiniz kadarını midenize indirirsiniz, ne de olsa en temel kap midedir; ama yarın sabah yağmurlu, buz gibi havada uyandığınız zaman da ağzınıza atacak bir iki avuç yulafınız olsa, biraz da küçük Oom’a verseniz de ağlaması dursa fena olmazdı hani; iyi de, bir mide ve bir avuç dolusundan fazlası eve nasıl götürülür? Ne yapalım, yağmur altında kalkıp vıcık vıcık çamur olmuş allahın cezası çayıra gidersiniz, orada da bebeyi içine koyacak bir şeyim olsaydı da yulafları iki elimle toplayabilseydim diye aklınıza gelir. Bir yaprak, boş bir kabak, bir deniz kabuğu, çanta çuval torba şişe çanak kutu kap. Tutacak bir şey. Doldurulacak bir şey.

İlk kültürel gereç, büyük ihtimalle doldurulacak bir nesneydi... Pek çok kuramcı, en erken kültürel buluşların toplanan ürünlerin içine doldurulduğu bir kap ve bir de file gibi bir taşıma gereci olması gerektiğini belirtiyor.

Women's Creation'da (Kadınların Yaratısı) Elizabeth Fisher böyle diyor. Ama yo, olamaz. O harikulade, büyük, uzun, sert şey nerede? Hani yanlış hatırlamıyorsam bir kemikti de bu, filmde Maymun Adam bunu alıp ilk defa birinin beynini göçertmiş sonra da dünyanın ilk kitabına uygun cinayetini işledim diye aşka gelip havaya fırlatmıştı, o da havada döne döne uzay gemisi olmuş, kozmosu yarıp döllemiş, filmin sonunda da (her nasılsa) bir rahime, herhangi bir koruyucu çerçeveye gerek duymadan Samanyolu’nda süzülen güzel mi güzel ve elbette erkek bir cenin yaratmıştı? Bilmiyorum. Umurumda bile değil. Ben o hikayeyi anlatmıyorum. 

Onu daha önce duyduk; bütün o sopalar, mızraklar, kılıçlar, o beyin göçerten, saplanan, vurulan şeyler, o uzun ve sert şeyler hakkında işitmediğimiz şey kalmadı; ama içine bir şeyler konan şeyi, mazrufun zarfını şimdiye kadar hiç dinlemedik. Bu yeni bir hikaye. Yeni bir haber.

Ama eski de. Sonradan icat edilmiş, lüks, olmasa da olur bir gereç olan silahtan önce (düşünürseniz, herhalde çok çok önce); gerekli bıçak ve baltadan çok önce; vazgeçilmez kesici, öğütücü ve kazıcı gereçlerle aynı sıralarda -çünkü yiyemediklerinizi eve taşımak için kullanacağınız bir şey yoksa, dünyanın patatesini kazıp çıkarmanın manası olmazdı. Enerjiyi dışa vuran gereçten ya önce ya onunla beraber, enerjiyi eve taşıyan gereci yaptık. Bana mantıklı geliyor. Fisher’ın insanın evriminde Çuval Kuramı dediği kuramın yandaşıyım ben.

Bu kuram yalnızca geniş kuramsal belirsizlik alanlarını açıklayıp (çoğunlukla kaplan, tilki, vs. gibi arazi hakimiyetine son derece düşkün memelilerin doldurduğu) geniş kuramsal saçmalık alanlarından kaçınmakla kalmıyor; aynı zamanda şahsen bana da insanlığın evriminde şimdiye kadar hiç hissetmediğim biçimde bir kök sunuyor. Kültürün doğuşu ve gelişimi sokmaya, parçalamaya, öldürmeye yarayan uzun ve sert aletlerin kullanımıyla açıklandığı müddetçe, kendime orada bir pay ne görebilmiş, ne de istemiştim. Bu kuramcıların sözünü ettiği toplum, bu uygarlık, besbelli onlarındı; ona sahiptiler, ondan memnundular; sapına kadar insandı onlar, vuruyor, sokuyor, parçalıyor, öldürüyorlardı. İnsan olmak arzusuyla, olduğuma dair bir ipucu aradım ben de; ama insan olmanın yolu bir silah yapıp can almaktan geçiyorsa, belli ki ben ya son derece defolu bir insandım.

“Kadınlar, Ejderhalar, Rüyalar”ın içinde.

Başlığı ben koydum: "Ve kadın çuvalı yarattı" DK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder