Kürşat Bumin
18 Kasım
2009 Çarşamba
'Kötülüğün
Sıradanlığı' (devam)
Dünkü yazıda
A.Turan Alkan'ın (Zaman) şu günlerde hemen her zeminde tartışılan "Dersim
isyanı" (ya da Başbakan'ın ifadesiyle "Dersim katliamı")
meselesine ilişkin bir zamanlar dinlediği bir "hatıra"dan hareketle
kaleme aldığı önemli bir yazıyı değerlendirmeye çalışmıştık. Söz konusu yazı,
çok kısaca söyleyecek olursak, "bireysel sorumluluk" kavramını
merkeze alıyordu.
Zamanında "Dersim harekâtı"na katılan o "Beş
vakit namazında, mûtekid, Müslüman, mazbut" adam, nasıl olup da
"Vaktiyle bir futbol karşılaşmasında veya aile düğününde yaşanan sıradan
şeyleri anlatır gibi", "Boş bir çuvala dürter gibi
süngülüyorduk" diyebiliyordu. "Kendini olup bitenlerden tecrîd etmiş,
alıp kenara çıkarmış" bir tuhaf ruh hali içinde…
Takdir
edersiniz ki konu son derece önemli. Farkındayım tabii ki; değil bir, bin köşe
yazısı ile bile altından kalkılamayacak etik ve de politik bir sorunla karşı
karşıyayız.
Tamam,
anlatılan hikaye çerçevesinde düşünülecek olursa , "emir demiri
keser" derler. Ama unutmayalım ki, emrin yerine getirilmesi sürecinde
etrafınızda "son halka"yı yerine getirecek kimse bulamazsanız hiçbir
şeyi "kesemezsiniz". Şaka değil, masumların
"süngülenmesi"nden söz ediyoruz…
Hannah
Arendt'in "Eichmann Kudüs'te" adlı eserini bu çerçevede
hatırlatmıştım. Alt başlığında "kötülüğün sıradanlığı"ndan söz eden
ve yayınlandığında etrafında büyük tartışmaların yaşandığı şu ünlü kitap yani.
İsrail
istihbaratı tarafından Arjantin'de bulunup paketlenerek Kudüs'te hâkim
karşısına çıkarılan Eichmann, bir soykırım suçlusudur. Katliamlara doğrudan
katılmamış, Yahudilerin topluca yok edilmesi planlarını "bürosundan"
yönetmiştir. Arendt'in bir Amerikan gazetesi adına izlediği duruşmalarda sanık
sandalyesinde oturan kişiyle ilgili ilk izlenimi, bunca canavarlığı
'bürosundan" yöneten bu adamın hiç de bir canavara benzememesidir.. Ayrıca
fanatik bir ideolog hali de yoktur. Hatta inançlı bir antisemit gibi de
durmamaktadır. Tam tersine iyi bir eş, sevgi dolu bir baba, iyi bir komşu
olarak nitelenebilecek birisi vardır karşımızda… O bir "memur"
olarak, kendisinden istenen işleri titizlikle yerine getirmiş
"normal" bir insandır. Dava bitiminde idam cezası ile
cezalandırılacak olan bu soykırım suçlusu –"Dersim harekâtı"nda
başından geçenleri sakin sakin anlatan ihtiyar gibi- "aramızdan
birisi"dir.
Arendt, işte
bu "beklenmedik" durumu anlayabilmek için "kötülüğün
sıradanlığı" kavramını icat eder. Bu kavram zamanında bazılarınca ileri
sürüldüğü gibi Eichmann'ı suçsuz çıkarmak için icat edilmemiştir kuşkusuz. Bu
nazi memuru suçludur ve idam edilecektir; bu kavram önümüzdeki örnekten
hareketle bizi felsefi bir tartışmaya davet etmektedir.
"Kötülüğün
sıradanlığı" kavramı, önce, Eichmann'ın sürekli "banaliteler"i
tekrarına, sadece "klişeler"le konuşmasına işaret etmektedir. Sanık
konuşmamaktadır; o sadece başkalarının sözünü tekrar etmektedir. Bu
"klişelerle konuşmak" konusu Arendt'in diğer eserlerinde de karşımıza
çıkmaktadır. Filozof bu çerçevede, "klişeler"in dilimize ve günlük
tartışmalarımıza girmesinden, "konuşma yetisi"nden ne derece yoksun
olduğumuzun ve de şiddeti bir araç olarak kullanmaya meylettiğimizin göstergesi
olarak söz etmektedir.
"Kötülüğün
sıradanlığı" kavramı, yapıp ettiklerimizden etkilenmemeyi, yargılamayı
reddetmeyi, risk alamamayı ifade etmektedir.
Duruşma
salonundaki Eichmann'ın gözleminden çıkan sonuç, onun "düşünme" ve
iletişim yetersizliğidir. Yalan söylediğinden değil, kendisini başkasının
sözlerine, başkasının varlığına ve sonuç olarak gerçekliğe karşı korumak için
son derece güçlü savunma mekanizmaları ile çevirmiş olmasından dolayı.
Arendt'e
göre, Eichmann'ın çağının önce gelen canilerinden birisi olmasının nedeni bir
aptal değil bilinçsiz birisi olmasıydı. O yaptığı kötülüğü bilmiyor ve
duymuyordu, seçmemeyi seçmişti.
Demek ki iş
dönüp dolaşıp geliyor "yargı yetisi"ne. Siyasette ve etikte
iyi-kötüyü ayırt etme-edebilme yetisine sahip olmaya. Arendt'in bu "yeti"ye
sahip olanlara ilişkin verdiği örnekler de önemli. Dönemin Almanyası'nda
nazizme başından itibaren karşı çıkanları hatırlatırken, bu tutumun
sınıfsal-kültürel gibi sınıflandırmaları tanımadığını belirtiyor. Farklı siyasi
kanattan insanlar, sırasında iyi eğitimli, sırasında sade insanlar fark
etmiyor. Bu çerçevede iki köylünün şu hikayesini de aktarıyor: Savaşın
sonlarına doğru iki köylü "SS bayrağı" altına çağırılırlar. Bu iki
genç kabul etmezler ve idam edilirler. Ailelerine yazdıkları mektupta vicdanları
SS'lerin yerine getirdikleri emirlere uymaya izin vermediği için ölümü
seçtiklerini söylerler. "İyi ve kötüyü ayıran yetilerine
dokundurtmadan." Eğer kötülük yapmayı engelleyen düşünce ise, bu düşünce
yüksek bir kültür gerektirmemektedir. Kötülüğü yerine getirmeyi reddedenler,
kendileriyle diyalog alışkanlığı olanlardır. Kendilerini yargılamayı göze
alanlardır. Çok daha gelişmiş bir değerler sistemine sahip olduklarından ya da
iyi ve kötülüğe dair eski normların onların zihin ve vicdanlarında daha derinden
kazındığından ötürü değil. Onları kötülükten uzak tutan kriter bambaşkaydı. Şu
kriter yani: "Söz konusu eylemleri gerçekleştirdikten sonra kendileriyle
barış içinde yaşamaları ne derece mümkündü?" Daha da önemlisi belki,
öldürmeyi reddedenler, içlerinde bir "katil" ile yaşamayı göze
alamayanlardı.
"İçimizdeki
katil" ile yaşamayı göze alabilmek… Çok etkileyici –ve de ikna edici-
değil mi?
http://www.yenisafak.com/yazarlar/kursatbumin/kotulugun-siradanligi-devam-19596
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder