8 Aralık 2015 Salı

Kürşat Bumin: Kötülüğün Sıradanlığı




Kürşat Bumin

18 Kasım 2009 Çarşamba
'Kötülüğün Sıradanlığı' (devam)

Dünkü yazıda A.Turan Alkan'ın (Zaman) şu günlerde hemen her zeminde tartışılan "Dersim isyanı" (ya da Başbakan'ın ifadesiyle "Dersim katliamı") meselesine ilişkin bir zamanlar dinlediği bir "hatıra"dan hareketle kaleme aldığı önemli bir yazıyı değerlendirmeye çalışmıştık. Söz konusu yazı, çok kısaca söyleyecek olursak, "bireysel sorumluluk" kavramını merkeze alıyordu. 

Zamanında "Dersim harekâtı"na katılan o "Beş vakit namazında, mûtekid, Müslüman, mazbut" adam, nasıl olup da "Vaktiyle bir futbol karşılaşmasında veya aile düğününde yaşanan sıradan şeyleri anlatır gibi", "Boş bir çuvala dürter gibi süngülüyorduk" diyebiliyordu. "Kendini olup bitenlerden tecrîd etmiş, alıp kenara çıkarmış" bir tuhaf ruh hali içinde…

Takdir edersiniz ki konu son derece önemli. Farkındayım tabii ki; değil bir, bin köşe yazısı ile bile altından kalkılamayacak etik ve de politik bir sorunla karşı karşıyayız.

Tamam, anlatılan hikaye çerçevesinde düşünülecek olursa , "emir demiri keser" derler. Ama unutmayalım ki, emrin yerine getirilmesi sürecinde etrafınızda "son halka"yı yerine getirecek kimse bulamazsanız hiçbir şeyi "kesemezsiniz". Şaka değil, masumların "süngülenmesi"nden söz ediyoruz…
Hannah Arendt'in "Eichmann Kudüs'te" adlı eserini bu çerçevede hatırlatmıştım. Alt başlığında "kötülüğün sıradanlığı"ndan söz eden ve yayınlandığında etrafında büyük tartışmaların yaşandığı şu ünlü kitap yani.

İsrail istihbaratı tarafından Arjantin'de bulunup paketlenerek Kudüs'te hâkim karşısına çıkarılan Eichmann, bir soykırım suçlusudur. Katliamlara doğrudan katılmamış, Yahudilerin topluca yok edilmesi planlarını "bürosundan" yönetmiştir. Arendt'in bir Amerikan gazetesi adına izlediği duruşmalarda sanık sandalyesinde oturan kişiyle ilgili ilk izlenimi, bunca canavarlığı 'bürosundan" yöneten bu adamın hiç de bir canavara benzememesidir.. Ayrıca fanatik bir ideolog hali de yoktur. Hatta inançlı bir antisemit gibi de durmamaktadır. Tam tersine iyi bir eş, sevgi dolu bir baba, iyi bir komşu olarak nitelenebilecek birisi vardır karşımızda… O bir "memur" olarak, kendisinden istenen işleri titizlikle yerine getirmiş "normal" bir insandır. Dava bitiminde idam cezası ile cezalandırılacak olan bu soykırım suçlusu –"Dersim harekâtı"nda başından geçenleri sakin sakin anlatan ihtiyar gibi- "aramızdan birisi"dir.

Arendt, işte bu "beklenmedik" durumu anlayabilmek için "kötülüğün sıradanlığı" kavramını icat eder. Bu kavram zamanında bazılarınca ileri sürüldüğü gibi Eichmann'ı suçsuz çıkarmak için icat edilmemiştir kuşkusuz. Bu nazi memuru suçludur ve idam edilecektir; bu kavram önümüzdeki örnekten hareketle bizi felsefi bir tartışmaya davet etmektedir.

"Kötülüğün sıradanlığı" kavramı, önce, Eichmann'ın sürekli "banaliteler"i tekrarına, sadece "klişeler"le konuşmasına işaret etmektedir. Sanık konuşmamaktadır; o sadece başkalarının sözünü tekrar etmektedir. Bu "klişelerle konuşmak" konusu Arendt'in diğer eserlerinde de karşımıza çıkmaktadır. Filozof bu çerçevede, "klişeler"in dilimize ve günlük tartışmalarımıza girmesinden, "konuşma yetisi"nden ne derece yoksun olduğumuzun ve de şiddeti bir araç olarak kullanmaya meylettiğimizin göstergesi olarak söz etmektedir.

"Kötülüğün sıradanlığı" kavramı, yapıp ettiklerimizden etkilenmemeyi, yargılamayı reddetmeyi, risk alamamayı ifade etmektedir.
Duruşma salonundaki Eichmann'ın gözleminden çıkan sonuç, onun "düşünme" ve iletişim yetersizliğidir. Yalan söylediğinden değil, kendisini başkasının sözlerine, başkasının varlığına ve sonuç olarak gerçekliğe karşı korumak için son derece güçlü savunma mekanizmaları ile çevirmiş olmasından dolayı.
Arendt'e göre, Eichmann'ın çağının önce gelen canilerinden birisi olmasının nedeni bir aptal değil bilinçsiz birisi olmasıydı. O yaptığı kötülüğü bilmiyor ve duymuyordu, seçmemeyi seçmişti.

Demek ki iş dönüp dolaşıp geliyor "yargı yetisi"ne. Siyasette ve etikte iyi-kötüyü ayırt etme-edebilme yetisine sahip olmaya. Arendt'in bu "yeti"ye sahip olanlara ilişkin verdiği örnekler de önemli. Dönemin Almanyası'nda nazizme başından itibaren karşı çıkanları hatırlatırken, bu tutumun sınıfsal-kültürel gibi sınıflandırmaları tanımadığını belirtiyor. Farklı siyasi kanattan insanlar, sırasında iyi eğitimli, sırasında sade insanlar fark etmiyor. Bu çerçevede iki köylünün şu hikayesini de aktarıyor: Savaşın sonlarına doğru iki köylü "SS bayrağı" altına çağırılırlar. Bu iki genç kabul etmezler ve idam edilirler. Ailelerine yazdıkları mektupta vicdanları SS'lerin yerine getirdikleri emirlere uymaya izin vermediği için ölümü seçtiklerini söylerler. "İyi ve kötüyü ayıran yetilerine dokundurtmadan." Eğer kötülük yapmayı engelleyen düşünce ise, bu düşünce yüksek bir kültür gerektirmemektedir. Kötülüğü yerine getirmeyi reddedenler, kendileriyle diyalog alışkanlığı olanlardır. Kendilerini yargılamayı göze alanlardır. Çok daha gelişmiş bir değerler sistemine sahip olduklarından ya da iyi ve kötülüğe dair eski normların onların zihin ve vicdanlarında daha derinden kazındığından ötürü değil. Onları kötülükten uzak tutan kriter bambaşkaydı. Şu kriter yani: "Söz konusu eylemleri gerçekleştirdikten sonra kendileriyle barış içinde yaşamaları ne derece mümkündü?" Daha da önemlisi belki, öldürmeyi reddedenler, içlerinde bir "katil" ile yaşamayı göze alamayanlardı.

"İçimizdeki katil" ile yaşamayı göze alabilmek… Çok etkileyici –ve de ikna edici- değil mi?

http://www.yenisafak.com/yazarlar/kursatbumin/kotulugun-siradanligi-devam-19596


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder