Murat Belge
Bir toplumu meydana getiren halk, hayatında adalet
kavramının geçerli olduğuna dair inancını kaybederse, öyle bir toplum kolay
kolay iflah olmaz.
Doğulu, Ortadoğulu toplumlarda, bu 'adalet' özlemi çok daha
köklüdür, nedeni de gayet basit: onsuz yaşadıkları inancı çok daha eskidir.
Onun için bizde İkinci Meşrutiyet ilan edildiğinde, sokaklara dökülen ahali, Fransız Devrimi'nden öğrenilen üç talebe bir de dördüncüsünü eklemişti: 'Hürriyet, müsavat, uhuvvet', evet. Ama eklenen o dördüncü, hepsinin önündeydi: 'Adalet, hürriyet, müsavat, uhuvvet.'
Onun için bizde İkinci Meşrutiyet ilan edildiğinde, sokaklara dökülen ahali, Fransız Devrimi'nden öğrenilen üç talebe bir de dördüncüsünü eklemişti: 'Hürriyet, müsavat, uhuvvet', evet. Ama eklenen o dördüncü, hepsinin önündeydi: 'Adalet, hürriyet, müsavat, uhuvvet.'
Tabii bunların böylece bağırılması, burada olan olayı bir
'devrim' olmaktan çıkarır. İnsanlar sokağa çıkmış 'adalet!' diye
bağırıyorlarsa, kendilerine var olandan 'daha adil' bir adalet sağlayacak bir
'otorite'yi çağırıyorlar demektir. Durum buysa, bundan çıkarılacak sonuç da
basit: bu insanlar devrim mevrim yapmamış... Devrimi yapan, 'adalet' diye
bağırma gereğini duymaz, çünkü bundan böyle adaleti kendisi sağlayacaktır,
zaten devrimi de bunun için yapmıştır.
İkinci Meşrutiyet 'devrim'imizde hava bu değildi ve olan da
zaten devrimden başka bir şeydi. Belki bu öz Türkçe 'devrim' reolojizmi de Türk
bilinçaltında 'révolution' kavramının nasıl algılandığını anlatıyor bize.
'Devrim', besbelli, 'devirmek'ten gelen bir şey. Oysa 'révolution'un, en
azından kâğıt üzerindeki anlamı, bir şeyi 'devirmek'ten çok yeni bir şeyi
'kurmak' olmalı. Bizde ve bizim gibi toplumlarda ise (Marx ile Engels'in daha
çok mektuplaşmalarında sık sık değindikleri şekilde) iktidarların sık sık
alaşağı edilmesi alışılmış bir olaydır.
Ama 'iktidardaki' değişti diye, iktidarın yapısı değişmez,
yani 'yeni' bir şey kurulmaz.
Böyle olunca da, 'Meşrutiyet ilan edildi' diye -bunun ne anlama geldiğini anlayıp- sokağa dökülen atalarımız, her şeyden önce 'adalet' diye bağırmışlardı. Bir 'devrilen' olduğuna göre, bir de 'onun yerine çıkan' olacaktı. Bu, her kimse, 'biz'den başka biriydi, tanım gereği. 'Adalet' diye bağırarak, bir öncekinden daha 'âdil' olmasını sağlamaya çalışıyordu o tarihteki atalarımız.
Böyle olunca da, 'Meşrutiyet ilan edildi' diye -bunun ne anlama geldiğini anlayıp- sokağa dökülen atalarımız, her şeyden önce 'adalet' diye bağırmışlardı. Bir 'devrilen' olduğuna göre, bir de 'onun yerine çıkan' olacaktı. Bu, her kimse, 'biz'den başka biriydi, tanım gereği. 'Adalet' diye bağırarak, bir öncekinden daha 'âdil' olmasını sağlamaya çalışıyordu o tarihteki atalarımız.
Sonra daha başka 'devrim'ler de yaşadık, ama bu temel durum
değişmedi. 'Adalet' ihtiyacı da azalmadı. Bugün gene bir sarsıntı olsa,
sokaktaki adamın içgüdüsel tepkisi 'adalet' diye bağırmak olur. Bir toplum
'demokrasi'yi öğreninceye kadar bu iş böyle gider zaten.
Ama bu bir kısırdöngü. 'Adalet'in bir türlü sağlanamadığı
bir toplumda da demokrasi olmaz, demokrasi yönünde kaydadeğer bir kıpırtı
olmaz. Niye olsun ki?
Bugünlerde Türkiye'de, 'adalet' denince, 301. madde
çevresinde dönen birtakım davalar ve onların karşısında takınılan çeşitli
tavırlar akla geliyor. Aslında Türkiye dışında da herkesin aklına gelen bu
(dünkü yazıda söylediğim gibi, şu günlerde, 301'den açılmış davalar,
Türkiye'nin imgesini oluşturuyor Avrupa'da). Olli Rehn, örneğin, bunları 1000
kere anlattığını söyleyip "Bu tür maddeleri uygulayıp yazarları ve
gazetecileri yargılayan bir ülkenin AB üyeliğini düşünemiyorum" diyor. Ama
Adalet Bakanı Cemil Çiçek de yargıç ve savcıların 'ince ayar' yaptığını
söyleyip, 'sabırlı' olmamızı salık veriyor. Bu iki yaklaşımın uyuşmazlığı
ortada. Ama Cemil Çiçek ve benzerleri demokrasiyi herkesin aklına geleni
söylemesi olarak anladıkları için olsa gerek, Rehn'in dediğiyle bu 'sabır'
tavsiyesinin bir arada var olabileceğine inanıyorlar.
301 ve onun çevresinde dönenler şüphesiz çok önemli. Bu
ülkede 'adalet' kavramının bir yere oturmadığının göstergesi olarak devam edip
gidiyorlar ('Hukukçular Derneği'nin yanı sıra vazifeşinas savcıların da
katkılarıyla). Ama bu toplumda insanların 'adalet' kavramıyla selamı sabahı
kesip haklarını kendi bildikleri biçimde aramalarının asıl nedeni bunlar değil.
301 ve benzerlerinden çok farklı yerlerde olan öyle şeyler var ki, onların
olduğu bir ülkede, 'adalet' kelimesinin herhangi bir anlamı olduğuna inanmak
mümkün değil. İlk cümleme döneyim: adalet kavramının geçerliliğine inancını
yitirmiş bir toplum, kolay kolay iflah olmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder