Hannah Arendt
http://www.hannaharendtcenter.org/?cat=930 |
...Danimarka'daki Yahudilerin
hikâyesi sui generis'tir (nevî şahsına münhasır) ve -ister işgal edilmiş,
ister Mihver Devletlerinden biri, ister bağımsız veya tümüyle bağımlı olsun-
hiçbir Avrupa ülkesi Danimarka halkı ve hükümeti gibi davranmamıştır. Bu
hikâye, şiddet içermeyen eylemin ve çok güçlü şiddet araçlarına sahip bir
düşmana direnişin bünyesindeki muazzam güç potansiyeli hakkında bir şeyler
öğrenmek isteyen bütün siyasal bilimler araştırmacılarına mutlaka
okuması tavsiye edilecek türden bir hikâyedir.
Kuşkusuz, diğer Avrupa
ülkelerinin sadece birkaçı "Yahudi meselesini doğru dürüst
anlamadı", çoğu "radikal" ve "nihai” çözümlere aslında
karşıydı. Danimarka, İsveç, İtalya ve Bulgaristan gibi ülkeler
antisemitizmden neredeyse hiç etkilenmedi; ama coğrafi açıdan Almanya'nın
etki alanına giren üç ülkeden sadece Danimarka, Alman efendilerine bu konu
hakkında gerçekten ne düşündüğünü söylemeye cesaret etti. İtalya ve
Bulgaristan, Almanların emirlerini sabote etti ve karmaşık bir
oyunu ikiyüzlü, riyakâr davranarak oynamaya çalıştı; marifet isteyen
bir oyundan alnının akıyla çıkıp kendi Yahudilerini kurtardı, ama Yahudi
politikasına asla karşı çıkmadı.Yaptıkları, Danimarkalıların yaptığından
tümüyle farklıydı.
Danimarka hükümet yetkilileri, kendilerine büyük bir
ihtiyatla sarı amblem konusunu açan Almanlara, bu nişanı koluna ilk
geçirecek kişinin Kral olacağı yanıtını verdiler; ayrıca, Yahudi karşıtı
herhangi bir tedbire başvurulması durumunda hemen istifa edeceklerini
belirtmeyi de ihmal etmediler. Almanların Danimarkalılara, sayıları altı bin dört yüzü bulan Yahudi kökenli Danimarka yerlileri ile savaştan önce
iltica talebi kabul edilen ve Alman hükümetinin artık devletsiz ilan
ettiği bin dört yüz Alman Yahudisi arasındaki hayati önem taşıyan ayrımı
bile kabul ettirememiş olması, bu meselenin bütünü açısından son derece belirleyiciydi.
Tekliflerinin reddedilmesi karşısında Almanlar şaşkına dönmüş olmalı; zira bir
hükümetin, kesinlikle vatandaşlığa kabul etmediği, hatta çalışma izni bile
vermediği insanları koruması çok "mantıksızdı". (Yasal açıdan,
Danimarka'daki mültecilerin savaştan önceki hali Fransa'dakinden pek farklı
değildi; ama Fransa'da, Üçüncü Cumhuriyetin devlet hizmetindeki yolsuzluklar
bazı mültecilerin rüşvetle veya "bağlantıları" sayesinde vatandaşlık
belgesi edinmesini mümkün hale getirmişti ve bu ülkede mültecilerin çoğu
yasadışı olarak çalışabiliyor, çalışma izni olmadan da iş yapabiliyordu. Ancak
İsviçre gibi Danimarka da pour
se debrouilier [idare
edilebilecek] bir ülke değildi.) Gelgelelim Danimarkalılıar Alman yetkililere,
devletsiz mülteciler artık Alman vatandaşı olmadığına göre, Nazilerin, Danimarkalıların rızası olmadan bu mülteciler üzerinde hak iddia edemeyeceğini
söylediler. Devletsiz olmanın bir işe yaradığı ender durumlardan biriydi
bu. Yine de Yahudileri kurtaran sadece devletsiz olmaları değildi elbette,
bilakis Danimarka hükümetinin Yahudileri korumaya karar vermiş olmasıydı.
Nitekim, cinayet bürokrasisi için son derece önemli olan başlangıç
hamlelerinden hiçbiri yapılamadı ve operasyonlar 1943 sonbaharına kadar
ertelendi.
Daha sonra olanlar gerçekten inanamazdı; diğer Avrupa ülkelerinde
olup bitenlere kıyasla, işler iyice çığırından çıkmıştı. Ağustos 1943'te
-Almanların Rusya saldırısı başarısızlıkla sonuçlandıktan, Alman Afrika
Kolordusu Tunus'ta teslim olduktan ve Müttefikler İtalya'yı işgal ettikten
sonra- İsveç hükümeti 1940'ta Almanya'yla yaptığı, Alman birliklerinin bu
ülkeden geçmesine izin veren anlaşmayı feshetti. Bunun üzerine, Danimarkalı işçiler işleri biraz hızlandırmaya yardım edebileceklerini düşündüler;
Danimarka'daki tersanelerde karışıklıklar başladı, işçiler Alman
gemilerini onarmayı reddedip grev yaptılar. Alman askeri yetkilisi acil durum
ilan etti ve sıkıyönetim başlattı, Himmler "çözüm"ü fazla uzayan
Yahudi meselesini halletmenin tam zamanı olduğunu düşündü. Danimarkalıların direnişinden başka, Himmler'in hesaba katmadığı bir
şey daha vardı: Yıllardır bu ülkede yaşayan Alman yetkililer o eski
Almanlar değildi artık. Askeri komutan General von Hannecken'in Alman
birliklerini Reich yetkilisi Dr. Werner Best'in emrine vermeyi reddetmesi
yetmezmiş gibi, Danimarka'daki özel SS birimleri (Einsatzkommandos) de -Best'in Nürnberg'de verdiği
ifadeye göre- çoğu defa "merkez bürolar aracılığıyla uygulamaları
emredilen tedbirlere" karşı çıktı. Yılların Gestaposu, Heydrich'in
eski hukuk danışmanı, o zamanın polisle ilgili en meşhur kitabının yazan,
Paris'teki askeri idarede görevli olduğu zaman yaptığı işlerle
üstlerini memnun eden Best de güvenilir biri değildi artık; yine de
Berlin'dekilerin, Best'in kaypaklığının nerelere vardığını öğrendiği
şüphelidir. Bununla beraber, işlerin yolunda gitmeyeceği daha en
baştan belliydi ve Eichmann’ın bürosundaki en iyi adamlardan biri
Danimarka’ya gönderildi - o zamana kadar, Rolf Günther'in bu iş
için gerekli "amansız sertliğe" sahip olmadığını iddia eden tek
bir kişi bile olmamıştı. Günther Kopenhag'daki meslektaşlarının
üzerinde baskı kuramadı ve von Hannecken artık bütün Yahudileri zorla
çalıştırmayı gerektiren bir emir yayımlamayı bile reddediyordu.
Best, Berlin’e gitti ve Danimarka'dan gelen bütün Yahudilerin,
hangi kategoriye girerlerse girsinler, Theresienstadt'a [toplama kampı] gönderileceği sözünü aldı -
Nazilere göre çok büyük bir ödün verilmişti. 1 Ekim de
Yahudiler yakalanıp apar topar götürülecekti - gemiler limanda hazır
bekliyordu - ne DanimarkalIlardan ne Yahudilerden ne de Alman birliklerinden
hayır geleceği düşünüldüğünden, Almanya'dan polis birimleri geldi ve kapı
kapı dolaşıp Yahudileri aramaya başladı. Best son anda, polislerin zorla evlere
girmesine izin verilmediğini, çünkü böyle bir durumda Danimarka polisinin olaya
müdahale edebileceğini ve bu konuda Danimarkalılarla
tartışmamalarını söyledi. Dolayısıyla, sadece kendi rızasıyla kapısını
açan Yahudileri yakalayabileceklerdi.
Toplam 7800'den fazla Yahudi
arasından, evinde olan ve polisi içeri almaya rıza gösteren tam 477 kişi
çıktı. Kıyamet Günü'nden birkaç gün önce, muhtemelen bizzat Best'in
bir şeyler çıtlattığı Alman sevkiyat görevlisi Georg F. Duckwitz,
Danimarkalı hükümet yetkililerini planın tamamından haberdar etti; yetkililer
de en kısa zamanda Yahudi cemaatinin önde gelen isimlerini durumdan
haberdar etti. Diğer ülkelerdeki Yahudi liderlerinden büyük bir farkla, bu
haberi sinagoglarda, Yılbaşı ayinleri vesilesiyle açık açık herkese
duyurdular. Yahudiler evlerini terk edip saklanacak vakti ancak buldular; ama
neyse ki Danimarka’da saklanmaları çok kolaydı, zira "Kralından en
sıradan vatandaşına kadar Danimarka halkının her kesimi" onları ağırlamaya
hazırdı.
Danimarka'nın Almanya tarafından işgali esnasında Danimarkalı balıkçılar (önde)
Yahudileri dar boğazdan güvenlikleri için tarafsız İsveç'e götürüyor. İsveç, 1943.
— Museet for Danmarks Frihedskamp
|
Danimarka'nın İsveç gibi bir komşusu olmasaydı, belki de savaşın
sonuna kadar saklanabilirlerdi. Yahudileri İsveç'e göndermek makul görünüyordu
ve bu iş Danimarka balıkçı filosunun yardımıyla yapılacaktı. Parası olmayan
Yahudilerin ulaşım masraflarını -kişi başı yüz dolar- çoğunlukla zengin
Danimarka vatandaşları karşıladı, zaten işin belki en şaşırtıcı tarafı da
buydu; çünkü sıradan Yahudilerin sınırdışı edilme masraflarını kendi
ceplerinden ödedikleri, zengin olanlarının da (Hollanda'ya, Slovakya'ya ve daha
sonra da Macaristan'a) çıkış izni için koca bir servet döktüğü bir dönemde yaşıyorlardı.
Bölge yetkililerine rüşvet veriyor veya sadece nakit kabul eden ve
Hollanda belgelerini kişi başı beş-on bin dolara satan SS'lerle
"yasal olarak" pazarlık ediyorlardı. Yahudileri sahiden sevgiyle
karşılayan ve onlara gerçekten yardım etmek isteyen insanların olduğu yerler
için bile para vermeleri gerekiyordu, yani fakir insanların kaçma şansı hiç
yoktu.
Bütün Yahudilerin Danimarka'dan gemilere bindirilip beş ila on beş
millik bir mesafeyi aşarak İsveç'e ulaştırılması ekimin ortalarını buldu.
İsveçliler 5919 Yahudiyi kabul etti; bu Yahudilerin en az 1000'i Alman
kökenlilerden, 1310'u yarı-Yahudilerden, 686’sı da Yahudilerle evli olan
ama aslen Yahudi olmayan insanlardan oluşuyordu. (Danimarkalı Yahudilerin
neredeyse yansı bu ülkede kalmış ve savaş boyunca saklanmışlardı.)
DanimarkalI olmayan Yahudilerin durumu diğerlerine göre daha iyiydi, hepsi
çalışma izni almıştı. Alman polisinin eline düşen birkaç yüz Yahudi
Theresienstadt’a gönderildi. Genelde yaşlı veya fakir olan bu Yahudiler ya
haberi geç almışlar ya da bu haberin gerçekte ne anlama geldiğini
kavrayamamışlardı. Danimarka'daki kurumların ve özel şahısların bu
konuda sürekli "yaygara koparması” sayesinde, gettoda başka hiçbir
gruba tanınmayan ayrıcalıklarla yaşadılar. 48 kişi öldü, ama grubun
yaş ortalaması göz önünde bulundurulduğunda çok da yüksek bir
rakam sayılmazdı bu. Her şey sona erdiğinde, Eichmann'ın kanaati
"çok çeşitli nedenlerle, Danimarka'daki Yahudi karşıtı faaliyetlerin
tam bir fiyaskoyla sonuçlandığı" yolundaydı; buna karşılık Dr. Best "operasyonun amacının Yahudilerin büyük bir bölümünü ele geçirmek değil,
Danimarka’yı Yahudilerden temizlemek olduğunu ve artık bu amaca
ulaşıldığını" beyan etti.
Siyasal ve psikolojik açıdan, bu olayın en ilgi çekici tarafı
belki de Alman yetkililerin Danimarka'da oynadığı rol, yani
Berlin’den gelen emirleri göz göre göre sabote etmeleriydi. Bildiğimiz
kadarıyla, Nazilerin açık bir yerli direnişle karşılaştığı tek
vaka bu ve görünüşe göre bu direnişe maruz kalanlar sonuçta bu konudaki
fikirlerini değiştirdiler. Anlaşılan koca bir halkın yok edilmesini,
olayların doğal bir sonucu olarak görmüyorlardı artık.
İlke düzeyinde
direnişlerle karşılaşınca, "sertlikleri" güneşte kalmış tereyağı gibi
eriyip gitmişti; hatta sahiden cesaret göstermeye bile başlamışlardı.
"Sertlik" idealinin -belki de bir insan bunu yapamaz diyeceğiniz
birkaç vahşet dışında- ne pahasına olursa olsun uyuma duydukları amansız
arzuyu gizleyerek kendilerini kandırmalarını sağlayan bir efsaneden başka bir
şey olmadığı, Nürnberg Duruşmalarında iyice meydana çıktı. Birbirlerini
suçladıkları ve birbirlerine ihanet ettikleri bu duruşmalarda davalılar,
bütün dünyayı "aslında her zaman buna karşı olduklarına" ikna etmeye
çalıştılar veya -daha sonra Eichmann’ ın da yapacağı gibi- üstlerinin,
kendilerinin en iyi vasıflarını "İstismar ettiğini" öne sürdüler.
(Kudüs'te, Eichmann "iktidarda olanları" kendisinin
"itaatkârlığını" istismar etmekle suçladı. "İyi bir hükümetin
tebaası şanslıdır, kötü bir hükümetin tebaası ise şanssızdır. Benim hiç
şansım olmadı.") Atmosfer bayağı değişmişti; her ne kadar çoğu sonunun
ölüm olacağını bilse de, içlerinden biri bile Nazi ideolojisini savunma
cesareti gösterememişti.
Nürnberg’de, Werner Best karmaşık, çift taraflı
bir rol oynadığını ve Danimarkalı yetkililerin yaklaşan felaketten kendisi
sayesinde haberdar olduğunu iddia etti; buna karşılık, belgelenmiş
kanıtlar Danimarka operasyonunu Berlin’de bizzat Best'in teklif ettiğini
gösteriyordu; ama Best bunun da oyunun bir parçası olduğunu söyledi. Danimarka'ya
iade edildi ve orada ölüme mahkûm edildi, ama karara itiraz edip temyize
gitti ve şaşırtıcı bir sonuç aldı; "yeni kanıtlar" sayesinde,
cezası beş yıl hapse çevrildi ve cezasını çektikten sonra salıverildi.
Anlaşılan, gerçekten elinden gelenin en iyisini yaptığı konusunda
Danimarka mahkemesini ikna etmeyi başarmıştı.
"Kötülüğün Sıradanlığı/Eichmann in Jerusalem", Batı Avrupa - Fransa, Belçika, Hollanda Danimarka, İtalya bölümü içinde, Metis Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder