13 Aralık 2015 Pazar

Tarihteki Saptırmaları Tarihin İçinden Okumak





 30.09.2003  

İlhan Tekeli

Geçen haftalarda günlük gazetelerde daha çok Osmanlı tarihinin anlatısı içinde yer alan birçok olgunun hiçbir gerçek dayanağı bulunmadığı ya da bu dayanakların kuşkulu olduğu konusunda yazılar ve röportajlar yer aldı. Bu yazılarda Ulubatlı Hasan diye birinin bulunmadığı, Fatih'in Ayasofya'ya atıyla girmediği, Osmanlıların gemilerini Kasımpaşa sırtlarından aşırmasının yoruma açık olduğu, Katerina'nın Baltacı Mehmet Paşa'nın çadırına gitmesinin söz konusu 
olmadığı vb. konuları üzerinde bir magazin malzemesi edasıyla duruldu. 

Her bilimsel faaliyet gibi tarih de yanlış çıkarılmaya her zaman açık kalacaktır. Yeni araştırmalar, yeni arkeolojik bulgular, yeni bakış açıları tarihin anlatısını değiştirecektir. Bu her bilim alanı için normal olan bir durumdur. Oysa gazetelerde yanlışlığı iddia edilen olgularda söz konusu olan yanlışlıklar bilimin normal pratiği içinde yapılmış ve bilimsel gelişme içinde elenmesi söz konusu olan yanlışlıklar değildir. Bunun ötesinde kimi tarih yazıcılarının bazı olayları anlatırken mistifiye ederek toplumun ideolojisini yönlendirmek amacıyla saptırması eleştirilmektedir. Bu bir magazin edası içinde gündeme getirilmiş olsa da önemli ve üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.

Burada ilginç bir paradoks ortaya çıkmaktadır. Belli bir tarihsel döneme ilişkin gerçek dışı olgular tarihten elenmekte, ama bu olmamış olgular başka bir dönemin tarihine sokulmuş olmaktadır. Sapmaların yaratıldığı yılları anlamak için tarih anlatısındaki bu sapmaların yeterli bir biçimde yorumlanması gerekmektedir. Yani bu sapmalar bir yandan elenirken, öte yandan tarihe mal edilmiş olmaktadır.

Sosyal bilim alanındaki çalışmalar, günümüzde gelenek olduğu varsayılan birçok olgunun aslında yeniden icat edildiğini açıkça göstermiştir. Kısaca yaptığımız bu saptamalar göstermektedir ki tarihçiler dünyasında sürekli bir iç çatışma yaşanmaktadır. 
Toplumlarda bir yandan günün gereksinmeleri doğrultusunda tarihi saptırma, öte yandan da bu sapmaları açığa çıkarma, temizleme eğilimi bir arada bulunmaktadır. Tarih alanındaki bu temizleme diğer bilim alanlarında yanlışların elenmesi sürecinden çok daha zor olmakta, büyük dirençle karşılaşılmaktadır. Bu zorluğu kavrayabilmek 
için toplumda tarihi saptırma gereksinmesinin nereden kaynaklandığına açıklık kazandırmak gerekir.

Denilebilir ki tarihte sapmalar yaratmak gereksinmesi ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla yoğunluk kazanmıştır. Ulus devletin ortaya çıkmasıyla birlikte bireylerin kimliklerinin kendi yerel çevrelerinden koparılarak daha büyük ülke mekânını kapsayacak biçimde yeniden kurulması gerekmiştir. Emeğin sanayide çalışacak biçimde serbestleştirilmesi, ülke pazarının bütünleştirilmesi ve büyütülmesi vb. işlevler için bu gereklidir. İşte ulusçuluk ideolojileri bu yerel üstü mekânda yeni bir kimlik inşası işlevini yüklenmektedir. Bu ideolojiler de kimlik inşasını gerçekleştirmek için tarihe başvurmaktadır.

Ulusçuluk yöneldiği ulusun ezelden ebede kadar uzanan sürekliliğini kurmak ister. Ama çoğu kez bu devamlılık açıkça kurulamaz. Ulusçuluk ideolojisi ve bilinci aslında yeni ortaya çıkmıştır. Onu ezele kadar uzandırmanın yolu, genellikle "uyanma" metaforunun kullanılması yardımıyla bulunur. Uyuyan bilinç uyanmıştır. Bizim yeni olarak gördüklerimiz işte bu uyanış sonrasında olanlardır, onların kökleri uyanış öncesinde de bulunmaktadır, ama onları görebilmek için geçmişe bu gözlükle bakmak gerekmektedir.

Bir ulusun üyeleri kendilerini diğer uluslardan ayrı bir kimliğe sahip olarak hissedebilmek için, kendilerini diğer uluslardan farklı olarak görmelidirler. Ulusal ideolojiler bu farklılığın yaratılmasında iki farklı strateji kullanmaktadırlar. Bunlardan birincisi ötekiler yaratmaktır. Düşmanlıkları içteki dayanışmayı sağlayıcı bir araç olarak kullanmaktır. 

Ama "öteki" yaratmak tek başına yeterli olmamaktadır. O ulusun üyeleri farklılıklarını kendilerinin olumlu gördüğü değerler üzerinden kurabilmelidirler. İşte ezelden ebede kadar uzanacak özcü nitelikler taşıyan bu üstünlüklere inancı sağlamakta tarih kullanılmaktadır. Saptırılan bu tarihi başkaları kabul etmese bile bu durum, ulusçuluk ideolojisi bakımından o kadar önemli değildir. 
Önemli olan o ulusun üyelerinin buna inanmasıdır. Son zamanlarda 
dünyaya açılan Türkiye'de bu tür bir tutum sürdürülememektedir. Bu tutum gazete sütunlarında "Türkün Türke propagandası" olarak adlandırılarak eleştirilmektedir. Eğer Türkiye bu durumdan yakınıyorsa tarih alanında yapacak çok şeyi var demektir.

Burada ilginç bir özellik dikkati çekmektedir: Bir ulusun sadece gününde gösterdiği başarıyla yetinmemesi; geçmişinde de başarılar görmek istemesi. Günümüzün zihniyetine göre geçmişinde olumlu değerlerle yüklü olmayan bir toplumun günümüzde başarılı olması daha çok övünç duyulacak bir olgudur. Oysa ulusçuluk ideolojilerinde gösterilmek istenen, bu olumlu özelliklerin yeni yaratılmış başarılar olmayıp geçmişe uzanan bir sürekliliğinin söz konusu olmasıdır. Bunun iki nedeni olduğu söylenebilir. Bunlardan birincisi, ulus kimliğine özcü bir nitelik kazandırmak isteğidir. 
İkincisi ise bireylerin kurulan söylemlere güven duyar hale gelmesinde ve beklentilerinin stabilize edilmesinde bir şeyin sürekli tekrar edilmesinin araçsal önemidir.

Böyle karmaşık etkiler altında oluşmuş tarih anlatılarının yapı sökümlerinin sağlanması magazinsel ele alışlardan çok daha ciddi çabalar gerektiriyor. Küreselleşen ve ulus devletlerin dışa açıldığı bir dünyada ulusçuluk anlayışıyla geliştirilmiş tarih anlatıları varlıklarını sürdürmekte zorlanıyor. Anlamlarını yitiriyor, saptırmalar göze batar hale geliyor. Ötekiler yaratmanın anlamı 
kalmıyor, etkileşimli dünyada kof öğünmeler sürdürülemiyor. Postmodernite büyük anlatılara karşı çıkıyor. Hâkim tekil kimlikler yerini çoklu kimliklere bırakmaya başlıyor.

Küreselleşme ilerledikçe önümüzdeki dönemde ulus devletlerin de varlıklarını koruyacakları anlaşılıyor. Öyle ise ulusçuluğun yeni koşullar altında kendisini yeniden tanımlaması gerekiyor. Bu da ulusların kimliklerini başka biçimlerde temellendirmesini getirecek. Bu durumda ulusçuluğun tarihle kuracağı ilişkiler de değişecek, belki de tarihteki saptırmalara çok gereksinmesi kalmayacaktır. 
Küresel dünyanın ulusçuluğu ötekileştirmeye, kof üstünlük iddialarına dayandırılamayınca ulusçuluğun, belli bir mekânda yaşayanların birbirine ve yaptıklarına gereksinim duymalarına, belli bir kültür içinde yaşamanın ortak deneyimlerinin yarattığı duygudaşlıklara ve genel olarak da insan sevgisine ve insana saygıya dayandırılması gerekecektir. Denilebilir ki bu ulus anlayışı içinde zamandaki sürekliliklerden çok mekândaki süreklilikler önem kazanacaktır. O halde de tarih üzerindeki ulusçu baskılar azalacaktır. 

Nitekim tarih yazıcılığında gözlediğimiz empatik anlayışa önem veren, ötekileştirme yaratmaya çalışmayan, siyasal tarihi geri plana iten, mikro tarihleri ön plana çıkaran gelişmeler bu yöndeki arayışların bir kanıtı olarak görülebilir.   


Toplumsal Tarih 118. Sayı 







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder