K. Murat Güney
Yönetmenliğini Gillo
Pontecorvo’nun üstlendiği “The Battle of Algiers” filmi 1964 yılında ilk kez
gösterildiğinde Cezayirliler Fransa’yla giriştikleri bağımsızlık savaşlarını
kazanalı iki yıl olmuştu. O zamanlar nüfusu 9 milyon olan Cezayir’in bir milyon
kaybına neden olan bu kanlı savaşın ardından çekilen filmde yönetmen özellikle
1954 ila 1957 arasında Cezayir şehri ve Cazbah bölgesi FLN’nin (National
Liberation Front) hareketi çerçevesinde gelişen politik ve toplumsal olayları
konu edinmişti. Filmin tarafgirliği ve içeriği üzerine tartışmaya başlamadan
önce “The Battle of Algiers”in gösteriminin 1971 yılına kadar Fransa’da yasak
olduğunu, o yıldan sonraki gösterimlerinin büyük çoğunluğunun da Cezayir’de
yapılan işkencelere dair sahneler sansürlenerek yayınlandığını belirtmekte
fayda var. Bu anlamda bir sinema eseri olmanın ötesine geçip, siyasal ve
toplumsal bir olguya dönüşen film, Vietnam (Viet Minh), İrlanda (IRA) ve
Nikaragua (Sandinistas) gibi başka coğrafyalarda süre giden ulusal bağımsızlık
hareketleri taraftarlarınca da sıklıkla izlenmiştir.
Bu değinmelerden sonra artık sırasıyla, filmin tarafgirliğini; Cezayir ve Fransa ulusları arasındaki kutuplaşmaların filmde nasıl sembolleştirildiğini ve Cezayir’in bir ulus olma sürecine dair filmden yakalanabilecek ayrıntıları tartışabiliriz. Böylece “The Battle of Algiers” filmi üzerinden anti-colonial hareketin ve üçüncü dünyanın uluslaşma sürecinin nasıl hem bir ulus olarak tanımlanabilmek için batıya “benzeme” ve hem de bağımsız olabilmek için sömürgeci batılı ulusa karşı “farklılığını” ortaya koyma çabasını beraberinde getirdiğini göstermeye çalışacağım.
“The Battle of Algiers” şüphesiz taraflı bir film. Eski bir PCI (İtalya Komünist Partisi) üyesi olan ve Sovyetlerin 1956’da Macaristan’ı işgalinin ardından partiden istifa edip bağımsız bir solcu olarak üçüncü dünyadaki ulusal kurtuluş hareketlerini destekleyen (hatta bir iddiaya göre FLN için bizzat Fransa’dan İsviçre bankalarına para aktaran) yönetmen Gillo Pontecorvo, film boyunca Cezayirlilerin tarafından soruna yaklaşıyor. Cazbah’ın Fransızlarca bombalanması, Cezayirlilere yapılan işkencelere dair sahneler, genel greve katılanların uğradığı şiddetli baskıların açıkça ortaya konması, bu tavrın göstergeleri olsa gerek. Lakin karşı tarafın, yani Fransa’nın özellikle askeri komutan Colonel Mathiue karakteri aracılığıyla zeki, saygın ve ağırbaşlı temsili, filmin taraflar arasındaki tutumunu biraz olsun dengeliyor. Özellikle belgesel tarzında çekilen bombalama, gösteri yürüyüşleri ve genel greve dair görüntüler, siyah beyaz çekim ve oyunculuğu ile ağırlığını koyacak tanınmış aktörün bulundurulmayışı “The Battle of Algiers”in oldukça objektif bir yapım olarak algılanabilmesini sağlıyor.
Film boyunca Fransız ve Cezayir ulusları arasındaki kutuplaşma Fransız komutan Colonel Mathiue ve FLN liderlerinden Cafer ve Ali ‘La Pointe’ karakterleri aracılığıyla resmediliyor. Colonel Mathiue, Hindiçin ve Süveyş’teki topraklarını kaybeden ve itibarını yeniden kazanabilmek için kendisinin de ifade ettiği gibi sağcısından solcusuna Cezayir’i kaybetmemekte kararlı olan Fransız ulusu adına askeri müdahaleyi yöneten bir kahraman, karşısındaki Cafer ise ulusunun bağımsızlığı için mücadele eden ve en az Mathieu kadar aydın ve saygın bir Cezayir milliyetçisi olarak canlandırılıyor.
Bu üst düzey ve karşılıklı saygı temelinde(!) şekillenen düşmanlığa karşın film aynı zamanda kutuplaşmanın sokaktaki şiddet dolu yansımasını da gösteriyor. Bir Fransız askerine karşı düzenlenen suikastın ardından sokakta her şeyden habersiz oturmakta olan yaşlı bir Arap’ın Fransızlarca “sadece Cezayir yerlisi olduğu için” suçlanıp tartaklanması bu durumun en çarpıcı örneği. Benzeri bir şekilde, filmde de gösterildiği gibi, Cezayirlilerin şehrin Cazbah bölgesine adeta hapsedilerek giriş çıkışların sıkı kontrol altına alınması ve Fransızlar ile Cezayirlilerin böylece coğrafi olarak da net sınırlarla ayrılmasının, karşı milliyetçiliğin Cezayirliler arasında yaygınlaşmasına vesile olduğu söylenebilir. Bir anlamda FLN’nin terörist saldırıları çifte etki yaratmıştır: Saldırılar bir taraftan Cezayir’de yaşayan Fransızları korkutup tedirgin ederken, diğer taraftan şiddeti tırmandırarak Fransızları baskıyı arttırmaya kışkırtmış ve sadece “yerli” olduğu için baskı görenleri adeta Cezayirli olmaya zorlayarak ulusal bir Cezayirlilik bilincinin oluşmasında etkili olmuştur. Çekilen acıların Cezayir halkını birbirine yakınlaştırmasının ve böylece Fransızları da keskin çizgilerle öteki ve düşman olarak tanımlamalarının uluslaşma sürecinde önemli bir payı olduğu aşikardır.
Lakin Cezayir’in uluslaşma sürecinde terörizmin bir yöntem olarak tek başına yeterli olamayacağı FLN’nin lider kadrosu tarafından bilinen bir gerçekti. Bu noktada FLN’nin sosyal alanın yeniden düzenlenmesine dair filmde yansıtılan iki bildirisi büyük önem taşıyor. Bunlardan ilki içki ve uyuşturucu alımının, satımının ve kullanılmasının yasaklanmasına dairdir ve bu yasa bir zaman Çin’de sömürgeci İngilizlerin ülkeye kaçak yolla soktukları afyonun yasaklanmasıyla sembolleşen anti-colonial harekete benzerliğiyle dikkat çekiyor. İkinci bildiri ise evlilik reformuna dair. FLN’nin bildirisi uyarınca modern ve geleneksel evlilik ritüelleri sentezlenerek kayıt altına alınıyor. Böylece FLN hem (Hobsbawm’ın creation of tradition olarak adlandıracağı bir şekilde) ulusal yapay bir gelenek oluştururken hem de yasama, yürütme, kontrol altına alma mekanizmalarını üzerine alarak devletleşme yolunda ilk adımlarını atmış oluyor.
Filmin FLN’nin terörist bir örgütten toplumsal bir harekete nasıl dönüştüğüne dair en çarpıcı sahnesi şüphesiz Ali ‘La Pointe’ ve Cafer arasında geçen tartışma. Cafer, FLN’nin kitlesel bir hareketine dönüşmesi taraftarı olan elit ve entelektüel bir portre çiziyor, diğer yandan şiddet yanlısı, cahil ve halka daha yakın görünen Ali silahlı mücadelenin tek yol olduğunu düşünüyor. Cafer bu tartışmada Cezayir’in BM tarafından tanınan saygın bir ulus olabilmesi için şehir gerillası yöntemlerinin ancak başlangıçta etkili olabileceğini, hareketin halk tarafından benimsenmediği sürece zayıf düşeceğini vurguluyor ve Cezayir şehrinde örgütledikleri genel grevin, ulus bilinci oluşmasına hizmet edeceğini savunuyor. Grev gerçekten de bu amaca hizmet ediyor ve Cezayir kurtuluş hareketine uluslararası toplumda bir saygınlık ve meşruiyet zemini sağlıyor. Bu noktada durup bir iki noktaya dikkat çekmek istiyorum.
Bir kere FLN liderlerinin büyük çoğunluğunu batılı görünümlü, elit ve büyük olasılıkla batıda (hatta Fransa’da) eğitim görmüş olduklar gözden kaçmayan bir gerçek. Ulusal bilinçlerini kazanmalarında bu eğitimin etkili olduğu söylenebilir. Kısacası FLN liderlerinin büyük çoğunluğu Avrupalı aydınlara “benzemek”tedir. Diğer tarafdan örgütledikleri eylem olan genel grev de Avrupa kökenli bir eylem olup Cezayir ve Arap gelenek ve tarihinde yeri yoktur. Tam da bu noktada talepleri, (ki FLN’nin nihai amacı Cezayir’in uluslar arası alanda bir ulus olarak “tanınması”dır.) yöntemleri, talepleri batıya (evrensele) “benzedikçe” Cezayir ulusal hareketi meşru, saygın ve diğer bağımsız uluslarla “eşit” olarak kabul edilmiştir. Diğer yandan benzeme süreciyle eş zamanlı olarak Cezayir ulusal hareketi, sömürgeci devlet Fransa’yla arasındaki farklılıkları netleştirip ondan ayrılmaya çalışmaktandır. Bu durum ilk başta bir paradoks gibi gözükmektedir ve bu çelişkinin de Benedict Anderson’u Imagined Communities adlı çalışmasında değindiği ulus kavramına ait üç paradokstan biri olan kavramın “formal universality” özelliğine karşılık “particularity in its manifestation” özelliğine de sahip olduğuna dair yaklaşımına denk düştüğü söylenebilir. Anderson’a göre ulus kavramı evrenseldir ve dünya uluslar şeklinde örgütlenmiştir, diğer yandan ulus olabilmek için her topluluk diğer uluslardan bir şekilde farklı olmak zorundadır. (Örneğin her ulusun bir ulusal dilinin olması evrensel bir gerçektir, diğer yandan her ulusal dil de birbirinden farklıdır.) Cezayir için de durum böyledir. Fransa, Cezayir’e göre hem diğer uluslarla eşit bir ulus olarak tanınabilmesi için örnek alınan ulus-devlet modelidir, hem de farklılığını tanımlayacağı düşmandır. Cezayir ne zaman bir kabile, aşiret topluluğu veya dinsel cemaat olmaktan çıkıp da batılı modele uygun bir ulusa dönüşmüştür (en azından kurumsal örgütlenme ve devlet bağlamında) o zaman batılı güçler Cezayir’i bağımsız bir ulus olarak tanıyıp oradan çekilmiştir. Baurillard Simulasyon ve Simulakr adlı kitabında bu yorumu daha da ileriye götürerek savaşı aslında Fransa’nın kazandığını ileri sürmüştür. Zira Fransa’nın karşısında artık denetlenemez birçok aşiret ve pre-modern topluluk yerine; tanımı ve sınırları belli, oyunu az çok kurallarına göre oynayan ve muhatap alabileceği bir devlet vardır. Yani Fransa kendini iyi kötü Cezayir’e zaten kopyalamıştır. Kısacası Anderson’un paradoksu aslında paradoks falan değildir. Hindistanlı sosyolog P. Chatterjee ise aksi görüştedir. Nation and ist Fragment adlı eserinde “Whose imagined community?” sorusunu yönelterek Anderson’un teorisini üçüncü dünyada yaşayanlar için kendi adlarına hayal edebilecekleri bir alan bırakmamakla eleştirir. Chatterjee’ye göre ulus olma sürecinde devletteki ile toplum ve kültürel alandaki dönüşümler birbirinden ayrılmalıdır. Örneğin Hindistan’daki uluslaşma sürecinde devlet tam anlamıyla batıyla birörnek gelişirken, sosyologa göre Hint kültürü batı kültürü ile sentezler oluşturarak özgünlüğünü korumuştur. Bu durumda anti-colonial hareket de bir “benzeme”den çok “farklılığını” ortaya koyma mücadelesidir. Her ne kadar devlet ile kültürel ve toplumsal yaşam arasında Chatterjee’nin vurguladığı denli derin bir ayrıklık olmadığı söylenebilirse (kültürün, sanatın ve toplumsal yaşamın da uluslaşma sürecinde batılı tarzda yoğun bir şekilde kurumsallaştığı gerçeği Chatterjee’nin teorisini bence zayıflatmaktadır) ve bugün artık iyiden iyiye küreselleşmiş ve medya teknolojileri ile kuşatılmış olan bir dünyada farklılıklardan söz etmek güç olsa da hala üçüncü dünya ila batı arasında farklar olduğu bir gerçektir. Bu durum belki de kendisini en açık şekilde Avrupa’nın Asya ve Afrikalı göçmenlere karşı yürüttüğü ayrımcı ve dışlamaya yönelik tavrında dışa vurmaktadır.
Bu uzun teorik tartışmalardan sonra tekrar “The Battle of Algiers” filmine dönecek olursak, filmin işte bu farklılık ve aynılıkların ortaya çıkışını yansıtması açısından tarihe tanıklık ettiğini söyleyebiliriz. Film sadece Cezayir’in ulusal kurtuluş hareketine değil aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden 60’ların ortalarına kadar başta Afrika olmak üzere dünyanın dört bir yanında hızla yükselen anti-colonial hareketlere ışık tutmaktadır.
Özellikle 1954-57 arası Cezayir’de şehir savaşı ve NFL’nin kent içinde Fransız ordusu tarafından sindirilmesi olan bitenleri konu eden “The Battle of Algiers” 1962’de Cezayir’e bağımsızlığını getiren kitlesel gösteri ve çatışma görüntüleriyle sona eriyor. İlk terörist saldırılardan beri epeyce yol kat etmiş olan ve 60’lardan sonra yeşil-beyaz ay yıldızlı ulusal bayrakları ve milli marşlarıyla bir ulus olmak için gereken son ritüelleri de yerine getiren Cezayir’in o tarihten bugüne BM üyesi saygın bir ulus olarak tanınmaması için artık hiçbir neden bulunmuyor.
Bu değinmelerden sonra artık sırasıyla, filmin tarafgirliğini; Cezayir ve Fransa ulusları arasındaki kutuplaşmaların filmde nasıl sembolleştirildiğini ve Cezayir’in bir ulus olma sürecine dair filmden yakalanabilecek ayrıntıları tartışabiliriz. Böylece “The Battle of Algiers” filmi üzerinden anti-colonial hareketin ve üçüncü dünyanın uluslaşma sürecinin nasıl hem bir ulus olarak tanımlanabilmek için batıya “benzeme” ve hem de bağımsız olabilmek için sömürgeci batılı ulusa karşı “farklılığını” ortaya koyma çabasını beraberinde getirdiğini göstermeye çalışacağım.
“The Battle of Algiers” şüphesiz taraflı bir film. Eski bir PCI (İtalya Komünist Partisi) üyesi olan ve Sovyetlerin 1956’da Macaristan’ı işgalinin ardından partiden istifa edip bağımsız bir solcu olarak üçüncü dünyadaki ulusal kurtuluş hareketlerini destekleyen (hatta bir iddiaya göre FLN için bizzat Fransa’dan İsviçre bankalarına para aktaran) yönetmen Gillo Pontecorvo, film boyunca Cezayirlilerin tarafından soruna yaklaşıyor. Cazbah’ın Fransızlarca bombalanması, Cezayirlilere yapılan işkencelere dair sahneler, genel greve katılanların uğradığı şiddetli baskıların açıkça ortaya konması, bu tavrın göstergeleri olsa gerek. Lakin karşı tarafın, yani Fransa’nın özellikle askeri komutan Colonel Mathiue karakteri aracılığıyla zeki, saygın ve ağırbaşlı temsili, filmin taraflar arasındaki tutumunu biraz olsun dengeliyor. Özellikle belgesel tarzında çekilen bombalama, gösteri yürüyüşleri ve genel greve dair görüntüler, siyah beyaz çekim ve oyunculuğu ile ağırlığını koyacak tanınmış aktörün bulundurulmayışı “The Battle of Algiers”in oldukça objektif bir yapım olarak algılanabilmesini sağlıyor.
Film boyunca Fransız ve Cezayir ulusları arasındaki kutuplaşma Fransız komutan Colonel Mathiue ve FLN liderlerinden Cafer ve Ali ‘La Pointe’ karakterleri aracılığıyla resmediliyor. Colonel Mathiue, Hindiçin ve Süveyş’teki topraklarını kaybeden ve itibarını yeniden kazanabilmek için kendisinin de ifade ettiği gibi sağcısından solcusuna Cezayir’i kaybetmemekte kararlı olan Fransız ulusu adına askeri müdahaleyi yöneten bir kahraman, karşısındaki Cafer ise ulusunun bağımsızlığı için mücadele eden ve en az Mathieu kadar aydın ve saygın bir Cezayir milliyetçisi olarak canlandırılıyor.
Bu üst düzey ve karşılıklı saygı temelinde(!) şekillenen düşmanlığa karşın film aynı zamanda kutuplaşmanın sokaktaki şiddet dolu yansımasını da gösteriyor. Bir Fransız askerine karşı düzenlenen suikastın ardından sokakta her şeyden habersiz oturmakta olan yaşlı bir Arap’ın Fransızlarca “sadece Cezayir yerlisi olduğu için” suçlanıp tartaklanması bu durumun en çarpıcı örneği. Benzeri bir şekilde, filmde de gösterildiği gibi, Cezayirlilerin şehrin Cazbah bölgesine adeta hapsedilerek giriş çıkışların sıkı kontrol altına alınması ve Fransızlar ile Cezayirlilerin böylece coğrafi olarak da net sınırlarla ayrılmasının, karşı milliyetçiliğin Cezayirliler arasında yaygınlaşmasına vesile olduğu söylenebilir. Bir anlamda FLN’nin terörist saldırıları çifte etki yaratmıştır: Saldırılar bir taraftan Cezayir’de yaşayan Fransızları korkutup tedirgin ederken, diğer taraftan şiddeti tırmandırarak Fransızları baskıyı arttırmaya kışkırtmış ve sadece “yerli” olduğu için baskı görenleri adeta Cezayirli olmaya zorlayarak ulusal bir Cezayirlilik bilincinin oluşmasında etkili olmuştur. Çekilen acıların Cezayir halkını birbirine yakınlaştırmasının ve böylece Fransızları da keskin çizgilerle öteki ve düşman olarak tanımlamalarının uluslaşma sürecinde önemli bir payı olduğu aşikardır.
Lakin Cezayir’in uluslaşma sürecinde terörizmin bir yöntem olarak tek başına yeterli olamayacağı FLN’nin lider kadrosu tarafından bilinen bir gerçekti. Bu noktada FLN’nin sosyal alanın yeniden düzenlenmesine dair filmde yansıtılan iki bildirisi büyük önem taşıyor. Bunlardan ilki içki ve uyuşturucu alımının, satımının ve kullanılmasının yasaklanmasına dairdir ve bu yasa bir zaman Çin’de sömürgeci İngilizlerin ülkeye kaçak yolla soktukları afyonun yasaklanmasıyla sembolleşen anti-colonial harekete benzerliğiyle dikkat çekiyor. İkinci bildiri ise evlilik reformuna dair. FLN’nin bildirisi uyarınca modern ve geleneksel evlilik ritüelleri sentezlenerek kayıt altına alınıyor. Böylece FLN hem (Hobsbawm’ın creation of tradition olarak adlandıracağı bir şekilde) ulusal yapay bir gelenek oluştururken hem de yasama, yürütme, kontrol altına alma mekanizmalarını üzerine alarak devletleşme yolunda ilk adımlarını atmış oluyor.
Filmin FLN’nin terörist bir örgütten toplumsal bir harekete nasıl dönüştüğüne dair en çarpıcı sahnesi şüphesiz Ali ‘La Pointe’ ve Cafer arasında geçen tartışma. Cafer, FLN’nin kitlesel bir hareketine dönüşmesi taraftarı olan elit ve entelektüel bir portre çiziyor, diğer yandan şiddet yanlısı, cahil ve halka daha yakın görünen Ali silahlı mücadelenin tek yol olduğunu düşünüyor. Cafer bu tartışmada Cezayir’in BM tarafından tanınan saygın bir ulus olabilmesi için şehir gerillası yöntemlerinin ancak başlangıçta etkili olabileceğini, hareketin halk tarafından benimsenmediği sürece zayıf düşeceğini vurguluyor ve Cezayir şehrinde örgütledikleri genel grevin, ulus bilinci oluşmasına hizmet edeceğini savunuyor. Grev gerçekten de bu amaca hizmet ediyor ve Cezayir kurtuluş hareketine uluslararası toplumda bir saygınlık ve meşruiyet zemini sağlıyor. Bu noktada durup bir iki noktaya dikkat çekmek istiyorum.
Bir kere FLN liderlerinin büyük çoğunluğunu batılı görünümlü, elit ve büyük olasılıkla batıda (hatta Fransa’da) eğitim görmüş olduklar gözden kaçmayan bir gerçek. Ulusal bilinçlerini kazanmalarında bu eğitimin etkili olduğu söylenebilir. Kısacası FLN liderlerinin büyük çoğunluğu Avrupalı aydınlara “benzemek”tedir. Diğer tarafdan örgütledikleri eylem olan genel grev de Avrupa kökenli bir eylem olup Cezayir ve Arap gelenek ve tarihinde yeri yoktur. Tam da bu noktada talepleri, (ki FLN’nin nihai amacı Cezayir’in uluslar arası alanda bir ulus olarak “tanınması”dır.) yöntemleri, talepleri batıya (evrensele) “benzedikçe” Cezayir ulusal hareketi meşru, saygın ve diğer bağımsız uluslarla “eşit” olarak kabul edilmiştir. Diğer yandan benzeme süreciyle eş zamanlı olarak Cezayir ulusal hareketi, sömürgeci devlet Fransa’yla arasındaki farklılıkları netleştirip ondan ayrılmaya çalışmaktandır. Bu durum ilk başta bir paradoks gibi gözükmektedir ve bu çelişkinin de Benedict Anderson’u Imagined Communities adlı çalışmasında değindiği ulus kavramına ait üç paradokstan biri olan kavramın “formal universality” özelliğine karşılık “particularity in its manifestation” özelliğine de sahip olduğuna dair yaklaşımına denk düştüğü söylenebilir. Anderson’a göre ulus kavramı evrenseldir ve dünya uluslar şeklinde örgütlenmiştir, diğer yandan ulus olabilmek için her topluluk diğer uluslardan bir şekilde farklı olmak zorundadır. (Örneğin her ulusun bir ulusal dilinin olması evrensel bir gerçektir, diğer yandan her ulusal dil de birbirinden farklıdır.) Cezayir için de durum böyledir. Fransa, Cezayir’e göre hem diğer uluslarla eşit bir ulus olarak tanınabilmesi için örnek alınan ulus-devlet modelidir, hem de farklılığını tanımlayacağı düşmandır. Cezayir ne zaman bir kabile, aşiret topluluğu veya dinsel cemaat olmaktan çıkıp da batılı modele uygun bir ulusa dönüşmüştür (en azından kurumsal örgütlenme ve devlet bağlamında) o zaman batılı güçler Cezayir’i bağımsız bir ulus olarak tanıyıp oradan çekilmiştir. Baurillard Simulasyon ve Simulakr adlı kitabında bu yorumu daha da ileriye götürerek savaşı aslında Fransa’nın kazandığını ileri sürmüştür. Zira Fransa’nın karşısında artık denetlenemez birçok aşiret ve pre-modern topluluk yerine; tanımı ve sınırları belli, oyunu az çok kurallarına göre oynayan ve muhatap alabileceği bir devlet vardır. Yani Fransa kendini iyi kötü Cezayir’e zaten kopyalamıştır. Kısacası Anderson’un paradoksu aslında paradoks falan değildir. Hindistanlı sosyolog P. Chatterjee ise aksi görüştedir. Nation and ist Fragment adlı eserinde “Whose imagined community?” sorusunu yönelterek Anderson’un teorisini üçüncü dünyada yaşayanlar için kendi adlarına hayal edebilecekleri bir alan bırakmamakla eleştirir. Chatterjee’ye göre ulus olma sürecinde devletteki ile toplum ve kültürel alandaki dönüşümler birbirinden ayrılmalıdır. Örneğin Hindistan’daki uluslaşma sürecinde devlet tam anlamıyla batıyla birörnek gelişirken, sosyologa göre Hint kültürü batı kültürü ile sentezler oluşturarak özgünlüğünü korumuştur. Bu durumda anti-colonial hareket de bir “benzeme”den çok “farklılığını” ortaya koyma mücadelesidir. Her ne kadar devlet ile kültürel ve toplumsal yaşam arasında Chatterjee’nin vurguladığı denli derin bir ayrıklık olmadığı söylenebilirse (kültürün, sanatın ve toplumsal yaşamın da uluslaşma sürecinde batılı tarzda yoğun bir şekilde kurumsallaştığı gerçeği Chatterjee’nin teorisini bence zayıflatmaktadır) ve bugün artık iyiden iyiye küreselleşmiş ve medya teknolojileri ile kuşatılmış olan bir dünyada farklılıklardan söz etmek güç olsa da hala üçüncü dünya ila batı arasında farklar olduğu bir gerçektir. Bu durum belki de kendisini en açık şekilde Avrupa’nın Asya ve Afrikalı göçmenlere karşı yürüttüğü ayrımcı ve dışlamaya yönelik tavrında dışa vurmaktadır.
Bu uzun teorik tartışmalardan sonra tekrar “The Battle of Algiers” filmine dönecek olursak, filmin işte bu farklılık ve aynılıkların ortaya çıkışını yansıtması açısından tarihe tanıklık ettiğini söyleyebiliriz. Film sadece Cezayir’in ulusal kurtuluş hareketine değil aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden 60’ların ortalarına kadar başta Afrika olmak üzere dünyanın dört bir yanında hızla yükselen anti-colonial hareketlere ışık tutmaktadır.
Özellikle 1954-57 arası Cezayir’de şehir savaşı ve NFL’nin kent içinde Fransız ordusu tarafından sindirilmesi olan bitenleri konu eden “The Battle of Algiers” 1962’de Cezayir’e bağımsızlığını getiren kitlesel gösteri ve çatışma görüntüleriyle sona eriyor. İlk terörist saldırılardan beri epeyce yol kat etmiş olan ve 60’lardan sonra yeşil-beyaz ay yıldızlı ulusal bayrakları ve milli marşlarıyla bir ulus olmak için gereken son ritüelleri de yerine getiren Cezayir’in o tarihten bugüne BM üyesi saygın bir ulus olarak tanınmaması için artık hiçbir neden bulunmuyor.
http://davetsizmisafir.org/2005/01/05/cezayir-savasi-the-battle-of-algiers/
Film için link: https://www.youtube.com/watch?v=y-7j4WVTgWc
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder